Arşivden: 2005’ten bir Lhasa de Sela röportajı
Bant Mag.’ın 15. yaşı vesilesiyle arşive dalmaya devam ediyoruz. Bu kez hatırlayınca yüzümüzde buruk mu buruk bir tebessüm oluşturan bir Lhasa de Sela röportajında sıra… Lhasa de Sela, Temmuz 2005’te çıkan Bant No:11 için, 12. İstanbul Caz Festivali kapsamında gerçekleşecek performansı öncesinde telefonda konuştuğumuzda, “Müzikten ayrı kalmayı hiç istememiştim, bir daha da böyle olmayacak” demişti. 2010’un ilk gününde, henüz 37 yaşındayken ise hayata veda ettiğinin haberini almıştık. Lhasa de Sela ile 2005 tarihli bu röportaj, hayata ve müziğe ne denli tutkuyla bağlı olduğunun da izini sürüyor.
Röportaj: J. Hakan Dedeoğlu
12. İstanbul Caz Festivali’nin perdeleri yavaş yavaş açılırken ve ardındaki yıldızlar belirirken titrek ama çok özel bir yıldızla tanışmaya hazırlanıyoruz. Başka bir gezegende doğup büyüdüğünü iddia eden, Meksika ve Fransa müziklerininin yanı sıra birçok dünyevi tınıyı melankolik bir havayla birleştiren Lhasa de Sela, 14 Temmuz’da İstanbul’un en görkemli mekânlarından Sepetçiler Kasrı’nda sahne alıyor.
Lhasa de Sela 1999 yılında, henüz 23 yaşındayken ilk albümü La Llorona’yı yayınladığında ne dünya onun farkındaydı, ne de o kendisinin. New York ve Meksika arasında mekik döşeyen, televizyon izlenmesine izin vermeyen ama bunun yerine son derece dünyevi eğlenceler eşliğinde gecelerini geçiren bir ailenin bireyi olarak Lhasa, dış dünyanın çok da farkında olmadan sıra dışı bir çocukluk geçirdi. Sesini keşfedip şarkı söylemeye başladığında ise henüz dokuz yaşındaydı. Kanada’ya yerleşip Yves Desrosiers ile tanıştıktan sonra Lhasa’nın bu sıra dışı hayatının ilk meyvesi olan ve daha çok yerel Meksika müziklerinin modern eğilimlerle birleşimi olan La Llorona hayat buldu ve onu yavaş yavaş dünya çapında bir yıldız haline getirdi. Emsalsiz müziğinin yanında, ileride Clara Nunes, Cesaria Evora gibi isimlerle birlikte anılacak etkileyici sesi ve değişik vokal yorumunun da bundaki etkisi su götürmez.
Ancak La Llorona’nın başarısı sayesinde yeni tanıştığı bu dünyadan ürken Lhasa, müziğe beş yıl ara vererek sirkte çalışan ve Avrupa’yı turlayan kardeşlerinin yaşamına dahil oldu. Beş yıl albüm yapmamasına rağmen ilk albümün mistik bağımlılığı insanları sardı ve parçaları dilden dile dolaştı. Kimse onun geri döneceğini düşünmezken, Lhasa geçen yıl ilk çalışmasını aratmayan The Living Road’u yayınlayarak sürpriz bir geri dönüş yaptı. İlk albümünden daha iyi eleştiriler alan ve ona BBC tarafından “En İyi Amerikalı Dünya Müziği Sanatçısı” unvanını getiren The Living Road, Lhasa’nın İngilizce, Fransızca ve İspanyolca söylediği şarkılardan oluşuyor. Ve işte Lhasa bu şarkılarla İstanbullu dinleyicileri büyülemeye hazırlanıyor. Caz festivalinin en önemli konuklarından birini heyecanla beklerken kendisiyle telefonda konuşma fırsatını da yakaladık.
Türkiye’ye geliyor olmak seni heyecanlandırıyor mu? Daha önce hiç burada bulundun mu?
Hayır, ilk defa geliyorum ve çok heyecanlıyım geleceğim için. Hayatımda doğuda gittiğim en uzak nokta olacak. Ayrıca Türk müziklerini ve Türkçeyi de çok sevdiğim için şimdiden oldukça heyecanlıyım.
Türk müziklerini sevdiğini söyledin az önce…
Evet birkaç tane gerçekten sesine hayran olduğum isim var. Sezen Aksu örneğin, onun sesine bayılıyorum. Bir de tam emin değilim ama Selda (Bağcan) adında bir şarkıcı vardı, onun da muhteşem bir sesi vardı.
İlk albümün La Llorona, 1998 yılında yayınlanmıştı ve kısa sürede tüm dünyada herkesin hayranlık duyduğu bir albüm haline geldi. Ama sonra sen kayboldun ve beş sene ortalıklarda gözükmedin. Neler oldu? Müziği mi bırakmıştın?
O albüm çıktığı sıralarda henüz 23 yaşımdaydım ve yayınlanmasıyla birlikte bir turneye çıktım. Ama bir anda etrafımı saran turnelerden, gelen olumlu eleştirileri kaldıramadım ve müziğe ara vermeye, dolaşmaya ve kardeşlerimle vakit geçirmeye karar verdim. Ama müzikten bu kadar ayrı kalacağımı da düşünmemiştim. Çünkü müzik benim içimde olan şey ve ondan vazgeçemem.
“Tanınıyor olmam bir mucize”
İlk albümün dünyanın önemli kült albümlerinden biri haline gelmişti. Az öncede söylediğin gibi, La Llorona’yı kaydettiğinde bu kadar fark edileceğini düşünmüş müydün?
Hayır, kesinlikle. Aslında o sıralarda ne düşünüyordum onu da bilmiyordum sadece şarkı söylemek istiyordum ve aklımda hiçbir şey yoktu, sonuçta kendimi bildim bileli şarkı söylüyorum. Olanlara inanamamıştım, ki hala da anlayabilmiş değilim. Bir mucize gerçeklemiş gibi.
İlk albümü kaydettikten sonra kardeşlerimin yanına gittim dedin. Yabancı bir makalede okumuştum. Orada kardeşlerinin bir sirkte çalıştığı ve onlara katılarak Avrupa’yı dolaştığını yazıyordu. Doğru mu bu?
Evet, evet doğru. Beş yıl boyunca onlarla değildim ama bir buçuk yıl kadar gezdim onlarla. Harika bir hayatları var, sirkler gerçekten muhteşem yerler ve o sırada öyle bir hayat istiyordum ama sonra beni müzikten kopardığını anladığımda geri döndüm ve yeni albümümü hazırladım.
Sirkler eski dünyanın bir parçası gibi artık. Sanki son dönemini yaşıyor gibi. Geçen aylarda İstanbul’a gelen bir sirke gitmiştim ve oldukça boştu. Yani eğlence araçlarının geliştiği günümüzde sirkin yeri yok gibi ne yazık ki…
Ben böyle düşünmüyorum. Sirkler her zaman var olacaktır çünkü o hayatı yaşamak isteyen insanlar hâlâ var. Sirk hayatı bu dünyadan soyutlanmış bambaşka bir hayattır ve kimsenin bilemeyeceği güzellikler barındırır. İzleyiciler içinse sirk hayatının çekiciliği her zaman devam edecektir. Elbette medyanın sirklere artık ilgi göstermediği bir gerçek ama sanırım sirklerin buna pek de ihtiyacı yok.
Geçen yıl yayınlanan The Living Road albümü sirkte ve yollarda geçirdiğin zamanın bir ürünü mü?
Sadece sirk diyemem. Bu albüm çıkana kadar sirk dışında da çok vakit geçirdim. Sanırım albüm benim yollarda yaşadıklarımı anlatıyor temelde ama sirkteki günler de bunun önemli bir parçasını oluşturuyor kesinlikle.
“Hep hayal kurar ve her şeyi sorgulardım”
Son albümünün ilkine göre daha eklektik bir yapısı var. Daha zengin ve farklı kültürlerin tatlarını içeriyor gibi…
Son albümümde ilkine göre daha çok çeşit olduğu söylenebilir ama bu farklı kültürlerle alakalı değil. Albümü yaparken asla böyle düşünmedim. Yaptığım müzik benim sesim, her şeyi içimden geldiği gibi yaptım. Yani düşünülerek bir araya getirilmiş farklı kültürlerin müziği yok, bu müzik benim yürüdüğüm yolların müziği. Bu yüzden müziğimin hiç de eklektik olduğunu düşünmüyorum.
İlk albümün tamamen İspanyolcayken yeni albüm The Living Road’da İngilizce, İspanyolca ve Franızca var…
Aslında benim ana dilim İngilizce. Amerika’da doğdum ve ilk konuştuğum dil de İngilizce. İspanyolcam da Meksika’da yaşadığım yıllardan var. Sadece Fransızcayı sonradan öğrendim ama yıllardır Kanada’da yaşadığımdan onu da söktüm. Her şeyin ötesinde farklı dillerde söylemek sanırım kendimi daha iyi ifade etmemi sağlıyor çünkü ben her yerin insanıyım. Karışık bir aileden geliyorum ve kendimi hiçbir zaman hiçbir yere ya da hiçbir dile ait hissetmedim. Bu yüzden bu şekilde olması benim için daha doğru.
Ailenin karışık bir yapısı olduğunu duydum. Ailen yarı Amerikalı yarı Meksikalı. Bu durum müziğin için faydalı oldu mu, yoksa kimlik bunalımı yarattığı zamanlar da yaşadın mı?
Annem Amerikalı ve babam Meksikalı. Ama aslında bu kadarla da kalmıyor… Annem yarı Lübnanlı yarı İsrailli, babamın tarafında ise Rus ve Polonyalılık var… Anlayacağın iş biraz karışık. Ama asla bir kimlik bunalımı yaşamadım çünkü ailem çok ilginç ve tuhaf bir aileydi, hâlâ da öyleler. Normal olmayan insanlardan oluşuyorlar. Amerika’da doğmuş olmama rağmen farklı bir gezegende büyüdüm. Garip bir kaderim olduğunu düşünüyorum ama iyiye giden bir kader. Başka bir gezegende büyüdüğüm için aslında dünyayı dolaştıkça dünyanın ne kadar zengin ve büyük bir yer olduğunu keyfediyorum. Sanırım daha gençken bunların hiçbirinin farkında değildim…
Müziğinde inanılmaz bir melankoli var. Hep böyle miydin? Yani Lhasa’nın dünyasında hep bir melankoli var mıydı?
Büyüyüş şeklimden dolayı sanırım ve kendi yapımdan tabii, her zaman böyle biriydim. Ufakken dramatik ve sofistike bir kişiliktim, her şey üzerine düşünür sürekli soru sorardım. Her zaman şiirler ve öyküler yazardım, çoğu da hüzünlü olurdu. Hep büyük şeyler üzerine düşünür ve hayal kurardım ve her zaman da hüzünlü müzikler sevdim. Yani normal yaşantımda da melankolik ve düşünceli biri olduğumu söyleyebilirim.
“Ben bir pop şarkıcısıyım”
Melankoli demişken… Tindersticks ile bir düetiniz olmuştu. Bu nasıl gerçekleşti? Onların müziği de en az sizinki kadar hüzünlü mesela, size de öyle gelmiş miydi?
Teklifi bana getiren onlardı ve isimlerini daha önce hiç duymamıştım. Bana ulaştıktan sonra dinleyip karar vermem için bana albümlerini gönderdiler. İlk dinlediğimde kahkahalarla gülüyordum çünkü benim yaptığım müzikle hiçbir alakası yoktu. Ama Lee Hazlewood harika bir müzisyen ve yazdığı sözlere bayılıyorum.
Gerçekten eşsiz ve harika bir sesin ve vokal tarzın var. Nasıl geliştirdin bu şekilde şarkı söylemeyi?
Kendimi bildim bileli şarkı söylüyorum aslında. Çünkü ailemde televizyon izlenmezdi, dedim ya başka bir gezegende büyüdüm diye. Biz de akşamları ateş etrafında toplanır şarkı söylerdik. 13 yaşımdayken vokal dersleri almaya başladım. Sonra 19 yaşımdayken San Francisco’da kafelerde ve barlarda şarkı söylemeye başladım. Sesim aslında hep vardı ama yorumu başka şarkıcıları izleyerek ve dinleyerek geliştirdim. Uzun süre barlarda söylediğimden çok fazla vokalisti izleme şansım oluyordu ve bazılarının harika ses ve yorumları vardı. Yıllar içerisinde hepsinden bir şeyler kaparak ve bunları bir araya getirerek oluşturduğumu söyleyebilirim.
Senin müziğin ‘world music’ olarak tanımlanıyor. Sen buna katılıyor musun?
Hayır, bence bu çok komik. ‘World music’ hiçbir karşılığı ve anlamı olmayan bir tanımdır. Caz da öyle rock’n’roll’da öyle. Ama işte müzikten konuşmamız gerektiği için insanlar müzik akımlarına böyle tanımlar koyuyorlar. Ben dünya müziği değil kendi müziğimi yapıyorum, ben bir pop şarkıcısıyım.
Peki, ‘world music’ tanımının son yıllardaki yükselişini neye bağlayabiliriz? Her geçen gün yaşanması daha zor olan, çelişkilerin çoğaldığı bir dünyada insanların köklerine yöneliyor olmaları olabilir mi?
Dünya zaten hiçbir zaman huzur dolu bir yer değildi, umarım ileride öyle olur. Ama başka bir gezegende büyüdüğüm için küçükken bunu bilmiyordum ve yeni yeni keşfediyorum. Bence dünya küçülüyor. Televizyon ve internet gibi araçlar sayesinde artık ülkeler ve kültürler birbirlerine daha yakın. Bir ülke hakkında bir şey merak ediyorsan hemen öğrenebiliyorsun, bu da müzikal çeşitlerin keşfedilmesini sağlıyor. Sadece müzik değil her şey artık iç içe. Gerçi ben farklı ülkelerin müziklerini dinleyerek büyüdüm çünkü ailem müzik dinlemeyi çok severdi ve sürekli acayip albümler ve sanatçılar dinlerlerdi. Ama örneğin Sezen Aksu’yu keşfetmiş olmam bunun en güzel örneği. Sezen Aksu’yu iki yıl önce bir arkadaşımın dükkânında bana tavsiye ettiler. Dinlediğim anda vuruldum, ama 10 yıl önce olsaydı ona ulaşmam imkansız olurdu.
İlk albümünün kapağındaki resim sana aitti. Bu işle profesyonel olarak ilgileniyor musun, ya da sergi açıyor musun hiç?
Sadece ilk albüm değil ikincisinin kapak çalışması da bana ait. Resim yapmayı çok seviyorum ama çok vakit ayırdığımı söyleyemem. Birkaç yıl önce bir sergi açmıştım, Kanada’ya döndüğüm zaman bir sergi daha açmayı düşünüyorum.
Yeni albüm için ne kadar bekleyeceğiz? Yine beş yıl olmaz umarım…
Yok, asla müziğe bir daha bu kadar ara veremem. Zaten müzikten ayrı kalmayı hiç istememiştim, bir daha da böyle olmayacak. Yeni parçalar üzerinde düşünüyorum ve kafamda yavaş yavaş şekilleniyor, bir dizi konserim var bunları bitirdikten sonra yeni albüm için kayıtlara başlayacağım.