Finding Vivian Maier belgeseli, John Maloof’un 2009’da tesadüfen satın aldığı bir sandık dolusu sokak fotoğrafı üzerine çıktığı bir keşif hikâyesi. Ancak film, sanatçıyı ölümünden sonra keşfetme derdinin ötesinde bir dizi sorunlu başlık açıyor. Sanat ve yeni yaşam biçimleri üretebilmenin olasılığı ve sanatın cinsiyet ekonomisi üzerine…


Image

1950’lerden 1990’lı yıllara kadar Chicago ve New York’ta çocuk bakıcılığı yaparak hayatını kazanan Vivian Maier, bu yıllarda boynuna astığı Rolleiflex fotoğraf makinesi ile çektiği yüz binlerce sokak fotoğrafının ancak ölümünün ardından 2009 yılında bulunmasından sonra keşfedilen bir amatör fotoğrafçı ve bağımlılık derecesinde ıvır zıvır ve gazete toplamış bir koleksiyoncu. Maier’ın çektiği bir koli dolusu banyo edilmemiş negatifi tesadüfen bir açık artırmada satın alan John Maloof, şu an dünyanın çeşitli yerlerinde gösterimde olan Finding Vivian Maier isimli filmin hem anlatıcılığını hem de yönetmenliğini (Benim Cici Silahım’ın yapımcısı olan Charlie Siskel ile birlikte) üstleniyor. Film, bir yandan Maloof’un fotoğrafları bulması ile başlayan arşivleme ve araştırma yolculuğunu izlerken bir yandan da Maier’ı az da olsa tanıyan, çoğunluğu işverenlerinden oluşan bir grup orta sınıf bireyin anıları ve hikâyeleri üzerinden Maier’ın eksantrik kişiliğinin gizemini çözmeye çalışıyor.

Film işte bu birbiriyle çelişen iki kulvarda dönüşümlü bir diyalektik izliyor: Bir yandan röportaj yapılan kişilerin kolektif bir biçimde Maier’ın hayatından dramatik bir hikâye çıkarma çabasını bir o kadar dramatik ve duygu yönlendirici müzikler eşliğinde sunarken öte yandan Maloof’un üstlendiği görevin maddi koşullarını nicel detaylar vermeye özen göstererek ele alıyor. (Maier’e ait eşyalar ve negatiflerle dolu ilk kolinin 380 dolara satılmasından, müzelerin yeterli fona sahip olmadıkları gerekçesiyle Maier’ın negatiflerini arşivlemeyi reddetmelerine kadar Maloof’un karşılaştığı güçlükleri de hikâyenin beraberinde dinliyoruz.) Öncelikle Maloof’un emeğine dair bu detaylar, belgesel türünün kendi gerçeklik ve temsil taahhütlerini sorgulamasından kaynaklı anlatı arayışları gibi görünse de, filmin sonunda Maloof’un kendini haklı çıkaran gururlu kapanış mesajına bağlanıyor: “Tüm bu zorluklara rağmen 20. yüzyılın en yetenekli sanatçılarından birinin eserlerini gün ışığına çıkardığım için çok mutluyum.”

Bu kapanış mesajı, elbette filmin başından beri sorunsallaştırdığı, eserlerin sanatçının ölümünden sonra sahiplenilmesi ve sergilenmesi meselesini gerekçelendirme kaygısıyla doğrudan ilişkilendirilebilir. Maloof böylelikle, Maier’ın hayattayken kendisi dâhil hiçkimseye göstermemeyi tercih ettiği fotoğraflarının olağanüstü estetik ve tarihsel değerinden edindiği kârı, doğrudan sanata ve insanlığa aktarmakla, bu etik sorunun içinden çıkıyor gibi görünüyor. 2009’da sessiz sedasız bir başına ölen Vivian Maier’ı “bulmak” için başlatılan bu kolektif çaba da, hayatta olduğu dönemde uymamayı seçtiği birçok kalıp ve norma “bana bakmayın” dercesine direnen bir kadının, ölümünden sonra kâr getiren kült bir sanatçı olarak yeniden keşfedilmesinin rahatsız edici hikâyesine dönüşüyor

Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image

Sanatçının bir dadı olarak portresi
Virginia Woolf, Kendine Ait bir Oda adlı denemesinde, kültürel tarihteki erkek egemenliğinin meşhur “neden siz kadınlar Shakespeare gibi bir yazar çıkaramadınız?” sorusuna cevaben Shakespeare’in bir kızkardeşi olduğunu varsayar ve şöyle der: “İnanıyorum ki, hayattayken bir tek sözcük bile yazmamış olan, yolların kesiştiği bir yerde gömülü bu kadın şair hâlâ yaşıyor. Benim içimde ve sizin içinizde ve bulaşık yıkayıp çocukları yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan birçok başka kadının içinde yaşıyor. Yaşıyor, çünkü büyük ozanlar ölmez, yalnızca kanlı canlı aramızda dolaşma fırsatına gereksinimleri vardır.” Vivian Maier işte Woolf’un bahsettiği bu kanlı canlı dolaşma ihtiyacını, dadılıktan kazandığı para ile kendine ait bir oda edinerek ve o odaya ancak kamerasının gözüyle görebildiği ve kaydedebildiği “dışarıyı” sığdırarak gidermiş. Anlaşılan o ki, kimliğin birebir iletişimle değil de topluluğa sosyal medyadan yayım yoluyla oluşturulduğu günümüzde, bu görünme ihtiyacını gütmeyen bir varoluş biçimini anlamlandırmak büyük çaba istiyor. Maier’ı tanıyan tanımayan herkes, bu kadar yetenekli bir fotoğrafçının neden kendine bir sanatçı kimliği oluşturmaktansa çocuk bakıcılığı gibi sıradan (ve filme inanacak olursak, bir nebze acınası bir mesleği) seçtiğini anlamlandırmakta güçlük çekiyor. Elbette Maier’ın sancılı olduğu anlaşılan toplama, biriktirme ve saklama bağımlılığını ve sosyal handikapını yalnız cinsiyet baskısı ile açıklamak indirgeyici olur. Fakat filmde kendine yer edinebilmiş olan her röportaj, bir şekilde Maier’ın cinsiyetinin kalıplarına uymayışını iç acıtıcı ve patolojize edici klişelerle ve gerekçelerle açıklama çabasına girişiyor. Maier’ın işverenlerinden biri “Nazi askeri gibi” yürüdüğünü söylüyor, bir diğeri ise kasılı duruşunu “erkek düşmanı” oluşuna, bu durumu ise geçmişte tacize uğramış olması ihtimaline bağlıyor. Bir noktada “kötü anne” klişesi de elbet devreye giriyor: Maier’ın kadın olmayı beceremeyişi, bakıcılığını üstlendiği çocuklara yer yer gösterdiği soğuk duruş ve hattâ şiddet ve istismara varan davranışları ile daha da budaklandırılıyor. Tüm bu görüşler, Maier’ın özünden ziyade, beyaz orta sınıf Amerika’sının marjinal duruş ve varoluş biçimleri ile karşılaştığında ne gibi naratifler üretmeye girişebileceğine dair ipuçları sunuyor.

Bu arızalı hikâyeleştirme biçmine rağmen, Maloof’un filmine belki de hakkını teslim etmek gerek. Yine de temkinle, çünkü bu durum aslında büyük ölçüde Maier’ın filmin üzerinde hayalet gibi gezinen duruşu, toplama saplantısı ve fotoğraflarının büyüleyici ifadelerinden kaynaklanıyor. Saplantılı toplayıcılık ve koleksiyonculuk, kültürel olarak (en azından Batı’da) patolojize edilen, yine de merak uyandıran ve ara ara da özenilen bir durum: Toplayıcılar özellikle geçiciliğin ve uçuculuğun hüküm sürdüğü günümüzde bir nevi geçmişe bağımlılık hastalığından muzdarip olarak görülür, ve uçuculuğa kıt kanaat uyum sağlayabilmiş çoğunluk üzerinde bir merak ve özenme duygusu uyandırır. Her ne kadar yönetmen Maloof’un kendisi de bu bağımlılığı paylaşan bir araştırmacı olsa da, filmde Maier’ın saplantısını aşırı derecede dramatize etmekten ve acınılası bir hastalık hâline getirmekten kaçınmıyor. Maier’ın geçmişte dadılık yaptığı kişilerden biri, filmin sonunda biraz olsun karşı bir görüş ifade ediyor: “Ne kadar zorluklar içinde de olsa, o hayatını kendi istediği gibi yaşadı, çünkü başkalarının başarı standartlarına sahip değildi.” Maier’ın saplantısı ve kapalılığına ve filmde bir türlü anlam verilemeyen gizemine belki de bu saf arzu meselesi açıklık getiriyor. Belki de Maier için, saf görme arzusunun ve merakın sonucunun kendini ne şekilde tezahür ettiği bir anlam ifade etmiyordu ve sürecin kendisi son üründen çok daha önemliydi.

Yazar Germaine Greer, Town Bloody Hall adlı 1971 yapımı belgeselin sonunda kadın sanatçı olabilmenin koşullarından bahsederken, Freud’un son derece talihsiz sanatçı tanımına gönderme yapar. Freud’a göre sanatçı, şeref, güç, zenginlik ve kadınların sevgisini kazanmaya çalışan bir adamdır. Greer konuşmasını şöyle bitirir: “Şuna kuvvetle inanıyorum ki bu devrim gerçekleştiğinde sanat nadideliği, pahalılığı, anlaşılmazlığı ya da olağanüstü pazarlama biçimleri ile tanımlanır olmaktan çıkacak ve hepimizin en doğal hakkı hâline gelecek ve biz bunu Freud’un hiç anlamadığı o sanatçılar gibi yapacağız: Chartres Katedralini ya da Bizans’ın mozaiklerini yapan, ne adı ne de egosu olan sanatçılar.” Film böylece Maier’a ancak yaşarken sahip olmadığı sanatçı kimliği üzerinden değer biçebiliyor ve bir dadı olarak saygı atfetmeyi reddediyor. Ancak belki de sanatçı olabilmenin ilk koşulu bu basit ekonomiden geçer, Maier’ın dışarı çıkıp o müthiş gözüyle dünyayı görebilmesini mümkün kılan bakıcılık mesleğidir, kim bilir?

Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
Image
  1. Asad Faulwell’in unutulmuşlara adadığı mabetler: “Les Femmes D’Alger”

    Asad Faulwell zor işlerden korkmuyor. O yüzden Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda savaşmış kadınlar gibi bir konuya yoğunlaştığında, her şeyi bırakarak hayal

  2. Çok insan az hareket: Milan Kundera’yla bir kolun hikâyesi

    Bu yıl 85. yaşını geride bırakan Milan Kundera’nın Ölümsüzlük romanından hareketle bir kolun hikâyesini takip ediyor ve her geçen gün yıkımına daha

  3. Türkiye ve en çetin ceviz “izm”: Militarizm

    Bu sene İletişim Yayınları’ndan Türkiye’de Militarizm: Zihniyet, Pratik ve Propaganda adlı kitabını yayımlayan Güven Gürkan Öztan’la militarizmin tanımı ve tezahürlerinden güncel siyasete… 

  4. Sanatın cinsiyet ekonomisi: Vivian Maier’ı Bulmak

    Finding Vivian Maier belgeseli, John Maloof’un 2009’da tesadüfen satın aldığı bir sandık dolusu sokak fotoğrafı üzerine çıktığı bir keşif hikâyesi. Ancak film, sanatçıyı ölümünden sonra keşfetme derdinin ötesinde bir dizi sorunlu başlık açıyor. Sanat ve yeni yaşam biçimleri üretebilmenin olasılığı ve sanatın cinsiyet ekonomisi üzerine...

  5. Adult Jazz: İletişimin sınırları ve alışılmadık tınılar

    İngiliz grup Adult Jazz’a ilk albümü Gist Is’le ilgili detayları sorduk!

  6. Hayali Bollywood filmine müzikler: The Bombay Royale

    Dinleyicisine sinematik bir işitsel deneyim yaşatan Avustralyalı grup The Bombay Royale’in son albümünü dinlemeye doyamadık ve sorularımızı grubun beyni Andy Williamson’a yanıtlattık.

  7. Şarkı şarkı Allah-Las albümü

    Kaliforniya'da tek dertleri denize yakın yerlerde dolaşmak, sörf yapmak, kamp ateşi yakmak ve müzik yapmak olan dört arkadaştan kurulu Allah-Las yeni albümünde bu kez güneşe tapıyor. Worship The Sun’ı Eylül ortasında yayınlayacak gruba albümdeki şarkıları tek tek sorduk, cevapları da Baysan Yüksel’e çizdirdik.

  8. Karanlık ve kararlı: Peygamber Vitesi

    2012’den bu yana müziğini dinleyiciye ulaştıran Peygamber Vitesi’nden Kutay Soyocak’la grubun, insan ve ayı arasında süregelmiş iktidar değişiminden ilham alan yeni albümü üzerine konuştuk.

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yeni müziğe dair bu ayki mesaimiz, artısıyla eksisiyle, burada!

  10. Müziğe dair kısalar…

    *Susun!Yazı: Alex Mazonowicz Canlı performansların gizemi artık 7/24 internete bağlı olan bir toplum tarafından tüketildi mi? Ya da… Yakın tarihte

  11. Remake, Remix, Rip-Off: Yeşilçam’da yeniden yapımlar ve kopya kültürü

    Yönetmen Cem Kaya’nın altı yılı aşkın süredir üzerinde çalışmakta olduğu, Türk pop sinemasındaki yeniden yapımları ve kopyalama kültürünü odağına oturtan filmi Remake, Remix, Rip-Off’un dünya promiyerini yapması şerefine, Cem Kaya ve hayat arkadaşı Gözen Atila’yı konuşturduk.

  12. Görmek için göz gerekmez: Eskil Vogt ile Blind üzerine

    Bu ay gösterime giren Blind’ın yazar ve yönetmeni Eskil Vogt, ilk uzun metraj deneyimini, yalnız ve karamsar karakterlerini ve İstanbul’u anlattı.

  13. 12 yıla yayılan sinemasal bir tecrübe: Boyhood

    Amerikan bağımsız sinemasının en sevilen yönetmenlerinden Richard Linklater’ın son filmi Boyhood, 12 yıla yayılan epik bir büyüme hikâyesi… Kapanış filmi olduğu !F İstanbul’un şanslı bir grup izleyicisi tarafından perdede görülme şansına erişilen Boyhood’un gösterime girme ihtimalinin olmadığını öğrendiğimiz bu günlerde, filme sayfalarımızda yer vermemiş olmak istemedik.

  14. Bu ay ne izlesem?

    Sinema salonlarına çok sayıda kayda değer filmin uğramadığı yaz ayları sona erip festival sezonu açılırken yılın merakla beklenen yerli ve yabancı yapımları da bir bir vizyonda seyircisiyle buluşmaya başlıyor.

  15. Hans van der Meer: Futbolun stadyumda olmayanını severim

    Şampiyonlar Ligi ve stadyumlardan uzak bir futbol aşkını, Avrupa’daki amatör futbol sahalarını dolaşıp burnumuza toprak sahaların kokusunu getiren fotoğraflarla belgeleyen Hollandalı sanatçı Hans van der Meer ile son kitabı European Fields vesilesiyle konuştuk.

  16. Eğlenmenin politikası: Berlin’in kuir partileri

    Emma Goldman’ın “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” sözü aşkına, uyku sevmeyen şehir Berlin’i Berlin yapan kuir partilerin yaratıcılarına kulak verin.

  17. Esrarengiz topluluğun kalıcı mirasları: Osman Hasan ve Dönme mezar taşları

    C. Mehmet Kösemen ile Dönme Yahudi mezar taşlarının üzerinde bulduğu, Osman Hasan imzalı portreleri belgeleyen yeni kitabı Osman Hasan and the Tombstone Photographs of the Dönmes üzerine konuştuk.

  18. Karanlık İşler Atölyesi: “Ülkeye sanat orgazmı yaşatmaya hazırlanıyoruz”

    Karanlık İşler Atölyesi popüler kültür ve çağdaş sanata eleştirel bakan yenilikçi bir sanat inisiyatifi olarak ortaya çıktı. İstanbul Balat’ta açılan Atölye Evi, yazın 10 hafta süren ilk atölyesini gerçekleştirdi. Sanat algımızı değiştirmek adına kararlı görünen Karanlık İşler Atölyesi’nin kurucusu Dilek Keleş sorularımızı yanıtladı ve karşı duruşunu açıkladı.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürleri J. Hakan Dedeoğ[email protected] Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör