Cem Kaya ile Aşk, Mark ve Ölüm üzerine
60’lardan itibaren Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden başlayan göç dalgasıyla birlikte, Almanya’nın en büyük yeraltı müzik sahnesinin anlatılmamış hikâyesini keşfe çıkan Aşk, Mark ve Ölüm; yabancı topraklarda bir aidiyet hissiyle başlayıp kendi figürlerini yaratan, yıllar içinde farklı formlara evrilip yeni müzikal yönelimler ortaya koyan kültür üzerine, kapsamı ve tesiri kallavi bir belgesel. Zengin bir arşivin yanı sıra güncel röportajlarla desteklenerek hazırlanan, 72. Berlinale’nin Panorama bölümünden seyirci ödülüyle dönen filmi, Arabesk (2010) ve Motör: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması’ndan (2014) [Remake, Remix, Rip-Off] da anımsanabilecek yönetmeni Cem Kaya ile konuştuk. Sohbet tabii ki belgeselin kapsamına giren zaman dilimi ile coğrafyaya dair dönüm noktası ve kırılmalara da uzanıyor.
Belgesel sinemaya olan ilginizden ve konu seçimlerinizden bahsedebilir misiniz?
Aslında film değil, iletişim tasarımı okudum. Grafik tasarımla birlikte kültürel çalışmalar, felsefe, sanat derken karışık bir bölüm. Bu sayede vizyonum genişledi çünkü sadece filmlere odaklanmaktan ziyade diğer sanat dalları ile de temasım oldu. Benim esas sevdiğim şey arşivle çalışmak. Farklı arşiv görüntülerini birbiriyle konuşturunca, örneğin bir Yeşilçam filminden ve bir belgeselden görüntüleri bir araya getirince yeni bir anlamın ortaya çıkması hoşuma gidiyor. Gönül isterdi ki sadece buluntu görüntüler kullanarak hiç konuşmacı olmayan filmler yapayım, o zaten ayrı bir ekol. Konu tercihleri ise yaşadığım kültürle alakalı. Almanya’da video ve kaset piyasası, sonrasında uydu teknolojisi sayesinde Türk popüler kültürü içinde büyüdüm, büyük bir merakım var. Mesela Şokopop daha güzelini bile yapıyor, çok beğendiğim bir format. Arabeks ve Remake, Remix, Rip-Off ile birlikte Türkiye popüler kültürüyle ilgili üçüncü film bu.
Film Aras Ören’in Aşk, Mark ve Ölüm isimli şiiriyle başlıyor. 1961’de imzalanan işgücü anlaşması sonrası misafir işçiler Almanya’ya geliyor ve çok geçmeden Aşık Metin Türköz gibi kendi müziklerini yapmaya başlıyorlar. O yıllarda müzik Türkiyeli emekçiler için ne anlama geliyordu?
İlk yıllarda Almanya’ya gelenlerin yanında hiçbir şey yoktu. Bir bavula kaç plak sığabilir ki? O dönem WDR bünyesinde yayın yapan Köln Radyosu 1964’te kurulmuş, öncesinde radyodan da Türkiye’den müzikler dinlenemiyor. Hatta o dönem birçok gurbetçi Bulgaristan gibi ülkelerden orta dalga yayınlar dinliyor çünkü Bulgaristan ve Macaristan, Almanya’ya giden işçi kardeşleriyle dayanışmak için Türkçe radyo kurmuş. Batı Almanya mevzuya daha sonra uyanıyor, misafir işçilerin komünist propagandaya yem olmaması için kendileri de bir radyo programı başlatıyorlar. Kimse Almanya’ya müzisyen olarak gelmiyor ama gelenlerin arasında amatörce bağlama çalanlar var. Daha trende başlıyor bu iş. “Heim” dedikleri yurtlarda, toplantı odalarında hasret gidermek için müzik çalmaya başlıyorlar. Aşık Metin Türköz de şarkılarını yapmaya o ortamlarda başlıyor, tabii memleketi Kayseri’yi değil orayı anlatıyor.
“Gurbetteki insan hasret duyduğu şeyin bir versiyonunu yaratıyor ama bir değişim de var. Benim ilgimi çeken şey de tam olarak bu.”
O dönem iletişim olanakları kısıtlı, Almanya ve Türkiye bambaşka. Müziğin gittiği istikamet de farklı olsa gerek.
Evet, burada farklı bir yere eviriliyor müzik, Almanya aslında Türkiye’nin müzikal bir bölgesi gibi. “Hayali Türkiye’nin müzikleri” diyor müzikolog Martin Greve 2003 senesinde yayımladığı kitabında. Hayali, çünkü görmeyince kafanda kuruyorsun. Özellikle uydu öncesi dönemde buradaki toplum, buradaki şartlara göre müzik yapmış. Bugün her kanalda Türkçe bir program var ya da internetten izleyebiliyorum, müzik bana ulaşıyor. O dönem Türkçe programlar yok televizyonda. Ancak kaset ve plak var, bir de bazen konsere gelen müzisyenler. O sebepten burası kendi müzisyenini yaratıyor, örneğin yakın zamanda vefat eden Mustafa Çetinol, Berlin’in Orhan Gencebay’ı. Gencebay’a benziyor, 70’ler ve 80’lerde onun şarkılarını onun gibi söylüyor ve insanlar Gencebay’ı canlı izlemek istediklerinde gazinoya gidip Mustafa Çetinol dinliyor. Gurbetteki insan hasret duyduğu şeyin bir versiyonunu yaratıyor ama bir değişim de var. Benim ilgimi çeken şey de tam olarak bu.
Peki Türkiye’deki insanlar Almanya’da ne olup bittiğinin farkında mı?
Sadece Almanya’ya satış yapan firmalar; yani İMÇ farkında. Önce Türkofon olarak kurulan Türküola çok hızlı bir şekilde büyüyor. 1972’de açılan Uzelli de öyle, ardından Münihli şirket Minareci, ya da Sönmez ve Harika kasetçilik.. Almanya’da satışlar arttıkça ikinci bir piyasa oluşuyor, o piyasaya göre üretim yapılıyor. Türkiye’deki tüm starların albümleri Almanya’da da basılıyor, hatta buradaki baskılar kalite olarak biraz daha iyi. Mesela Barış Manço’nun Dağlar Dağlar plağı iki ülkede de basılmış ama Türkiye’deki mono iken Almanya’daki stereo. Koleksiyoncular da stereonun peşinde.
Belgeselde Ömer Almanya’dan gibi koleksiyonerlere de yer vermişsiniz. Bu ne boyutta?
Koleksiyonculuk önemli. Epey büyük bir VHS piyasası var, Çetin İnanç filmleri şu an çok pahalı. Kaset ve plak piyasası da öyle, Türkiye ile yoğun alışveriş yapılıyor. Eskiden fiyatlandırma açısından daha özgürdü ama şu an fiyatlar internette Discogs üzerinden belirleniyor. Benim de alışveriş yaptığım abiler var, zamanında hangi depodan topluca satın almışlar bilmiyorum ama çıktıkça çıkıyor. Mesela geçenlerde Grup Turbo’nun kasetini arıyordum, bir arkadaştan çıktı, gittim aldım. Bir de kasetin süresi plağa göre daha uzun olduğu için aynı anda plak ve kaset olarak yayımlanan albümlerin kasetlerinde fazladan bir şarkı daha var. Bu tür incelikler ilgi çekici.
“İnsanların kültürü Alman televizyonuna o kadar az yansıyordu ki buradaki camia ekranda Türkiyeli birini görünce coşuyordu.”
Alman medyasındaki yansıma ne boyutta?
Çok az. Biz arşivlere girdik ve hemen hemen her şeyi toparladık. Hepsini bir araya koyunca çokmuş gibi gözüküyor ama yıllara yayınca çok az. 90’larda İbrahim Tatlıses Die Harald Schmidt Show isimli bir programa konuk olmuştu mesela, herkes o programı hafızasına kaydetmiştir. İnsanların kültürü Alman televizyonuna o kadar az yansıyordu ki buradaki camia ekranda Türkiyeli birini görünce coşuyordu. Örneğin Alarm Für Cobra 11 (Kobra Takibi) adlı bir polisiyede Türkiyeli bir komiser vardı, herkesin gururu olmuştu. Türkiyeli derken Kürt, Ermeni herkesi katıyorum. Günümüzde de durum harika değil ama çok sükse yapan isimler var. Mesela Almanca, Arapça ve Türkçeyi harmanlayıp hip hop yapan Summer Cem gibileri. Dildeki geçişkenlik hip hop kültüründe artık çok normal bir olgu. Yüksel Özkasap, 60’larda Türk kaset dükkânlarında milyonlarca albüm satarken Almanya’daki dağıtım ağının içinde olmadığı için Billboard listelerine girmiyordu. O durum artık değişiyor, tabii günümüzde bunları streaming platformları belirliyor. Mesela Ezhel, 4-5 senedir Berlin’de ve çok görünür. Mero da öyle; Almanca, Türkçe ve Arapça sözler yazıyor. Türkiye’de Almanca bilmeyen arkadaşlar Mero’nun Almanca raplerini söyleyebilirken burada Türkçe bilmeyen Almanlar da Türkçe rapleri söyleyebiliyor.
Peki bu görünürlük izin verilen ölçüde mi?
Hayır, iş artık kontrollerinden çıktığı için. İnternet sonrasında rap yapan göçmenler kendilerini internet üzerinden duyurabildikleri için büyük şirketler de duruma uyandı. Mesela 15-20 sene kadar öncesini düşünün, o dönem Kool Savas ve Azad gibi isimler vardı. Bu sanatçılar artık büyük plak şirketlerine ihtiyaçları olmadığını gördüler, internet ekonomisi işin içine girince büyük şirketler de onları dışlayamayacağını fark etti. Zaten o şirketler aslında dinleyicinin ne istediğini bilmiyor. İnternet döneminde gençlerin ne dinlediğini kolayca tespit etmek mümkün, onların tekeli de böylece ortadan kalktı. Mesela Pashanim isminde Berlinli bir rapçinin bir şarkısı Spotify üzerinden hiçbir şirkete bağlı olmaksızın 120 milyon kez dinleniyor.
Belgesel, müzik tarihiyle birlikte siyasi tarihin de izini sürüyor. Duyduğumuz birçok müzik de birer politik ifade biçimi. Bugün işin eğlence tarafı daha mı ağır basıyor?
İkisi de var. Haftbefehl’i düşünün mesela. Kürt kökenli bir sanatçı, en ünlü rapçilerden biri, onun gibi bir de Xatar var. Kadınlardan, paradan, suç dünyasından da bahseder ama “Depressionen im Ghetto” gibi çok politik bir şarkısı da var, videosu da müthiş. Biraz karışık bir hadise. Ama bu Aşık Metin Türköz için de geçerli, sadece göçmenlerin dertlerinden ve siyasetten bahsetmiyor, “Sarışın Alman Kızı” diye bir şarkı da yapmış. Ata Canani de öyle, iki politik şarkısını biliyoruz ama düğünlerde de çalıyor. Derdiyoklar da aynı şekilde, düğünlerde elbet apolitik şarkılar, türküler, halaylar, Alevi geleneğinden geldiklerinden deyişler çalıyorlar ve aynı zamanda “Yaz Gazeteci Yaz” gibi Türkiye’yi eleştiren bir eseri ya da “Liebe Gabi” isminde Almanya’daki ırkçılığı konu eden bir eseri de dinleyicilerine sunabiliyorlar. Eğlence kültürü ve toplum veya siyaset eleştirisi içeren eserler bazen iç içe olabiliyor.
Belgeselde arada Kürtçe Şarkılar veya Maraş Dramı isimli kasetlere denk geliyoruz. Türkiye’de Kürtçe üzerinde ağır baskılar olduğu dönemde Almanya’da vaziyet nasıldı?
Hem 1971 muhtırası, hem de 12 Eylül sonrasında Kürt müziği Almanya’ya geldi ve burada özgürce yapılabildi. Kürtçe Türkiye’de yasakken Kürt müziği Almanya’da gelişebildi. Mesela Şivan Perwer 1976’dan itibaren burada yaşadı. Önemli Kürt ozanlarından Emekçi de 80 darbesi sonrası geldi. Filmde arada göstersek de Kürt müziklerine çok giremedik zira o başlı başına bir belgesel konusu. Kürt müzik piyasası Almanya’da çok geniş, Almanya’nın farklı bölgelerine göre de çeşitlilik gösteriyor.
Başka sürgün edilen sanatçılar da var elbet. Aşık Şah Turna, Ruhi Su’nun öğrencisi Sümeyra, Melike Demirağ ve eşi Şanar Yurdatapan, Fuat Saka, hepsi Almanya’da sürgündeydi. Zülfü Livaneli İsveç’te, Yılmaz Güney Paris’te. Sürgün hikâyesi bilinmeyen bir isim ise Bülent Ersoy, darbe sonrası sahne yasağı olduğu için yedi sene Almanya’da kaldı. Tam da Cem Karaca’nın burada bulunduğu dönemde. Başka bilinmeyen öykü de Cem Karaca’nın Almanya’ya gelişi. Darbe oldu ve Cem Karaca kaçtı diye genel bir algı var. Oysa ki Cem Karaca darbe olduğunda zaten Almanya’daydı, yurda dönme çağrısı yapılınca bir sürü eseri mahkemelik olduğu için geri dönemedi, dönmediğinden vatandaşlıktan çıkarıldı. Selda Bağcan da yurt dışındaydı mesela ama o döndü.
“90’larda ırkçı saldırılar gerçekleşince hip hop bir ifade biçimi olarak patlıyor. Buradaki 800 bin gencin içinden konuşuyor, benim de içimden konuşuyor, bize bir kimlik veriyor.”
80’lerden biraz öncesine dönüp filmde önemli yer ayırdığınız 1973 Ford grevine gelelim. Bu direnişin öyküsü nedir?
Oradaki kilit isim o dönem fabrikada kısa süredir çalışan Baha Targün. Ford fabrikasında o dönem çalışma koşulları özellikle yabancı işçiler için çok kötü. İsçiler ama bir türlü örgütlenemiyorlar, kendilerini ifade edemiyorlar. Ve bir anda aslında Almanya’ya okumaya gelmiş olan bir üniversite öğrencisi Türkiyelilerin sesi oluyor. Kendi de bu direniş kültüründen geliyor, Almanca’yı çok hızlı öğrenmiş ve aynı hızla organizasyona girişiyor. Buradaki komünist partiler de dışarıdan destekliyorlar. Hatta Ford, “Bunlar komünist, beyninizi yıkıyorlar” tarzı karşı propaganda yapıyor. Baha Targün işin solculuğundan çok hak arayışı tarafında. Dil bildiği için temsilci oluyor ve grev sonrasında büyük baskılara ve hedef göstermelere maruz kalıyor. Resmi boy boy Alman gazetelerinde yayımlandığından bıyığını kesmek zorunda kalıyor. Sonunda da sınır dışı ediliyor.
O direnişte İtalyan misafir işçilerin de rolü var, kendi ülkelerindeki işçi hareketinin ve komünist kültürün izlerini beraberlerinde getirip çok iyi örgütleniyorlar. Tabii o grev dört-beş gün sonra polis gücüyle dağıtıldı, insanlar darp edildi. Sendikalar da desteklemedi. Alman işçiler o dayanışmanın içinde pek yoktular. Esas başka önemli bir olay, aynı sene Neuss şehrinde bir karbüratör fabrikasında gerçekleşen Pierburg grevi. Aynı işi yapıp daha az para alan kadınların hak arayışı, ikinci maaş grubu deniyor buna. Orada Alman, Yunan, Yugoslav ve Türk kadınları gerçekten dayanışma içindeler ve başarıya ulaşıyorlar. Bunun sebebiyse o fabrikanın ülkedeki üretimin yüzde 80’i kadarına sahip olması, o fabrikanın durması demek tüm otomotiv sektörünün durması demek.
80’lerdeki başka bir gelişme ise eğlence sektörünün patlaması. Berlin’deki Turkish Bazaar’a Türkiye’den büyük yıldızlar geliyor. Neşet Ertaş’ı kendi küçük dükkânında bağlama çalarken görüyoruz. Düğünlerde de büyük paralar dönüyor. Öte yandan birçok göçmen de yoksulluk ve geleceksizlikle yüz yüze. Belgeselin Deutschmarks bölümüne dair neler söylersiniz?
O bölümde ilk olarak paranın hangi koşullarda, ne kadar zor kazanıldığını anlattık. Sonrasındaysa bu paranın nasıl harcandığını ve tüketim alışkanlıklarını. 1973’ten ve grev dalgasından sonra Almanya hükümeti artık Türkiyelileri misafir işçi olarak almamaya karar veriyor. İşçiler de yasaların daha da sertleşeceği korkusuyla ailelerini getirmeye başlıyor. 1971 muhtırası sonrası Türkiye’deki toplumsal hava malum, çocuklarını Almanya’ya getirirlerse sokakta öldürülmeyeceklerini düşünüyorlar aynı zamanda. Ailelerin gelmesinin çeşitli etkileri var. Öncelikle hayat muhafazakarlaşıyor. Artık işçiler işten sonra birahaneye ya da geneleve gidemiyor mesela. Heim’lardan çıkıp ev kiralıyorlar, hurda evler fahiş fiyatlara Türklere kiralanıyor. Normal bir aile ortamı için yemek pişirmek lazım, Türkiye’den ürün lazım. Mesela Almanya’da o dönem patlıcan bulamadıklarından bahseder ilk nesil göçmenler. Dükkânlar açılıyor, 1973 sonrasında işsizlik yüksek olduğu için bir sürü insan esnaf oluyor. O dönem yabancılara dükkân açma izni verilmediğinden bir Alman ortak gerekli, ona da para ödüyorlar. Türklerin yoğun olduğu bölgelerde dükkânların açılmasıyla bir piyasa oluşuyor. Aileler gelince sünnet, nikah, nişan gibi özel günleri kutlamak, düğün yapmak şart. Onun için de müzisyen lazım. Bazı göçmenler 80’lerde iyi de para kazanıyor, herkes vasıfsız işçi değil, bazıları kendini çok iyi geliştiriyor, refah seviyesi yüksek. Gazinolarda harcanan paralar bu paralar. O dönem 3500-4000 mark kazanan bir işçi ve eşi de 2000 mark kazansa, iki haftada bir rahatça gazinoya gidip ailece eğlenebiliyorlar. Cavidan Hanım’ın filmde “kara para” dediği kısmı ise işin mafya ve suç tarafı. Ama genel olarak refah yükselmiş o dönem, mark dendiğinde de hafızada o bolluk ve bereket kalmış. Batı ve Doğu Almanya birleşince işsizlik artıyor, insanlar hissiyat olarak daha az para kazanıyor. Gazino ve düğün kültürü de değişiyor, düğünler profesyonelleşiyor, gazino kültürü yavaş yavaş yok oluyor.
Bu öykülerde Almanların yerine Türkleri, Türklerin yerine Suriyelileri koyunca bugüne dair bir resim de çıkıyor. 80’lerde ekonomik kriz arttıkça Almanya’da bir günah keçisi lazım, tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi. Duvarın çökmesi ve Solingen gibi katliamların sonrasında bir öz müdafaa yöntemi olarak hip hop çıkıyor.
Hip hop daha öncesinde de var, 80’lerin başında büyük bir break dans furyası mevcut. İlk başta Alman çocukları da işin içinde ama sonra onlar bırakıyor ve göçmen işçi sınıfı çocukları bu kültürü devam ettiriyor. Farklı şehirlerde farklı figürler ön plana çıkıyor. Zaten hip hop kültürü ABD’den gelen bir direniş kültürü, Grandmaster Flash ve The Furious Five’dan “The Message”ı dinleyince “Bu tam da benim hissettiklerimi anlatıyor” diyorsunuz. Hip hop önce İngilizce yapılıyor, başka dillerde yapılabileceği ihtimali başta akla gelmiyor. İşçi çocukları daha çok dans ediyor çünkü graffiti için boya, DJ’lik için plak lazım, dans etmekse beleş. 80’lerin sonunda iki Almanya birleşince Alman hip hop’u diye bir şey türüyor. Mesela Die Fantastischen Vier diye bir grup çok popüler oluyor ama 90’larda her şeyin Alman olması lazım. Birleşme sonrası yaşanan öforya sebebiyle popüler kültürde hibrit bir konsepte yer yok. Böyle olunca yabancı kökenlilerin geliştirmiş olduğu hip hop kültürü arka planda kalıyor, kendilerini gösteremiyorlar. Onların yaptığı da siyasi bir hip hop. ITC Microphone Mafia, Sons of Gastarbeita, King Size Terror ve Karakan gibi gruplar var. Cartel’in büyümesi ise başka bir hikâye çünkü o Türkiye’ye özgü bir olay, Almanya’da karşılığı yok. İkinci jenerasyon Almanya’ya sonradan getirilmiş, kötü koşullarda çalışıyorlar ve öfke dolular. 90’larda ırkçı saldırılar gerçekleşince hip hop bir ifade biçimi olarak patlıyor. Buradaki 800 bin gencin içinden konuşuyor, benim de içimden konuşuyor, bize bir kimlik veriyor. O güne dek sesimiz duyulmamış. Sesimizi arabesk ile duyuramıyoruz, arabesk anne-babalarımızın kendini ifade ettiği müzik. Bize başka bir müzik gerekiyordu, o da hip hop oldu.
“Alman arşivlerinde, mesela Cem Karaca gibi bir sanatçı ile ilgili araştırma yaparken, sanatçı isimlerini kasten yanlış yazıp aradık. Bir Alman’ın nasıl yazmış olabileceğini tahmin etmeye çalıştık ve bazı görüntüleri bu yöntemle bulduk.”
İmran Ayata ırkçılığa karşı üretilen müziğin de her zaman doğru yerde durmayabileceğini söylüyor belgeselde. Katılıyor musunuz?
Evet, ırkçılığa karşı mücadele ederken ırkçı da olabilirsiniz, bazen de istemeyerek hatta. Örneğin Cartel. Türkiye’de büyük sükse yapınca, sağcılar tarafından alet edilmeye çalışıldı. Şarkı sözlerine başka anlamlar yüklendi. Mesela “Biz Türküz, ya özgürüz ya ölürüz” dediğinde bu söz Almanya için geçerli. Bunu unutup Cartel’i Türkiye´deki sağ siyasetle ilişkilendirdiğimizde büyük haksızlık yapmış oluruz. Almanya’da Türk bayrağını havaya kaldırmakla Türkiye’de, hele de 90’larda, Türk bayrağını havaya kaldırmak aynı şeyi ifade etmiyor. Elbette Türk bayraklı bir grup Almanya’dan geldiğinde bu Türkiye konjonktüründe yanlış yoruma açıktır ama Cartel onlarca söyleşide ırkçı ya da milliyetçi olmadıklarını, şarkılarında Almanya’daki direnişlerinden ve kardeşlikten bahsettiklerini ifade ediyor.
Belgesel için arşiv çalışmasını nerede yaptınız, topladığınız materyali bir araya getirirken neleri göz önüne aldınız?
Filmin yapımında farklı arşivlere girdik. Hem özel arşivlere, mesela düğün kameramanlarının arşivlerine, hem de Almanya’daki kamu kuruluşlarının arşivlerine, mesela farklı televizyon kanallarınınkine. Ayrıca kişisel arşivimden de faydalandık. 16mm, 8mm ve video kasetler gibi bazı materyallerin dijital olmamasından dolayı birtakım görselleri dijitale kendimiz aktardık, ayrıca plak ve kasetlerden de aktarmalar yaptık. Araştırma yaparken de müzik kültürü dışında yabancı işçiler veya göç üzerine bulabildiğimiz kurmaca filmler, belgeseller, eğitim programları gibi her şeyi değerlendirdik. Türkiye’de Almanya’ya göç ile ilgili birçok film çekildi, onları da unutmadık. Böylece çok geniş bir havuzdan yararlanabildik. Bunca malzemeyi organize etmek ve aradığımızı kolayca bulabilmek için arşiv yapımcımız Ufuk Cam ile beraber bir arşivleme ve kataloglama yöntemi geliştirdik. Ek olarak, Alman arşivlerinde, mesela Cem Karaca gibi bir sanatçı ile ilgili araştırma yaparken, sanatçı isimlerini kasten yanlış yazıp aradık. Bir Alman’ın nasıl yazmış olabileceğini tahmin etmeye çalıştık ve bazı görüntüleri bu yöntemle bulduk.
Panorama bölümünde ödül aldığınız Berlinale’deki deneyiminiz nasıldı? Film ne tür tepkiler aldı?
Biz Panorama bölümünde belgesel dalında seyirci ödülüne layık görüldük. Seyirciler filmimizi beğenip seçmişler, eksik olmasınlar. Film zaten festivalde çok konuşuluyordu, seanslara bilet bulunamıyordu. Prömiyerdeki tepkiler çok iyiydi, salon coştu diyebilirim. Ama prömiyer bu malum, film çok kötü değilse genelde böyle olur. Bu yüzden filmi bir daha Zoo Palast isimli büyük bir salonda seyirciyle beraber izledim ve gerçekten seyirci ile çok sıkı bir bağ kurduğunu anladım, bu beni çok mutlu etti.
Röportaj: Yiğit Atılgan