Islandman ve Hey Douglas’ı bir araya getirdik ve sözü onlara bıraktık…


Son yıllarda sıklıkla birlikte üretim yapan, müzikal yolculukları boyunca sıklıkla yolları kesişen Tolga Böyük ve Veyasin, şu sıralar özellikle Islandman ve Hey Douglas projeleriyle heyecan verici ve besleyici işler yapmayı sürdürüyor. Birbirlerinin müzikal perspektiflerini, alışkanlıklarını ve tutkularını fazlasıyla iyi bilen Islandman ve Hey Douglas’ı bir araya getirip, aradan çekildik.

Islandman: Öncelikle şunu söyleyeyim, bir yirmi senelik müzik hayatımın en az on beş senesini beraber geçirdiğim bir arkadaşımla beraber böyle sohbet etmek ve bunun da Bant Mag. gibi bir mecrada yayınlanıyor olması bizim için çok büyük bir keyif.

Hey Douglas: Katılıyorum. Yaklaşık son beş yıldır çok yoğun çalışıyoruz. Bizim için de güzel bir sohbet etmeye, oturup iki lafı bir araya getirmeye fırsat oldu.

Islandman: Muhabbetleri açmaya başlayayım ben o zaman.

Hey Douglas: Olur Jimmy’cim.

Islandman: Şöyle bir konu gelmişti aklıma, yazmıştım; bana kaydedilmiş ilk ses parçasıyla ilgili hikâyeni anlatır mısın?

Hey Douglas: İlk ses kaydettiğim hikâyem aslında şöyle gelişti: Bulunduğum break dance ortamında devamlı çalan şarkılardan sıkılmıştı herkes. Ben de bu şarkıları biraz daha değiştireyim ve en azından kaseti değiştireyim, kasetin içindeki şarkıları değiştireyim diye düşündüm ve ilk programımı edindim. FastTracker 2, FT2 diye yazılan bir programdı; diskette çalışıyordu. O programı kurup seslerle oynamaya başladığımda, aslına bakarsan bir şey kaydetmeden bir şarkı yapmış oldum. Sonra kaydetme aşamasında da, madem böyle şarkı yapıyorum, böyle altyapılar yapayım diye düşünerek bir mikrofon satın aldım ve o mikrofonla beraber ilk vokal kayıtlarımı yapmaya başladım.

Islandman: Peki o zamanlar nereden kick sample’ı buldun?

Hey Douglas: O zamanlar o kick sample’ını başka bir şarkının kick sample’ından kesip kullanmıştım. Alt alta üç tane kick koydum yani.

Islandman: Daha güçlü olsun diye.

Hey Douglas: Daha güçlü olsun diye.

Islandman: Tabii şimdi biraz olaylar gelişti. Yıl oldu 2016. Prodüktörlükle ilgili kavramlar da çok farklı artık. Mesela başka birinin müziğinin prodüksiyonunu yapmak hakkında şu an nasıl düşünüyorsun? Çünkü gerek teknoloji, gerek de odaların küçüklüğü nedeniyle artık herkes çok fazla tek başına olmaya başladı. Ne bileyim… Artık öyle davul odaları yok. Böyle yerler yok. Her şey çok küçük… Artık biri sana gelip mesela, “Ben şöyle bir şey düşünüyorum, şöyle bir şarkım var” diye fikir almak istediğinde nasıl düşünüyorsun?

Hey Douglas: Yani başka birisinin şarkısının üzerine oturup çalışmak için yaptığım şey aslında şu; bunu benden isteyen sanatçı arkadaş kimse, onun kendini bulmasını sağlıyorum. Çünkü aslında bu yola çıkmış ve bir prodüktöre ihtiyacı olan herkesin aklında çok fazla şey oluyor. “Ondan da olsun, bundan da olsun, şöyle bir şey var, böyle bir şey var…” Diyorlar ki, “Ben aslında bunu yaparken bunu hayal ettim” falan. Benim görevim, onun hayallerini engellemeden, hayal dünyasını daha doğru bir noktada konsantre edebilecek, onu bir yere odaklayabilecek müzik içindeki şeylere bakmak. İlk başta aslında müzikten hiç konuşulmuyor. Müzik zaten kayıt sırasında ortaya çıkabilecek bir şey. Onun dışındaki her şeyle de bir fikir ve düşünce birlikteliği oluşturmaya çalışıyorum. Bunun için de mesela o sanatçı arkadaşla beraber bir hafta boyunca belgeseller ve kitaplar bakıyor, kendi aramızda politika konuşuyor; renkler, fotoğraflar, resimler, bunların hepsi üzerinden neyi beğeniyoruz, neyi beğenmiyoruz, neyi eleştiriyoruz, neyi yanlış buluyoruz; hangisi çok keyifli, hangisinin eleştirisel bir tarafı var, hepsini oturup tartışıyoruz. Ondan sonra diyoruz ki, “Biz böyle birileriyiz demek ki, bizim heyecanlandığımız yerler bunlar”. Sonuçta müzik bir iletişim aracı ve biz de dinleyiciyle hangi tarzda iletişime geçebileceğimizi bu tip bir ortamda, kendi aramızda deneyimliyoruz. Sonrasında elimize enstrümanı alıp mikrofonun karşısına geçtiğimiz zaman, üslubumuzu bizim için doğru olan yöntemle harekete geçirebiliyoruz. Yoksa öbür türlü bunun zaten bir kuralı yok. Bir prodüktörün bir müzisyene, “Bu işin kuralı böyledir” diyebilecek bir durumu yok. Sadece onu çevirebilir, ona koçluk yapabilir ve onu bir yere odaklayabilir.

Image

Islandman: Ben senin aslında çok iyi bir enstrümanist olduğunu düşünüyorum. Enstrümanının da stüdyo olduğunu düşünüyorum. Enstrüman olarak stüdyoyu kullanıyorsun. Bu yüzden şu anda ilgini çeken stüdyo bileşenlerinin ne olduğunu sormak istiyorum. Mesela, “Hani bir fikrim var ama şu an teknoloji buna hazır değil” dediğin oluyor mu?

Hey Douglas: Yani aslına bakarsan, mesela akustik gitar çalmadığım için söylüyorum, ben bir yere bir şey kaydetmek ve onu işlemek zorundayım. Elektriğin olması ve o kayıt edici cihazın olması benim için önemli çünkü ben geri kalan dokunun şarkıya bir şeyler kattığını düşünüyorum. Yani o kalitesizliğin, imkânsızlığın bile, bir şarkıya katabilecekleri olduğunu düşünüyorum.

Islandman: Şöyle bir örnek verebilirim mesela; Hey Douglas’ta gördüğüm ve izlediğim kadarıyla samplelardan ve şarkının içindeki sözlerden daha çok, genel olarak frekansıyla oynuyorsun ve frekanslarına göre seçiyorsun kullanacağın şeyleri.

Hey Douglas: Kesinlikle.

https://www.youtube.com/embed/VBFAqhMSBw0

“ŞU AN ASLINDA AMERİKA’DA HALA CAZ YAPILIYOR, HALA BLUES YAPILIYOR AMA BİZDE HALA YENİ HALK TÜRKÜLERİ GELİŞTİRİLEMİYOR. ÇÜNKÜ HALK TÜRKÜLERİ MODİFİYE EDİLEMEZ DİYE BİR ALGI VAR.”

Islandman: Türkçe 1970’ler “edit” havuzu git gide büyüyen ve gelişen ve takipçisi artan bir janr hâline gelmişken, bir şekilde bunun neye ve nasıl bir çocuğa dönüşeceğini ben de uzaktan uzağa izliyorum. Mesela Güney Amerika’da; Brezilya, Peru’da, bu taraftaki müzikler ve psikedelik Cumbia’lar, aynı bu şekilde bir “edit” havuzundan çıkıp artık biraz daha kendine özgü, biraz daha kendi sahnesini oluşturmuş bir şeylere dönüştü. Hey Douglas’ta buna yönelik bir uğraşın var mı? Yani sıradaki adımının nasıl olacağını düşünüyorsun Hey Douglas adına?

Hey Douglas: Aslında ben bu günümüzdeki edit dünyasının yaratmış olduğu havuzun bir yere geçiş olduğunu düşünmüyorum; bir kapı açtığını düşünüyorum. Şu an o kapıdan içeri geçmeye başladığımızı düşünüyorum. Aslında bunu yapan ve bunu devamlı yapan insanlar pek olmuyor. Genelde gördüğüm kadarıyla edit havuzu şöyle doluyor; müzikle uğraşan herkes biraz yapıyor, sonra da bırakıyor. Biraz yapıyor, sonra bırakıyor. Bunu sürdüren insan sayısı çok az. Ama bir noktadan sonra belki de bu havuzun, edit yapan insanlar için değil, yapmayan insanlar için bir ilham kaynağına dönüşeceğini ve bu kafada tekrarlanan yeni besteler üretilmeye başlanacağını düşünüyorum. Bu duyguların hâkim olduğu yeni şarkılar yapılmaya başlanacak. Bizim de aslında niyetimiz bunu yapmak. Bizim niyetimiz, insanlara bu edit dünyasının, bu müziğin yapılabilir olduğunu göstermek, bu müziği tekrar dinletebilmek ve daha sonra bu müziği tekrardan hayata geçirip günümüze kazandırmak. Şu an aslında Amerika’da hala caz yapılıyor, hala blues yapılıyor ama bizde hala yeni halk türküleri geliştirilemiyor. Çünkü halk türküleri modifiye edilemez diye bir algı var. Günümüz teknolojileriyle halk müziği yapılamaz gibi düşünülüyor. Biz de edit dünyasında olanlar olarak bunun yapılabileceğini, hatta eski kayıtlarla bile bunun yapılabileceğini gösteriyoruz aslında. Niyetimiz bizim de tekrardan bu tarz türküleri elimizdeki ekipmanlarla gün yüzüne çıkarmak ve bu duyguların hâkim olduğu müzikler yapabilmek.

“MESELA GENİŞ KASALI BİR COUNTRY AKUSTİK GİTARIN NE KADAR COOL OLDUĞUNU DÜŞÜN. BENCE BİR ELEKTRO BAĞLAMA DA O KADAR COOL.”

Islandman: Mesela o hoşumuza giden tınılarda, o sazdan gelen veya 1970’lerde yazılmış o şarkının sözlerinden gelen çok ince bir samimiyet, ince bir doku var. Bir şekilde çocukluğumuzdan gelerek kafamızda dönen ama sonradan üzerine bir güzel toprak örtülmüş ve aslında kulaklarımızın uzun zamandan beri özlediği bir doku ve bize onları hatırlatan bir his bu. O hissi biraz daha günümüzün müzik dinleme koşullarına uygun hâle getirip, o kick’i doğru yere, doğru seviyede koymak ve çalınır hâle getirmekten bahsediyorsun. Peki bunun sıfır bir parçayla yapılması ne kadar mümkün olabilir? Çünkü oradaki sözlerin o dönemin gerçekliği ve koşullarıyla, belli bir ihtiyaçtan dolayı yazıldığı o kadar belli ki…

Hey Douglas: Kesinlikle. Yani orada aslında bir tarih var. Tarihin sözlü anlatımı var o döneme ait müziklerde. Ama hala Köroğlu’ndan, Yunus Emre’den bir dolu söz var. O sözleri onlardan tekrar alıp müzikleştirmek hala yapılabilir bir şey. Ayrıca yeni sözler de yazabiliriz diye düşünüyorum. Öncelikli olarak da bir sazın veya elektro bağlamanın aslında ne kadar cool bir enstrüman olduğunu gösterebilen yeni bir durum ortaya çıkmış oluyor. Mesela geniş kasalı bir country akustik gitarın ne kadar cool olduğunu düşün. Bence bir elektro bağlama da o kadar cool.

Islandman: Ben de kesinlikle öyle düşünüyorum.

Hey Douglas: Yani elektro bağlamanın o imajını geri kazanmamız, onu sevdirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Islandman: Peki biraz daha notlarıma bakayım… Şöyle bir şeyi merak ediyordum aslında: Elektrik uzun süre gelmemek üzere kesilecek olsa, kendini müzikal olarak ifade etmeye dönük bir planın var mı?

Hey Douglas: Uzun süre derken?

Islandman: Yani elektrik gidiyor, yarın gidecek ve üç sene boyunca da olmayacak. Bu arada tabii ki yıllardır müzikle bir şekilde ifade ediyorsun sen kendini. Hani ne çalardın, saz mı çalardın, flüt mü çalardın diye sormuyorum. Ama o elektriğin hayatında kapladığı yoğunluğu neye çevirirdin? Onu merak ediyorum.

Hey Douglas: Resme çevirirdim, doğrudan resme çevirirdim. Çünkü aslında bakarsan, elektrikle olan durumu ele aldığında, zaten dijital fotoğrafçılık ve sonrasında da sinema, müzikle terazide duruyor. Ben bunların hiç birini birbirinden ayırmadan çalışmaya gayret gösteriyorum. Sadece müzik bunlar arasında benim en hızlı üretebildiğim alan olduğu için şu anda benim adıma en çok onlar paylaşılıyor ve dinleniyor. Ama yakın zamanda sinema ve fotoğrafla ilgili çalışmalar yapmayı ve onları da belli bir yaşa gelince devreye sokacağımı düşünüyorum. Elektrik olmadığını düşünecek olursam da direk resim yapmaya başlardım çünkü resim yapmak da çok istediğim bir şey. Bir şekilde dışavurumumu temsil edebileceğini düşünüyorum. O yüzden bazen keşke dört tane Yasin olsaydı diye de düşünüyorum. Bir tanesi sinemayla uğraşsaydı, bir tanesi müzikle, bir tanesi fotoğrafla, bir tanesi de sinemayla. Ama elektrik giderse bunların bir tanesi her türlü devam eder diye düşünüyorum. Mesela seninle normalde beraber müzik yapıyoruz. Elektrik kesildiğinde de beraber resim yapardık gibi geliyor.

Islandman: Evet. Ben son cilasını atardım şöyle.

Hey Douglas: Sen boyaları ve renkleri yapardın, ben de onlardan resim yapardım büyük ihtimalle.

Image

Islandman: Notlarım bu kadardı.

Hey Douglas: O zaman ben sana bir soru sorayım. Kendi adıma rap dünyasında sert bir yapım vardı. Yani rap’e ilk başladığımda çok otoriter bir rap anlayışım vardı. Tabii bu güveni nereden alıyordum? Bu güveni, rap’in yapıldığı o mahallelerdeki o rap müziğin kendisinden alıyordum. Ama sonrasında o rap müziğin Amerika’daki şekli değişmeye başlayınca benim de yaslandığım dağlar erimeye başladı ve sound olarak takip edebileceğim, bana ilham veren fazla iş çıkmamaya başladı. Zaten rap müzik benim müziğe başlama sebeplerimden bir tanesiydi. Sonrasında tabii ki devamlı farklı sound’larla uğraşmaktan diğer müzik tarzlarına da bir kayma ve onlarla bir şeyler üretme gibi bir niyet de vardı. Merak ediyorum, acaba Islandman olarak seni buraya taşıyan, projeni şu son hâline getirmene sebep olan, müziğe başlangıcından bu yana neyin evrimleşmesiydi diyebiliriz?

Islandman: Ben Ankara’da üretirken sonra İstanbul’a döndüm ve birden bire o yedi senelik bütün arkadaşlık ve müzik üretim ortamı benim için bambaşka bir yere dönüştü. Evet, burası doğduğum yerdi ama artık bir bakıma uzaklaştığım da bir yerdi. Burada kendime kaçacak bir ada aradım ve bir odada elime geçen ekipmanları kurarak orada kendime yarattığım bir dünyayla bir şekilde ayakta kaldım o dönem. Aklımdan geçen her şeyi, o seçtiğim ismin altındaki bahçede topladım. Benim Islandman’e bakış açım ve onun müzik karakterini belirgin yapan şey buydu aslında. Benim oradaki yalnızlığım ve alıştığım Ankara’dan uzak olmamdı.

Hey Douglas: O zaman kendi başına dans ediyordun. Aslına bakarsan müziğinde inanılmaz bir dans etme durumu da var. Dans derken zıplamak ya da hoplamak değil; ama kendini bırakmaktan ve müziğin seni bir yere götürmesinden bahsediyorum. Yani bundan şunu çıkarabilir miyiz? Aslında sen orada tek başına müziği yaparken içinden dans ediyordun. Şu anda bunun dışavurumuyla birlikte mi bu hâle dönüştü?

Islandman: Islandman’in son geldiği nokta, şu an çaldığımız konserler ve performanslarımdaki sound’ları düşünecek olursan biraz daha dans etmekle ilişkili duyuluyor. Bunun nedenlerinden biri de, Farfara’da çalarken birçok kez Berlin’e gitmem ve orada gördüğüm kulüp sahnelerinin beni birazcık buna doğru itmiş olması. Çünkü çok hoşuma giden şeyler oldu orada. Ne kadar küçük ve önemsiz bir mekânda bile olsak, o ses sisteminden o kick’i o kadar doğru bir şekilde duyuyordum ki, çok güzel bir kurulukta geliyordu o dans etme dürtüsü. Ben de aslında buradaki tüm performanslarımda orada gördüğüm, o festivallerde deneyimlediğim alanları buraya tekrar taşıma ve o hisleri tekrar çağırma üzerine çalıştım. Şimdilerde içimde biraz daha BPM’leri [dakika başı vuruş sayısı] düşürme ve birazcık daha zamanı uzatma, yavaşlatma ve çok daha yavaş salınımlarla hareket etme gibi bir dürtü var.

Hey Douglas: Islandman’in müziğinin benim Hey Douglas projem üzerinde şöyle bir etkisi var; bence Hey Douglas müziğindeki partisyonların çok hızlı geçmesi ve devamlı değişiyor olması ilk başlarda yaptığım bir hata gibi bir şeydi. Çünkü odaklanabilecek hiçbir yer bırakmıyordu. Müzik devamlı değiştikçe ortaya odaklanması güç bir sound çıkıyordu. Mesela Islandman’in müziğindeki sabır, o partisyonu biraz daha uzun tutmaya yönelik olma hâli, hep ilhamlar vermiştir bana.

“EN BAŞINDAN BERİ ISLANDMAN’İN MÜZİĞİNİ HAVA VE SUYA BENZETİYORUM. YANİ YERE BASAN, KATILAŞAN BİR TARAFI OLMAYAN BİR MÜZİK VE BU BENİM HOŞUMA GİDİYOR.”

Islandman: Bende de aynı şekilde birazcık diğer tarafa doğru olayı dengelememi sağlayan bir unsur senin müziğindeki. Çünkü iş birazcık dengeyi bulmaya bakıyor. Ben de o yavaşlık, zamanın yavaşlaması içinde çok fazla kaybolabildiğimi düşünüyordum aslına bakarsan. Kimsenin o müziği dinlerken on dört dakika boyunca bir tane flüt sesi duyarak benim hissettiğimi hissedemeyeceğini ve aslında benim o düşünceyi birazcık daha planlarsam daha rahat karşıya geçirebileceğimi, ben de Hey Douglas’ın nasıl yaptığını görerek ve devamlı birbirimize dinlettiğimiz şeyler aracılığıyla keşfettim.

Hey Douglas: Islandman olarak şu an ne üzerine çalışıyorsun ve önünde Islandman’le ilgili ne gibi bir kapı var şu anda?

Islandman: En başından beri Islandman’in müziğini hava ve suya benzetiyorum. Yani yere basan, katılaşan bir tarafı olmayan bir müzik ve bu benim hoşuma gidiyor. Fakat yeni yeni fark ediyorum ki sanırım ben de bu müziği dinlerken arada şöyle bir toprağa değip, oturup dinlenmek ve böyle hisleri yakalamak istiyorum. Bu yüzden biraz daha kompozisyonun matematiği üzerine çalışıyorum. Müziğimde genelde hiç bir matematiksel bir temaya bağlı kalmayarak giden bir akış var. Ama şimdi biraz da klasik müzikteki gibi (hani bir tema sunulur, sonra bir gelişime gider, sonra iki tema birleşerek başka bir şey oluşturur ve bir sonuca giderler) bir matematikten ben de yavaş yavaş zevk almaya başladım. Açıkçası böyle şeyler dinleyip, “Buradan şuraya nasıl dönmüş? Nasıl evrilmiş?” gibi detaylara kafa yormak hoşuma gitmeye başladı. Bunu bir şekilde alıp bu müziğin içine entegre etmek istiyorum.

Hey Douglas: Vokalli şarkılar da yapacak mısın? Bildiğim için söylüyorum, sesin oldukça iyi. Kendin mi söylemek istersin? Başkaları mı söyleyecek? Nasıl bir vokal düşünüyorsun? Düşünüyorsan?

Islandman: Son kaydettiğimiz albümde bazı arkadaşlarımın söylediği şarkılar olacak. Bazılarını da ben söyleyeceğim. Vokale yaklaşımım da aslında bir gitar riff’ine olduğu gibi; birazcık daha mantra yaklaşımı söz konusu. Tekrar eden cümleler gibi. O cümlenin tekrar edişlerini çok seviyorum.

Hey Douglas: Kendi samplelarını yaratacaksın yani, vokal samplelarını.

Islandman: Evet, aynen öyle.

Hey Douglas: Çok iyi. Yakın zamanda Islandman konseri, yurtdışında ya da Türkiye’de, nerede var?

Islandman: Önümüzde heyecanlı bir konser var. Aslında baya uzun süredir çok severek dinlediğim Tinariwen’in altında çalacağız.

Hey Douglas: Berlin’de?

Islandman: Evet. Bayadır, uzun süredir dinlediğim, çok sevdiğim bir grup. O yüzden oldukça ilginç bir hissi var. Bir de Wooden Shjips’in ön grubu olarak Farfara’yla çalacağız, Tinariwen konserinden hemen bir gün önce. Onun dışında İKSV Gezici Festivali’nde çalacağız ikimiz. Önce Islandman sonra Hey Douglas olarak aynı mekânda. O da çok çılgınca. Ertesi gün de stüdyoda beraber oluruz.

Hey Douglas: Evet aynen öyle.

Image

*Hey Douglas ve Islandman 26 Ekim Çarşamba akşamı İKSV Caz Festivali Gece Gezmesi programı kapsamında Dorock XL’de. 

  1. “Gerçek” sanatın bir tür parodisi: Dimitris Rokos

    “İnsanların çalışmalarımda bir tür anlamsızlık görmesi ya da neler olup bittiğini idrak etmekte zorlanması beni mutlu eder.”

  2. Dancehall sanatının sessiz ve üretken kahramanı: Wilfred Limonious (1944 – 1999)

    “Limonious, Jamaika’daki günlük hayattan özgün bir evren yaratarak fantastik, destansı bir şeye dönüştürdü.” Diplo, In Fine Style

  3. Koyun ve keçilerin farklı karakterleri: Kevin Horan’dan “CHATTEL”

    Bir gün koyunlar ve keçiler evlerinin duvarına asmak üzere kasabadaki ufak fotoğraf stüdyosuna gidip portrelerini çektirecek olsaydı...

  4. A’dan Z’ye: Nick Cave

    Skeleton Tree ile kariyerinin en duygusal ve çarpıcı albümlerinden birine imza atan Nick Cave’e dair, A’dan Z’ye her şey.

  5. “İş birazcık dengeyi bulmakta”: Islandman ve Hey Douglas

    Islandman ve Hey Douglas’ı bir araya getirdik ve sözü onlara bıraktık...

  6. “Beraberce kendimiz olabilmek”: Arto Tunçboyacıyan

    Bu sene dijital formatta üç albüm yayınlayan Arto Tunçboyacıyan’ı geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye geldiği kısa dönemde yakaladık. Grammy Ödüllü Tunçboyacıyan bize müziği ve yaşamı kendi doğrularıyla ve içtenlikle anlattı.

  7. İnsan olmaktan utandıran bugünler için şarkılar: The Radio Dept.

    “Ben pop müzikte en iyi neticenin insanların gerçekten umursadıkları şeyler hakkında şarkı yazdıklarında alındığını düşünüyorum.”

  8. Marakas, Hugh Hefner ve Metin Alatlı: Goat

    İsveçli psikedelik rock grubu Goat’un üçüncü stüdyo albümü Requiem, bu ay Rocket Records ve Sub Pop ortaklığıyla karşımızda.

  9. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  10. Paterson şerefine: Jim Jarmusch’un yalnız karakterleri

    Paterson bahanesiyle Amerikan Bağımsız Sineması’nın en başarılı yönetmenlerinden Jarmusch’un yarattığı yalnız ve orijinal karakterleri masaya yatırıyoruz.

  11. “Alt tarafı dünyanın sonu”: Beyaz perdenin ölümle imtihan veren karakterleri

    Türkiye’deki ilk gösterimini Filmekimi’nde yapacak olan ve ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenen Louis’nin hikâyesini anlatan Juste la Fin du Monde’dan (Alt Tarafı Dünyanın Sonu) hareketle sinemanın ölmek üzere oldukları haberini almış karakterlerinden bir seçkiye bakıyoruz. Bu yazıda geçen bazı ölümlerin “spoiler” olabileceğini de ekleyelim.

  12. Seren Yüce ile orta sınıfın dertleri üzerine: Rüzgarda Salınan Nilüfer

    İlk filmi Çoğunluk’la büyük ödüllerin neredeyse tamamını silip süpürdüğü Antalya Film Festivali’nde bu ay Rüzgarda Salınan Nilüfer ile yarışacak olan Seren Yüce ile filmini ve sinemasında kurcaladığı meseleleri konuştuk.

  13. Televizyondan sinemaya dikenli bir yolculuk: Türkan Derya

    Televizyon tarihinin İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul, Hırsız Polis gibi klasikleşmiş dizilerine imza atan Türkan Derya’nın ilk filmi Çok Uzak Fazla Yakın’ın kimsenin bilmediği zorlu yapım sürecini birinci ağızdan dinledik.

  14. “Beden yoksa ruh da yok”: Ali Omar

    8 Ekim’de Bant Mag. Mekân’da açılacak Mevsimler – Fasıl III sergisinde işlerini göreceğimiz Ali Omar’dan, resimlediği insan portrelerinin ardında yatan fikirlere ve onu nelerin harekete geçirdiğine dair yanıtlar aldık.

  15. Küçük hayatlarımızın, küçük kaygıları: Mert Tugen

    8 Ekim’de Bant Mag. Mekân’da açılan Mevsimler - Fasıl III sergisinde son dönem işlerinden bir seçkiyi göreceğimiz Mert Tugen ile profesyonelleşme süreci, “göz” takıntısı ve sergide yer verdiği işleri üzerine konuştuk.

  16. Londra Occupy çadırlarının “insansız” belgeleri: Ben Roberts

    Occupy protestolarının beşinci senesinde, fotoğraf sanatçısı Ben Roberts ile Londra’daki eylemler sırasında St. Paul Katedrali’nin bahçesindeki çadırların içine giren “Occupied Spaces ” serisi üzerinden söyleştik.

  17. Kırgızistan’ın Queer komünistleriyle geleceğe dönüş: STAB

    Kırgızistan Bishkek menşeili queer aktivist oluşum STAB ile geçmiş ve geleceğe dair.

  18. Hayatlara izler: Dövme sanatçılarının dilinden hikâyeler

    Dövmenin neden hayatla iç içe olduğunu hatırlamak için severek takip ettiğimiz dövme sanatçılarının dilinden tüyleri diken diken edecek hikâyeler topladık, size okumak kaldı.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler