Londra çıkışlı (ve indie gönüllerin favorisi Stereolab’in uzundur beklenen Londra konserinde açılışını yapacak) çok sesli ve çok yönlü grup Vanishing Twin ile yeni albümlerinin arifesinde…


Birbirinden ilgi çekici müzisyenler olan Cathy Lucas, Valentina Magaletti, Susumu Mukai, Phil MFU ve Elliott Arndt’i 2016’dan bu yana tek bir çatı altında buluşturan Vanishing Twin, yeni albüm Age of Immunology ile mevcut durumda kaybettiğimiz bir çoğulculuğun peşinden gidiyor. Lucas’ın çevreleyen sesi öncülüğünde, adeta Bauhaus filtresinden geçirilmiş bir pop müziği sunan grubun kendi çok kültürlülüğünü kucaklayan bu kaydı, dinleyeni psikedelik unsurlar ve yabancı sesler üzerine kurulmuş, şarkıdan şarkıya yayılan bir geleceğe, sınırların dışarısına çağırıyor. Biz de Fire Records etiketiyle haziran ayında çıkacak olan albümleri öncesinde Vanishing Twin’den Cathy Lucas’a birbirlerini nasıl bulduklarını, grubun görsel dünyasını, yeni şarkılarının ardında yatan bazı hikâyelerini sorduk.

“Vanishing Twin adı da gerçek hayatta rahim içinde ikizimi baskılamamın hikâyesinden geliyor ve bu şizofrenik mitolojiyi sürdürüyor.”

Her birinizin kendine ait müzikal projeleri var; bunların arasında nasıl bir araya geldiğinizi, Orlando’dan Vanishing Twin’e grubun macerasını biraz anlatabilir misiniz? Grup olarak ilk birbirinizi bulduğunuz ânı nasıl tanımlarsın?
Virginia Woolf’un 500 yıl yaşayan, uzun uykuların arasında aralıklı olarak başka hayatlara ve farklı cinsiyetlere uyanan karakterine izafeten grubun ilk oluşumunun adı Orlando’ydu. Çoklu kişilikler ve iki yaşamlılık gibi fikirlerle oynuyordum ve bu androjen, muğlak karakterle bağ kurmuştum, fakat bu ismin daha önce ne kadar sık kullanılmış olduğunun farkında değildim. Sürekli karşımıza 90’lardan belli bir synth-pop ikilisi çıkıp duruyordu ve belli ki bunu değiştirme zamanı gelmişti. Vanishing Twin adı da gerçek hayatta rahim içinde ikizimi baskılamamın hikâyesinden geliyor ve bu şizofrenik mitolojiyi sürdürüyor.

Hepimiz Londra’nın kuzeyinde müzik çalarken tanıştık. Akılların ve plak koleksiyonlarının çok doğal bir buluşmasıydı. İçrek ve avangart olana karşı ortak bir ilgiyi, aynı zamanda da dünyanın her yerinden kütüphane müziği ve cazla 60’lar psikedelik müziğinin bazı akımlarına karşı derin bir sevgiyi paylaşıyoruz. Diğerlerine hitap ediyor gibi duran bir avuç dolusu şarkı yazmıştım, ama bunun ötesinde, ilk andan itibaren bir odada toplanınca aramızda gerçek bir kimya vardı.

Kuruluşundan beri grubun hep çok kuvvetli bir görsel unsuru ve estetiği oldu. Görsel ilham kaynaklarınızın arasında neler var ve bunu canlı performanslarınıza nasıl taşıdınız?
Başladığı andan itibaren Vanishing Twin ile müziğin yalnızca bir parçasını oluşturduğu bir dünyayı yaratmak istediğimi biliyordum. Benim için içerisine adım attığın bir evren yaratmak çok daha heyecan verici. Grubun her elemanı da müziğin yanı sıra bir şekilde görsel sanatla uğraşıyor, o yüzden albüm için sanat çalışmalarını, videoları, fotoğraf, animasyon ve objeleri bizim yapmamız doğaldı. Etrafımızdaki o kadar çok şeyden de ilham alıyoruz ki, içrek sinemanın öncüleri [Alejandro] Jodorowsky ve Kenneth Anger’dan Sürrealist kolaj sanatçısı Hannah Hoch’a, 1960’lar prodüksiyon müziğinin grafik albüm kapaklarından güncel dünya düzenini reddeden ve anlamsızlığına dikkat çeken Bauhaus ve Dadacılara.

En son kaydınız olan 2018’in doğaçlama ve enstrümantal yayını Magic & Machines tek bir gecede kaydedilmişti. Bu deneyimden kazandığınız çıkarımlar neler?
Şehirden ayrılıp alışılmadık bir yere kurulmak yaratıcılık açısından bizim için her zaman harika bir formül olmuştur. Odaklanmanın yoğunluğu ve dikkat dağıtan her şeyden soyutlanma, ama aynı zamanda da profesyonel bir stüdyo ortamının dışında olmak çok değerli. Stüdyo ortamını kendiniz kurduğunuz zaman gerçekten kendiniz gibi ses üretme ihtimaliniz, daha tuhaf ve tanımlanamayan sesler yaratma olasılığınız daha yüksek. Aralık 2017’de arabayla Sudbury’de bir değirmene gittik ve geçici bir stüdyo kurduk. Magic & Machines olacak kaydı gerçekleştirdiğimizde de sanırım buradaki ilk geceydi. Belirli bir ajanda olmadan çalıyorduk sadece; ortama yerleşiyor ve sırf seslerimizi, nasıl uyum sağladığımızı test ediyorduk. Ondan sonra da daha kısa parçalara ve şarkıları düzenlemeye odaklandık, bunlardan bazıları da albüme girdi.

Yeni albüm Age of Immunology’nin kayıt süreci nasıl gelişti? Her şey nasıl bir araya geldi ve Malcolm Catto’yla yeniden çalışmak nasıldı?
Albüm gerçekten farklı yerlerde yapılmış kayıtlardan oluşan bir kolaj. Canlı kayıtların temeli değirmenden geliyor, ama bazı diğer şarkılar birkaç Londra stüdyosundan, Quaermass (Malcolm Catto) ve Wilton Way’den (Syd Kemp) geldi ve bir şarkı da Hırvatistan’ın Krk adasında, sahnede kaydedildi. Ama prodüksiyon, düzenleme ve overdub kayıtlarının büyük bir kısmı benim Margate’teki ev stüdyomdan geldi. Deniz kenarına taşınmak albüm çalışmalarının başladığı zamana tekabül etti, o yüzden de albümün tınısı evin tepesinde, denize bakan ufacık bir odadaki ekipman ve atmosferle çok bağlantılı.

Malcolm bu albümdeki şarkıların yarısından birazcık fazlasının miksajını yaptı. Onun müzikle çok özel bir ilişkisi ve tanıdığım kimseye benzemeyen bir çalışma şekli var. Bizim gibi o da her zaman farklı ve ilgi uyandıracak bir şeylerin arayışı içerisinde ve bildiğim başka hiç kimseyle aynı teknolojiyi kullanmıyor. Onunla çalışarak çok şey öğrendim ve benim için bir nevi akıl hocasına en yakın olan kişi.

Age of Immunology başlığı, David Napier’in immünolojide kullanılan militarist dilin etkisine ve kendi/yabancı çerçevesine odaklanan kitabından geliyor. Albüm için bu başlığı nasıl seçtiniz? Özellikle içerisinde yaşadığımız bu anda size ne ifade ediyor?
Aşağı yukarı on yıl kadar önce ben üniversitedeyken David benim öğretmenlerimden biriydi. O dönemde kitabını okumuştum ve üstümden hiç tam atamadım. Vücut, metaforlar ve fikirler için o kadar etkili bir kaynak oluşturuyor ki… Geçtiğimiz son birkaç yılda, sınırlar dikilip politik ve sosyal çizgiler çekildikçe de [David’in] fikirleri gittikçe daha da güncel hissedilmeye başladı. Bu gezegen üzerindeki 7 milyar insanın, hepimizin aynı atomlardan oluştuğunu hatırlaması lazım. “You Are Not an Island” ve “Planète Sauvage” gibi şarkılar özelikle bununla ilgili.

Albüm “çoğulcu bir hayalin müziği” olarak tarif ediliyor ve her parça da serbest, genişleyen bir sesi besliyor. Bu aralar grup olarak yazım süreciniz nasıl işliyor?
Grup olarak melezlik, bulaşma, stil ve sesleri harmanlama ve aynı anda birden fazla şey olmakla ilgileniyoruz. Şimdi birkaç yıl beraber çalıştıktan sonra bile bir müzik parçasını nasıl yarattığımızla ilgili hâlâ çok az kuralımız var. Şarkıların herhangi bir menşei olabilir: bir performans, tek bir ses, bir söz, bir kitap, başka bir şarkı… Kulağımıza güzel geleni alıp, peşinden kendimizi kaptırıyoruz.

Albüm de her birinizin ana diline yer veriyor ve “Language Is A City (Let Me Out)” (Dil bir şehirdir, çıkarın beni) adlı şarkıyla kapanıyor. Bunların arkasındaki fikri biraz açabilir misiniz?
Hepimizin ana diline yer vermek bilinçli bir karardı. Tek bir ses ve bir dil, atmosfer, dayanak noktası ve kimlik açısından o kadar çok bilgi barındırıyor ki… Grubun her elemanın kendi kişisel damgasını bırakmasını istiyordum.

Language Is A City (Let Me Out)” şarkısının çıkış noktasıysa Ralph Waldo Emerson’ın sözleriydi: “Dil, yapımı için herkesin birer taş koyduğu şehirdir.” Dilin böyle toplumsal, yaratıcı bir faaliyet olmasını ve her ağzımızı açtığımızda veya bir şey yazdığımızda, onu hep beraber inşa etmemiz fikrini çok seviyorum. Ama şarkı aslında sadece kelimeler üzerine kurulmuş bir şarkı; uzak mesafeden yaşanan bir ilişkiyi ve kendi yarattığınız bu dil kulesinin içinde hapsolmayı anlatan bir aşk şarkısı.

“Planète Sauvage” adlı da bir şarkınız var albümde. Filmi ilk izlediğiniz zamanki tepkinizi hatırlıyor musun? Bu parça nasıl olageldi?
Sanırsam filmi hiç görmeden önce ilk olarak Planète Sauvage’ın müziklerini duymuştum, ama bu da mükemmel bir giriş: Gizemli, fantastik, rahatsız edici. Film görsel olarak da büyüleyici. Uzaylı bir manzara içerisinde olağanüstü bitkiler, hayvanlar ve teknolojilerle dolu. Ama biz daha çok sembolik değeriyle ilgileniyoruz. Filmde insanlar gaddar bir nüfus kontrolüne tabi tutuluyor, yoksa üstün ırk olan mavi uzaylılar tarafından oyuncak olarak esir alınacaklar. Ama onlara zulmedenlere karşı koyuyorlar ve sonunda da barış içerisinde bir arada yaşamayı başarıyorlar.

Şarkının sözleri aslında Elliott’ın babası Matthieu Arndt tarafından yazıldı. Babayla oğul bahse girmişlerdi ve kaybeden taraf öbürüne Planète Sauvage’la ilgili bir şiir yazmak zorundaydı. Matthieu kaybetti, gereğince de Elliott’ın şarkıda okuyacağı şiiri yazdı.

Stereolab, Vanishing Twin’den bahsedilirken adı sıklıkla geçen gruplardan biri ve şimdi de aynı sahneye çıkmak üzeresiniz. Bu konserle ilgili sizi en çok heyecanlandıran ne?
Stereolab’in çok büyük hayranlarıyız. O yüzden de birkaç canlı performans için tekrar bir araya geleceklerini öğrendiğimizde hissettiğimiz heyecanı artık düşünün. Onun üzerine bir de konserlerinde onlar için açılış grubu olarak çalmaya davet edilmek gerçek bir onurdu. Onların açılışını yapacağımız Londra konseri için kendime bilet almıştım bile! O nedenle aslında en çok onları sahnede görmeyi iple çekiyorum!

Son bir soru, sitenize bir “Send Me Fake News” (Bana yalan haber gönder) butonu yerleştirmeye nasıl karar verdiniz?
Başta bu buton bir şakaydı. Trump, herhangi biri kendisi hakkında herhangi sevmediği bir şeyi söylediğinde hep “Yalan haber!” diye bağırdığı sıralarda siteye koymuştum. Ama “Yalan haber” tercih ettiğim tüm haber kaynaklarını dahil etmeye başladı, o yüzden ben de dayanışma içerisinde onlara katılmalıyız diye düşündüm.

  1. New York, onu New York yapanlara teslim: Ethan James Green

    Fotoğraf sanatçısı Ethan James Green’in Aperture Yayınları etiketiyle 1 Nisan’da yayımlanan ilk monografisi Young New York, Green’in New York’u bir zamanlar olduğu şehre dönüştürdüklerine inandığı ve “günümüz dünyasının yeni ikonları” olarak tanımladığı New York’un marjinindeki LGBTİ+ gençlere odaklanıyor.

  2. Perde arkası: 2019’da Türkiye’de müzik festivali yapmak

    Sürekli değişkenlik gösteren bir atmosferde uzun ömürlü bir festival organize etmenin, sektörel engelleri aşıp içine sinen bir festival ortaya çıkarabilmenin ne denli zor olduğu aşikâr.

  3. A’dan Z’ye: King Crimson

    Progresif rock’ın öncü grubu King Crimson, müzikal serüveninin 50. yılında.

  4. Aklımdakiler: Can Bonomo

    Aklımdakiler serimiz Can Bonomo’nun hem yeni albümü Ruhum Bela’ya hem de hayatına dokunan eş, dost ve iş arkadaşlarının sorularına verdiği cevaplarla devam ediyor.

  5. Deneme hiçbir zaman bitmez: Adamlar ve “Dünya Günlükleri”

    Adamlar, diskografinin üçüncü halkası “Dünya Günlükleri” ve dahasını Murat Meriç’e anlatıyor.

  6. Şarkı şarkı: Jakuzi ve “Hata Payı” albümü

    İlahi kurtarıcılar, orkideler, buruk hisler, iki ponpon kızla kurulmaya çalışılan müzik grupları, Flashdance, eski dostlar... Jakuzi’nin City Slang’den çıkan ikinci albümü Hata Payı’nı Kutay Soyocak’tan şarkı şarkı dinlerken açılan kapılar, albümün genel hissiyatına ve dertlerine dair öğrenmekten memnuniyet duyduğumuz detaylar ele veriyor.

  7. Doğru enerjiyi yayabilmek: Mark Guiliana

    Yetenekli ve çok yönlü davulcu Mark Guiliana, yeni Beat Music albümünün perde arkasını anlatıyor.

  8. 1990’larda yaşanması gereken deneyimi 2020’ye doğru yaşamak: Punk in Drublic Festival, Madrid

    Antalya’dan Madrid’e, 1996’dan 2019’a uzanan bir punk hikâyesi. Emek Tekeli, ismini Nofx’in 1994 yılında çıkan albümünden alan ve Fat Mike’ın 2 yıl önce Avrupa’ya taşıdığı craft bira ve müzik festivalinden bildirdi.

  9. Aynı anda birden fazla şey olmak: Vanishing Twin

    Londra çıkışlı (ve indie gönüllerin favorisi Stereolab’in uzundur beklenen Londra konserinde açılışını yapacak) çok sesli ve çok yönlü grup Vanishing Twin ile yeni albümlerinin arifesinde...

  10. Ortak bir keyif: The Kites

    2019’un başında yayınlanan Sunset Vibes ile kulakları kabartıp içleri ısıtan the Kites’a küçük yaşta başlayan müzik yolculukları ve ilk albümlerini sorduk.

  11. Agnès Varda sinemasının sırrına ermek için 10 film

    Yeryüzündeki yaklaşık bir asırlık macerasını, büyüleyici bir film külliyatına imza atarak şenlendiren, sinemanın tüm araçlarını benzersiz bir yaratıcılıkla kullanan çok büyük bir sanatçıya, Agnès Varda’ya veda ettik geçtiğimiz aylarda. Bize bıraktığı sinemasal hazine ise sonsuza dek zihnimizi aydınlatacak.

  12. Fransız sinemasının kuir yıldızı: Félix Maritaud

    Félix Maritaud ile Camille Vidal-Naquet imzalı "Sauvage"ın (Vahşi) 38. İstanbul Film Festivali gösterimi sırasında Beyoğlu Sineması’nın fuayesinde buluştuğumuzda, hareketli, enerjik, yerinde duramayan, konuşkan ve neşeli bir insan buluyorum karşımda...

  13. Çiçek Kahraman ile kurgu üzerine her şey

    Türkiye sinemasının en yetenekli kurgucularından Çiçek Kahraman, geçtiğimiz aylarda Emin Alper’in Kız Kardeşler filmi ile The Protector dizisindeki işleriyle karşımızdaydı. Yakın zamanda Netflix’te kurgu süpervizörü olarak da çalışmaya başlayan Kahraman’a kurgu işine dair merak ettiğimiz her şeyi sorduk.

  14. İki yabancıdan evrensel bir hikâye: “José”

    Venedik Film Festivali’ndeki prömiyerinin ardından Kuir Aslan ile ödüllendirilen ve 38. İstanbul Film Festivali’nin “Nerdesin Aşkım?” seçkisinde yer alan José’yi Çin asıllı yönetmen Li Cheng ve Amerikalı yapımcı George F. Robinson’la konuştuk.

  15. “Bu filmde hiç iyi yok, hiç kötü yok”: Ali Vatansever’le “Saf” üzerine

    Saf’ın yaratım süreci, senaryosu, görsel tercihleri ve karakterleriyle ilgili detaylar için söz Ali Vatansever’de.

  16. “Sürekli devinen bir ilişki biçimi”: Emre Yeksan’ın “Yuva”sı

    Başrolü İğneada ormanlarının oynadığı Yuva’nın nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını, yaratıcısı Emre Yeksan’dan dinledik.

  17. Aklımdakiler: Volkan Öge

    Volkan Öge geliyor, Volkan Öge gidiyor, herkes ona soruyor, o da cevap veriyor…

  18. Bundan böyle müzik sektöründeki kadınlar ihtiyaç haritalarını birlikte çıkaracak: shesaid.so İstanbul

    İlk buluşmalarını 8 Mart haftasında Soho House’da gerçekleştiren ve sonrasında çeşitli festival ve organizasyonlar aracılığıyla iletişimini sürdüren Türkiye’nin kadın odaklı bu yeni müzik sektörü hareketlenmesinin eş başkanlarıyla daha yakından tanışın ve gelecek için neler planladıklarına kulak verin isteriz.

  19. Öğreten, geliştiren, sosyalleştiren oyunlar: Root

    Başlangıçta deniz yüzeylerini temizleyen eco-dolphin ve geri dönüşümü günlük yaşantımızda bir alışkanlık haline getirmeyi hedefleyen eco-mat gibi robot odaklı projeleri hayata geçirmek üzere kurulan Root firması, daha sonraları öğrenme, gelişme ve sosyalleşme potansiyelleri nedeniyle oyunlara odaklanarak bir nevi “hayalgücü laboratuvarına” dönüştü.

  20. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler