Bu sene dijital formatta üç albüm yayınlayan Arto Tunçboyacıyan’ı geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye geldiği kısa dönemde yakaladık. Grammy Ödüllü Tunçboyacıyan bize müziği ve yaşamı kendi doğrularıyla ve içtenlikle anlattı.


Arto Tunçboyacıyan herkesin adını duyduğu zaman saygıyla eğildiği bir insan. Türkiye’de doğup yaşamış Ermeni müzisyen uzun süredir Amerika’da. Grammy Ödüllü sanatçı bu sene dijital formatta üç albüm çıkardı: Fake IslandLife Is Deeper Then What You Think Brother ve SMS: Wrong Door Right Direction. Yazın Türkiye’ye geldiği kısa bir dönemde onu yakaladık ve Türkiye’deki müzik edisyon şirketi Universal Music Taxim Edition’ın terasında sohbet tadında bir röportaj gerçekleştirdik. Üzerinde “If you want peace and happiness in the world, there is a good medicine: Honesty” (Dünyada barış ve mutluluk istiyorsan iyi bir ilaç var: Dürüstlük) yazan tişörtüyle, bize müziği ve yaşamı kendi doğrularıyla ve içtenlikle anlatmaya başladı.

Müziğinizi kendi deyiminizle “avangart folk” olarak tanımlıyorsunuz. Bu tanımı bizim için biraz açabilir misiniz?

Folk bir insanın özü, baharatı… Avangart ise o insanın hayat tecrübelerini göz önünde bulundurarak yarın için neler hayal ettiği. Bence müzikte giyimi şöyle olmalı, şu ülkeden gelmeli, bu enstrümanı çalmalı gibi bir şey olmamalı. Tamamen açık bir şekilde, bir yönlendirme olmadan yapılmalı. Müzik, bir insanın kendi hayallerini gelecek için veya geçmiş için paylaşmasıdır. Hayal derken sahte bir şeyden bahsetmiyorum çünkü her gerçek bir hayalle başlıyor. Hayal ediyorsun, zamanla, tecrübeyle onun gerçeğine erişiyorsun. Farklı müzikler çaldığım zaman bile hiçbir zaman “Ben caz veya klasik çalıyorum” demiyorum. Ben müzik yapıyorum. O duyduğum sese ne kadar adapte olabilirim ona dikkat ediyorum. Şayet bir kültürü anlatan bir şey çalıyorsam, ancak kendi içimdeki kültürü temsil edebilirim.

Bu sene üç albüm çıkardınız. Her birinin de ayrı bir kimliği var. Bunlar üretkenliğinizin ve hayat deneyimlerinizin yoğun olduğu bir dönemde hızla kendiliğinden oluşan albümler miydi yoksa uzun bir çalışmanın birikimi mi?

Aslında deneyimlerimin finali rolünde olduklarını söyleyebilirim. Armenian Navy Band, avangart folk müziğin başlamasına imkân veren grup oldu. Zaten ismi de (Ermenistan’da deniz olmadığı için) bir ironi barındırıyor. Orada söylemek istediğimiz şey şu; bizim için deniz insanların kalbi ve ruhunu simgeliyor. Esasında gemiyi götüren insanlar. Bugün de Armenian Navy Band’in kariyerine baktığın zaman, geminin oldukça yol aldığını söyleyebiliriz.

“BEN İNANIYORUM Kİ VERMEK İSTEDİĞİM MESAJI KULAKLA GÖREN BİR KİTLE DE VAR. SESİN İÇİNDE ŞUUR ALTINDAN İNSANIN RUHUNA GELEN KELİMELER VAR, ONU HİSSEDİYORLAR…”

Hem hayat deneyimlerinizi müziğinizde yansıtmaya hem de sözünü söyleyen şarkılar yapmaya gayret ediyorsunuz. Müziğin sosyal yaşamı etkileme ve bireyleri değiştirme gücü sizce nasıl işliyor? Ya da siz nasıl değiştireceğini umuyorsunuz?

Deneyim değil de yaşam diyelim çünkü ben bir şey denemiyorum. Müzik benim hayatım değil; hayatımın sesi. Müziğin sosyal yaşama etkisini bir ay müzik çalmayınca anlarsın. İnsanlar birbirini yer. Ekmekle müziği mukayese edersen tabii ki insanlar yaşamak için ekmeği daha mantıklı görür. Tabii ki fiziksel olarak ekmeğe ihtiyacımız var. Fakat müzik ve sanat da ruhumuzun ekmeği. Ruhun huzursuz olursa yediğin ekmek bile vücudunda başka bir tesir yapabilir.

Yani daha çok bireysel seviyede etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Toplum için sizce ne gibi faydaları olabilir?

Toplum için de diyorum aynı zamanda. Müzik dediğim şey bir sesli haber. Bazı insanlar söz koyuyor, sözlü haber oluyor. Ama ben müziğimle insanlara yön vermiyorum, sadece fikirlerimi paylaşıyorum. Dikkat edersen bütün yaptığım albümlerin içinde yazı varsa, başında öyle yazar. “Ben insanlara yön vermiyorum, herkes kendi yönünde hareket eder”. Tabii bir insan bir şeyden şikayet ediyorsa ona yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama şikayet etmiyorsa yaptığın yanlıştır şeklinde konuşmuyorum.

Image

Life is Deeper Then What You Think Brother albümünüzde sözlü şarkı sayısı çok az. Şarkıları adlarını okuyup dinleyince, şarkı adında bahsi geçen konuda insanı düşüncelere daldırtıyor. Genel olarak müziğinizde sözleri sık kullanmadığınızı söyleyebiliriz. Şarkıların istenilen hissi ve düşünceyi dinleyiciye yansıtmasında sizce sözlerin ne gibi bir yeri var? Sizce şarkı sözleri dinleyiciyi etkileme ve sizin müzik yapma sürecinizi ne yönde etkiliyor?

Sesimi ilk kullandığım zamanlar şöyle oldu. Bir şey söylemek istiyorsun fakat Türkiye’de denetim var; Türkçen iyi değilse denetimden geçmiyor. Ermenice söyleme şansın da yok. Ben de kendi kendime bir lisan buldum. Ben inanıyorum ki vermek istediğim mesajı kulakla gören bir kitle de var. Sesin içinde şuur altından insanın ruhuna gelen kelimeler var, onu hissediyorlar. Mesela parçayı yazdığımda diyorum ki, “Life is deeper then what you think brother”. Bu ne demek? “Hayat senin gördüğünden daha derindir”. Şarkıdaki sözler benim lisanım, ne Ermenice, ne de Türkçe. Şarkıya adını verdiğim kelimelerin duygusunu koyuyorum o sese. Örneğin bir Japon’a Türkçe şarkı söylesem ne anlayacak ki? Ama hissedebiliyor. Aynı şekilde mamam da hissediyor çünkü mamam seslerin manalarını biliyor. Melodiyi mırıldandım mı mamam biliyor ki ağlayacağız. Japon ise hüzünlü bir şey olduğunu hissediyor. Bunu ilk yapanlardan biriyim ben. Manayı sese aktaran…

“BİZİM İNSANLIĞIMIZ DOĞAYA ADAPTE OLMAYA ÇÇALIŞACAĞINA DOĞAYI ADAPTE ETMEYE ÇALIŞIYOR. HALBUKİ DOĞAYA ADAPTE OLSAK HAYAT O KADAR GÜZEL Kİ…”

Yine bu sene çıkan Fake Island albümünüzdeki aynı isimli şarkı, dili bilmediğim için soruyorum, Ermenice değil mi?

Evet. Türkçe ve İngilizce şarkılarım da var. Epey bir müddet kendi lisanımda okuyordum. Ne zaman insanlarda o senin dediğin sosyal farkındalığı yaratmak istedim, o zaman söz kullanmaya başladım. Türkçe sözlü Hafif Anadolu diye bir albüm yaptım. Hatta Armanian Navy Band’in New Apricot albümüne de Türkçe bir-iki tane söz koydum. Ermenistan’da da aynı niyetle bir albüm yaptım ama amacım pop dünyasına girmek değildi. Orada bir farkındalık yaratmaktı çünkü düşünen ve dinleyen insan her şeyin farkındalığına erişebilir.

Bu şarkıda neler anlattığınızdan bahsedebilir misiniz? Bu sahte ada kim, ne ya da neresi?

Sahte ada bizim kendi yarattığımız dünya, onu sahte bir ada haline getirdik. Üzücü olan, dünyanın kendisi sahte değil. O doğal güzelliği yaşamaktansa onu kendimize uydurmaya uğraşıyoruz. Şarkıdaki sözler diyor ki, “Bir kuş aldı beni bir adaya götürdü. Çok yorgun, kırık bir vaziyette vardım fakat çok hoşuma gitti ada. Berrak bir suda, kuş ağrıları olduğu halde ağrılarıyla dalga geçer gibi dans ediyor. Ayrılma zamanı geldi, göğe uçtu. Tek başına dönüyordu eve…” Yani sonunda yalnız kalıyorsun. İnsan fikirlerini etrafındakilerle paylaştıkça yalnız olduğunu anlıyor. Bu oldukça üzücü. Sosyal hayat; ağlasan da dimdik durmayı, sabırlı olmayı öğretiyor. Ama ufaktan ışık görmeye başladım. Sizlerle konuşurken, sizin duygularınızı gördüğüm zaman süper bir ışık görüyorum. O zaman anlıyorum ki o sabra değiyor. Sonra devam ediyor: “Sonunda tekrar eve yalnız döndü ama yeni fikirlere, yeni hayallere döndü. Başka ne yapabilirdi? Derin nefes aldı, ondan sonra uçtu. Kuş, artık bu kafesten çık ve özgür ol, kendi özgüvenin olsun, durma uç”… Bizim insanlığımız doğaya adapte olmaya çalışacağına doğayı adapte etmeye çalışıyor. Halbuki doğaya adapte olsak hayat o kadar güzel ki. Yediğim bir meyve tarih gibi. Mesela bir meyve yiyince çocukluğum geliyor aklıma…

Müziğinizde açık bir şekilde Türk, Ermeni ve Amerikan kültürünün etkileri var. Bu doğal olarak işleyen bir süreç miydi yoksa bilinçli olarak da müziğinize farklı kültürden ögeler katmaya çaba gösteriyor musunuz?

Bravo valla. Çok temel şeyleri soruyorsun. Çok güzel. Dediğin çok doğru. İnsan kendi olduğu zaman özgün oluyor. Benim o toprakları terk etmem kendimi terk etmem olurdu, öyle bir duygusal salaklığa girmedim. Öteki taraftan da dışarı çıkınca insan görüyor ki bizler gibi iyi niyetli çok insan var. Amerika’da da var, her yerde var. Onlardan etkilenmemin müziğime tabii ki büyük derecede katkısı oluyor. Ancak ne olursa olsun, ne kadar bir yere gelirsem geleyim, benim yaşamadığım, benim içimde olmayan bir şeyi kültürel olarak temsil etmeye soyunmuyorum. Sen, sen olduğun zaman özgünsün. Sen, sen olmaktan korkma. Yine de unutmamak lazım ki ilk adımlar hep bir örnekle, hep gördüklerimizden etkilenerek atılıyor. Aynen ben de öyle başladım. Başkalarının yaptığı bana heves verdi ve beni heyecanlandırdı. Onlardan etkilendim ama taklit etmedim.

Amerika birçok daldan sanatçının yaşamayı hayal ettiği ülkelerden biri. Amerika’da yaşamak hep anlatıldığı gibi sizi ve sanatınızı özgürleştirdi mi? Hem yaşamınıza hem de müziğinize ne gibi katkıları oldu?

Amerika’da sistem burada, nefes alabileceğim bir yerde. Burada dediğim sınır Microsoft, Apple gibi dev şirketlerin olduğu yer. Oraya kadar, sana bana yetecek o kadar çok alan var ki… Şimdi bizim sisteme veya Ermenistan’ın sistemine bakıncaysa, sistem nefes alamayacağınız bir yerde. Ondan sonra, “Niye bizde yaratıcılık yok?” diye soruyoruz. Ya sen bırakmıyorsun ki, adamın ağzından çıkmadan ya hapse sokuyorsun, ya başka bir şey yapıyorsun. Adam da ürkek oluyor. Yani düşünce özgürlüğüne kanun koymak gibi bir saçmalık var. Ondan sonra yaratıcılık beklemek anormal bir şey. Yani ben gideceğim ve yeni nesle diyeceğim ki, “Ya düşünme kardeşim, niye düşünüyorsun. Al işte paramız var, kimi istiyorsun, Eminem mi? Al gidin getirin”. Ne kadar büyük zarar veriyor aslında. Sen düşünme, biz parayı verir alırız. Bu seni hiçbir yere götürmez, hem bir projenin kölesi olursun hem de yarın öbür gün “Şimdi ne düşüneceğim?” diye bakarsın. Amerika’da da oldu. 1980’lerin başında çıktılar dediler ki, “Biz kreatif üretimi durduralım, gitsin Vietnamlılar yapsın”. 15-20 senedir çocuklara, “Ne olmak istiyorsun?” diye sorduğun zaman “Meeh, I don’t know” (Bilmiyorum) diyen bir nesil var şimdi. Her yerde böyle olmaya başladı. Üniversite sana öğretmez. Sen üniversiteye ne istediğini bildiğin için gitmelisin. Üniversite ilkokul ya da lise gibi değil. Yeni nesil önce süper bir atılım yaptı ve hip hop diye bir olay çıkardı. Biz de destek verdik. Sonradan birden bire bunu DJ olayına döndürdüler. Market öyle hızlı değişiyor ki. Şimdilerde müzik kalıcı kalmıyor.

Image

Ermeni kültürünü besleyen ve yaşatan birçok çalışmanız var.

Yok öyle bir çalışmam.

Fakat Ermeni sanatçılarla sık sık çalışıyorsunuz, 1998 Ermenistan ziyaretinizde kurduğunuz 10 kişilik Armenian Navy Band ile hala albüm yapıyorsunuz. Yerevan’da ANB Avangart Folk Müzik Kulübü’nü kurdunuz mesela. System Of A Down’dan Serj Tankian ile Serart ismiyle bir albüm çıkardınız. Bunu bilinçli olarak yapmadınız mı?

Hayır, Ermeni oldukları için yapmadım. Orkestra kurma çalışmalarına önce Türkiye’de başladım ve 7-8 sene uğraştım. Müzisyenler fiziksel olarak kavga etti. Ayrıca buranın ekonomisi başka bir yere geldi. Bir de, o anlayışta çalan özgüvenli insanlar yoktu. Yunanistan’da bir ara Yunan-Ermeni-Türk grup kurmayı denedik. O da olmadı. Folk yanını bulabiliyorum, avangart tarafını bulamıyorum. Bu sefer avangart tarafını buluyorum, folk tarafını bulamıyorum.  Sonradan Ermenistan’dan geleneksel müzikler duymaya başladığım zaman dedim ki en kuvvetli yer belli ki burası. Biliyorum ki kendi kültürümden de insanlar… Kültürel müziği çalan bir insanın bir aranjmanını dinliyorsun, adeta Rachmaninoff aranjmanına benziyor. Sekiz yüz senelik operaları var mesela. Bunun özel bir şey olduğunu fark ettim. İlk defa 4 Ağustos 1998’de, tam da doğum günümde gittim. Anadolu gibi kokan, aynı aroması olan bir yerdi. Ermenistan’a Ermeni olduğum veya köklerimi bulmak için gitmedim. Soykırım müzesini bilmem. Benim niyetim hayalimdeki avangart folk grubunu kurmaktı. Bizim gibi başka formların altında ezilmiş, bir türlü nefes alamayan, kendini özgüvenini kaybetmiş fakat paylaşıma açık olan insanlara bir nefes, bir yol açmak için yaptım ben bunu. Oraya gittiğimde de son günler falandı, nasıl oldu bilmiyorum bir kulübün önüne denk geldim. Uzaktan baktım ki bir trio çalıyor: piyano, bas, davul. Muhteşem çalıyorlar. Şimdi bile tüylerim diken diken oldu. Çaldıklarını o kadar özgüvenli çalıyorlardı ki… Uzaktaki davulu gördüm, aralarına girmeye karar verdim. Gece saat 1’di. Hiçbirini tanımıyordum, davul çalmaya başladım, müzik tamamen başka bir yere geldi. Çok yoğun anlardı. Ağlamaya başladım çalarken. Gün ağardı, o zamana kadar çaldık. Yani olay herhangi bir milli duyguyla gelişmedi.   

“YENİ NESİL BİLİYOR Kİ, BENİ ARAYANLAR KENDİ RUHLARINA BAKTIKLARINDA BEN ZATEN ORADAYIM. BEN KİMSEDEN FARKLI BİRİ DEĞİLİM. FARKLI OLAN ONLARIN DÜŞÜNCELERİ. SADECE YAPTIĞIM İŞİ SİZLER GİBİ İYİ YAPMAYA UĞRAŞIYORUM…”

Örneğin İstanbul, Ermeni kültürünün önemli bir merkezi olmasına rağmen Ermenice eserlerin çok ön plana çıktığı bir yer değildi. Bugünlerde genç nesille bunun değişmekte olduğuna dair bir gözleminiz var mı? Kendinizin bu konudaki motivasyonlarını biraz anlatabilir misiniz?

Tabii, değiştiğini görüyorum. İMC TV diye bir televizyon kanalında duyuyorum. Akordeonda Saro diye bir arkadaş var. Hatta Moskova’da Diasporadaki Ermeniler diye bir yarışma oldu. Ben jüri heyetindeydim. İnan bana süper derecede gurur duydum. O Saro’nun müziklerini dinle, hayret edersin. Bence ilerliyor ama cemaat içinde olan bir insan değilim ben. Bunlar sadece gözlemlerim. Fakat yeni nesil beni daha iyi anlıyor. Eski nesilde onların içine girmen gerekiyordu. Soykırım koyacaksın, yanına da rakı koyacaksın… Onunla bir yere gidemiyoruz. Şimdi yeni nesil öyle görmüyor. Yeni nesil biliyor ki, beni arayanlar kendi ruhlarına baktıklarında ben zaten oradayım. Ben kimseden farklı biri değilim. Farklı olan onların düşünceleri. Sadece yaptığım işi sizler gibi iyi yapmaya uğraşıyorum. Bir Grammy Ödülü almak benim hayatımı tepetaklak değiştirmedi. Sadece bizim gençlere, aileme yaptığım işin karşılığını almış olduğumu gösterdim, o kadar. Gerçek mutluluğu, genç birinin “Vay be bu adam yaptıysa ben de yaparım” demesiyle duyarım.

Grammy Ödülü demişken, müzik ödüllerine bakış açınız nedir? Müziğin ve müzisyenin değerini ölçmek adına nasıl bir kıstas oluşturuyor sizce?

Ben çok yanlış buluyorum. Bence müzikte yarışma diye bir şey yok. Grammy Ödülü’nün sebebi pazarı canlandırmak. Şimdi pazar bambaşka tarafa gitti. Bu yarışmalar insanları popüler yapmak için çıktı. Çünkü pazar artık senin performansınla ekonomisini ayarlıyor. Halbuki eskiden tam tersiydi. Pazar sana performans sergilemen için bütçe veriyordu ki onun sonucunda da plak satılabilsin. Benim için sanatın yarışmasını yapmak en saçma şey. Fikirleri kimse kıyaslayamaz. Neye göre yarışıyoruz? Kendi kabiliyetine göre yarışmaya eyvallah ama sanatta yarışma olmaz.

Kardeşiniz Onno Tunç’un hem müzik yaşamınız hem de kişiliğiniz üzerindeki etkisinden sık sık bahsediyorsunuz. Bize Onno Tunç’la olan ve müziğinizi önemli ölçüde etkilemiş anılarınızdan birini anlatabilir misiniz?

Dediği bir söz vardı. “Bir şeyi zorlama, çiğ çıkar. Eğer bırakırsan kendi halinde olgunlaşır, öyle çıkar”. Bu sadece müzikte değil sosyal hayatımda da büyük bir temel oluşturdu. Anlatabileceğim en büyük hikâye, Onno’nun benim abim ve aynı zamanda en iyi arkadaşım olması. Bundan daha iyi bir hikâye olamaz.

301 Söz 301 Milyon Mana adında yeni bir kitapçık yazdığınızı öğrendik. Biraz bu kitaptan bahsedebilir misiniz? Ne zaman yayımlanıyor?

Esas istediğim onu insanlarla bir şekilde paylaşmak ve onlarda düşünce, görme ve dinleme farkındalığı yaratmak. Şu aşamada insanlarla nasıl paylaşacağımızı planlıyoruz. Kitabın ismi kendi kendini anlatıyor. Bazı şeyleri bilerek açıklamıyorum ki insanlar düşünsün. 301 söz, 301 milyon mana. Yani bu benim 301 doğruyu bildiğimi iddia etmiyor. Ben 301 tane şeyi bu şekilde hayal ediyorum ama inanıyorum ki milyonlarca şekli olabilir. Bu tam da bir insanın başka bir insanın hayatına saygı göstermesidir. Ben ne kadar özgüvenli bir insan olsam da, birçok şeyin doğru olduğunu bildiğim halde gene de ufak bir kapıyı açık bırakıyorum. Çünkü o bana özgürlük ve nefes alacak yer veriyor. Aynı zamanda da başka bir insanın özgürlüğüne ve kendini ifade etmesine yer açıyor. Herkes için bir tane doğru var. Herkesi ilgilendiren, kabul edebileceği bir doğru var. Onu da fedakarlıklarla bulabiliyorsun. Benim doğrum herkesin doğrusu demek değil.

Yazı yazma motivasyonları sizin için müzik üretiminden nasıl ayrışıyor?

Ben nasıl sesi kulakla okumak olarak görüyorsam hayal ederek de yazıyorum. Belki sana da olmuştur. Bazen bir şey çok doğru yazılmıştır, her şey yerindedir fakat insanda bir şey uyandırmaz. Sonra bakıyorsun bir adam bir tane saz almış eline, çok mükemmel çalmasa bile dinleyende yoğun bir his uyandırabiliyor. Müzik yazıldığı zaman bir fikir, eğer o an sende bir etki bırakıyorsa, işte o zaman müzik başlıyor. Benim için kitap da bir müzik, onu ses halinde de duyuyorum.  

Türkiye’ye ne sıklıkla geliyorsunuz? Konser planlarınız var mı?

Türkiye’ye planlı gelmiyorum. Onno’yu her sene ziyaret etmek için kesin geliyorum. Şu anda esas ihtiyacımız olan şey, tartışmalar ve paylaşımlar. Şu an yaralı görünüyor insanlar, tedaviye ihtiyacımız var. İnsanların hevesleri yaralanmış. İşte gene aynı mevzu… 36 senedir dışarıda yaşıyorum. Neredeyse her sene geliyorum. Hiç bu sefer geldiğim gibi yıkılmadım. İnanın benim burada amacım beraberce kendimiz olabilmek…

Image
  1. “Gerçek” sanatın bir tür parodisi: Dimitris Rokos

    “İnsanların çalışmalarımda bir tür anlamsızlık görmesi ya da neler olup bittiğini idrak etmekte zorlanması beni mutlu eder.”

  2. Dancehall sanatının sessiz ve üretken kahramanı: Wilfred Limonious (1944 – 1999)

    “Limonious, Jamaika’daki günlük hayattan özgün bir evren yaratarak fantastik, destansı bir şeye dönüştürdü.” Diplo, In Fine Style

  3. Koyun ve keçilerin farklı karakterleri: Kevin Horan’dan “CHATTEL”

    Bir gün koyunlar ve keçiler evlerinin duvarına asmak üzere kasabadaki ufak fotoğraf stüdyosuna gidip portrelerini çektirecek olsaydı...

  4. A’dan Z’ye: Nick Cave

    Skeleton Tree ile kariyerinin en duygusal ve çarpıcı albümlerinden birine imza atan Nick Cave’e dair, A’dan Z’ye her şey.

  5. “İş birazcık dengeyi bulmakta”: Islandman ve Hey Douglas

    Islandman ve Hey Douglas’ı bir araya getirdik ve sözü onlara bıraktık...

  6. “Beraberce kendimiz olabilmek”: Arto Tunçboyacıyan

    Bu sene dijital formatta üç albüm yayınlayan Arto Tunçboyacıyan’ı geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye geldiği kısa dönemde yakaladık. Grammy Ödüllü Tunçboyacıyan bize müziği ve yaşamı kendi doğrularıyla ve içtenlikle anlattı.

  7. İnsan olmaktan utandıran bugünler için şarkılar: The Radio Dept.

    “Ben pop müzikte en iyi neticenin insanların gerçekten umursadıkları şeyler hakkında şarkı yazdıklarında alındığını düşünüyorum.”

  8. Marakas, Hugh Hefner ve Metin Alatlı: Goat

    İsveçli psikedelik rock grubu Goat’un üçüncü stüdyo albümü Requiem, bu ay Rocket Records ve Sub Pop ortaklığıyla karşımızda.

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. Paterson şerefine: Jim Jarmusch’un yalnız karakterleri

    Paterson bahanesiyle Amerikan Bağımsız Sineması’nın en başarılı yönetmenlerinden Jarmusch’un yarattığı yalnız ve orijinal karakterleri masaya yatırıyoruz.

  11. “Alt tarafı dünyanın sonu”: Beyaz perdenin ölümle imtihan veren karakterleri

    Türkiye’deki ilk gösterimini Filmekimi’nde yapacak olan ve ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen Louis’nin hikâyesini anlatan Juste la Fin du Monde’dan (Alt Tarafı Dünyanın Sonu) hareketle sinemanın ölmek üzere oldukları haberini almış karakterlerinden bir seçkiye bakıyoruz. Bu yazıda geçen bazı ölümlerin “spoiler” olabileceğini de ekleyelim.

  12. Seren Yüce ile orta sınıfın dertleri üzerine: Rüzgarda Salınan Nilüfer

    İlk filmi Çoğunluk’la büyük ödüllerin neredeyse tamamını silip süpürdüğü Antalya Film Festivali’nde bu ay Rüzgarda Salınan Nilüfer ile yarışacak olan Seren Yüce ile filmini ve sinemasında kurcaladığı meseleleri konuştuk.

  13. Televizyondan sinemaya dikenli bir yolculuk: Türkan Derya

    Televizyon tarihinin İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul, Hırsız Polis gibi klasikleşmiş dizilerine imza atan Türkan Derya’nın ilk filmi Çok Uzak Fazla Yakın’ın kimsenin bilmediği zorlu yapım sürecini birinci ağızdan dinledik.

  14. “Beden yoksa ruh da yok”: Ali Omar

    8 Ekim’de Bant Mag. Mekân’da açılacak Mevsimler – Fasıl III sergisinde işlerini göreceğimiz Ali Omar’dan, resimlediği insan portrelerinin ardında yatan fikirlere ve onu nelerin harekete geçirdiğine dair yanıtlar aldık.

  15. Küçük hayatlarımızın, küçük kaygıları: Mert Tugen

    8 Ekim’de Bant Mag. Mekân’da açılan Mevsimler - Fasıl III sergisinde son dönem işlerinden bir seçkiyi göreceğimiz Mert Tugen ile profesyonelleşme süreci, “göz” takıntısı ve sergide yer verdiği işleri üzerine konuştuk.

  16. Londra Occupy çadırlarının “insansız” belgeleri: Ben Roberts

    Occupy protestolarının beşinci senesinde, fotoğraf sanatçısı Ben Roberts ile Londra’daki eylemler sırasında St. Paul Katedrali’nin bahçesindeki çadırların içine giren “Occupied Spaces ” serisi üzerinden söyleştik.

  17. Kırgızistan’ın Queer komünistleriyle geleceğe dönüş: STAB

    Kırgızistan Bishkek menşeili queer aktivist oluşum STAB ile geçmiş ve geleceğe dair.

  18. Hayatlara izler: Dövme sanatçılarının dilinden hikâyeler

    Dövmenin neden hayatla iç içe olduğunu hatırlamak için severek takip ettiğimiz dövme sanatçılarının dilinden tüyleri diken diken edecek hikâyeler topladık, size okumak kaldı.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler