Antalya’dan bildiriyoruz: “Okul Tıraşı” ve “Anadolu Leoparı” izlenimleri

58. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin programı duyurulduğundan beri belki de en merakla beklenen akşamı, Berlinale’nin Panorama bölümünden FIPRESCI ödülüyle dönen, farklı coğrafyalardaki birçok festivalde ilgiyle karşılanan Okul Tıraşı ile başladı. Hemen ardından Emre Kayiş’in Toronto Film Festivali’nde yine FIPRESCI ödülüne uzanan ilk uzun metrajı Anadolu Leoparı’nı izledik. Havanın bir tık soğuduğu Antalya’da açık hava gösterimlerine katıldığımıza pişman etmeyen iki filmdi.

Suçlamayı sorumluluk almaktan daha cazip bulan anlayış üzerine: Okul Tıraşı

Van Bahçesaray’da, şehirden izole bir yatılı okuldayız; Kürt çocuklar için tüm olanaksızlıklar içinde çetin bir kış yaşanıyor. Memo içinde doğru düzgün ilaç bile bulunmayan bir revirde yarı baygın biçimde yatarken, en yakın arkadaşı Yusuf çaresizlik ve suçluluk duygusu içinde başında dikilmekte. Okul bürokrasisinin umursamazlığı yüzünden uzunca bir süre meselenin vehameti anlaşılmıyor. Memo’nun durumu ağırlaştıkça yaşanan kriz katalizör görevi görüyor ve baskı atmosferinin hükmünü sürdürdüğü bu kurumdaki çarpık düzen iyice ayyuka çıkıyor.

Okul Tıraşı’nın kökleri, bölgedeki çatışmaların en yoğun yaşandığı 90’larda yatılı okul okumuş, o dönemi kırgınlık ve kızgınlıkla hatırladığını söyleyen yönetmen Ferit Karahan’ın kişisel tarihine dayanıyor. Bu anekdotun yanı sıra hem filmin fragmanı hem de bir hapishane ortamını gözlemliyormuş hissiyatı veren açılış sahnesi; otoritenin acımasızlığı üzerine cümlelerini yüksek sesle söyleyen, daha sert bir seyir deneyimine hazırlamıştı beni. Şahsi beklentilerim filmin dramatik etkisinden bir şey kaybettirmiyor elbette. Menfaatler devreye girmedikçe duyarsızlığın süregeldiği, suçlamayı sorumluluk almaktan daha cazip bulan anlayış pek tanıdık. Siz olay örgüsüne hâkim olduğunuzu zannederken ters köşe yaptıran finali de güçlü.

Aykırı idealistliği ve Yeni Türkiye’ye sessiz öfkesiyle bir baş karakter: Anadolu Leoparı

Günün diğer filmi Anadolu Leoparı’nı sadece Toronto’dan önemli bir ödülle döndüğü için değil, çok iyi bir kısa olduğunu düşündüğüm Çevirmen’in yönetmeni Emre Kayiş’in ilk uzun metrajı olduğu için de merakla bekliyordum. Baş karakterimiz Fikret, memleketin dört bir yanını ele geçiren özelleştirme sürecinden nasibini almak üzere olan Ankara Hayvanat Bahçesi’nin müdürü. Yetkililer bu alanı Arap yatırımcılara satıp bir eğlence parkına dönüştürmek niyetindeler fakat bir kafeste tutulan Anadolu leoparının varlığı sürecin önündeki en büyük engel. Diğer taraftan 22 yıldır bu görevi üstlenen ve bahçenin akıbeti nedeniyle derin bir kederle boğuşan Fikret’in, satış konusunda pek istekli olduğu da söylenemez.

Ankapark bahanesiyle Atatürk Orman Çiftliği’nin talan edilmesi, Kayiş’in çıkış noktalarından olmuş ve değerlerine sıkı sıkıya sarılmış, sermayenin kölesi olmayan bireyleri nesli tükenmekte olan Anadolu leoparı ile özdeşleştirmiş. Sözde ilerlerken geride büyük yıkımlar bırakan, kolektif hafıza kaybından muzdarip kalabalıklar içindeyiz, malum. Toplumsal dönüşüme uyum sağlayamayan, idealistliğiyle aykırı bir karakteri izleme; eylemlerinin ardındaki motivasyonları, sessiz öfkesini keşfetme düşüncesi ilgi çekici olsa da Fikret’in bu düşünce kadar ilginç bir karakter olduğunu söylemek güç. Yine de Emin Alper başkanlığındaki jüriden en azından bir ödül çıkması, kimse için şaşırtıcı olmayacaktır. Son olarak teknik işçiliğin oldukça kuvvetli olduğunu ekleyebilirim.

Yazı: Merdan Çaba Geçer