Geride bıraktığımız seneyi ve önümüzdeki günleri sormak, farklı deneyimler duymak için altı sanatçılık bir zincir oluşturduk. Ulaştığımız her sanatçıdan bizi başka bir isme yönlendirmesini istedik ve yolumuza bu yöntemle devam ettik. Önce Refik Anadol’un kapısını çaldık, o bizi Bager Akbay’a, Bager Akbay bizi Eda Gecikmez’e, Eda Gecikmez bizi Sevim Sancaktar’a, Sevim Sancaktar bizi Aykan Safoğlu’na, Aykan Safoğlu da bizi Hera Büyüktaşçıyan’a yönlendirdi.
Çoğu pandemi koşullarında geçen 2020’ye dair neler söylemek istiyorlar? 2020’de üretim pratiklerine neler yön ve ilham verdi? Bu süreç üretimleri ve çalışma pratikleri üzerine yeniden düşündürdü mü? 2020’yi onlar için en anlamlı kılan neler oldu? 2021 nasıl görünüyor?
“Sanatta evrensel bir dili yakalamaya çalışıyorum”: Refik Anadol yanıtlıyor
Benim gibi zamanının çoğunu bilgisayar başında geçiren bir jenerasyon olarak aslında ilk başlarda çok fazla etkilendiğimizi düşünmüyorum. Ama en zorlayıcı olan tabii ki hem maddi hem manevi hem de psikolojik olarak durumun kurduğu baskıydı. Bu durumdan etkilenmemeyi başaranlar arasında olduğumu sandığım için üretimime çok da fazla engel olmadı. Üretimden öte, programlanan şeylerin ertelenmesi, değişmesi, dönüşmesi en çok kaosu tetikleyen şey oldu. Çünkü birçok hayal, birçok plan bir anda altüst olmuştu. Ama bu aşamada ekibim 14 kişiye ulaştı ve birbirimizle çevrimiçi iletişim kurduk. İlk dönemler zorlansak da sonrasında büyük bir verim yakaladık. Açıkçası bazı dönemlerde hepimiz kod yazdığımız ve kompleks algoritmalarda düşündüğümüz için (stüdyoda olmak gibi olmasa da) bazı deneyimleri paylaşmayı çözdük. İşlerimde fiziksel ve zahiri mekânları birbirine yaklaştırarak deneyimler kuran biri olduğum için mental olarak bu duruma biraz yakındım. Ama organize olmak bir hayli zamanımı aldı.


Ürettiğim işlerin de birçoğu fiziksellik gerektiren deneyimler. Seul’de, Dubai’de, Londra’da Miami’de, Boston’da, Los Angeles’ta ve daha birçok şehirde fiziksel üç boyutlu veri heykelleri tasarımının aslında getirdiği süreç, ister istemez fiziksel bir gerçeklik beklentisi ortaya çıkarıyor. Özellikle kullandığımız materyaller, yazılım ve donanımlar, fiziksel bir deneyimin sonucu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla çalışma pratiklerinde ilk başlarda en çok zorlayan bu kısımdı. Ama sonrasında bu süreci ekibimle çözebildik.
Bu süreçte sanıyorum hepimizin çok ağır bir dönemden geçtiğini, belki de uzun bir süre insanlığın derini yüzeye getirmek için böylesi bir zamanı olmadığını biliyor olmak çok enteresan bir deneyimdi. Hayat çok hızlıydı benim için açıkçası. Stüdyomuzun dünya çapındaki ulaştığı başarı ve onun getirdiği sorumluluklar ortaya çıkmıştı. Bu tabii ki keyif verici. Ama bir yandan da çok kaotikti. Çok fazla seyahat, çok fazla toplantı, kontrol dışına çıkmış birçok beklenti… Sağlık ve maddiyat açısından zarar görmeden atlatabildikten sonra pandemi sonrası benim gibi birçok insanın zihnen büyüyebileceğini; derine inebilenlerin çok daha farklı yaratıcı sorular sorabileceğini tahmin ediyorum. Yenilik için iştahla geleceğe bakanların zihinlere bir nebze iyi gelme ihtimali yüksek olabilir.
Son 4 yılda uğraştığım Arşiv Rüyası, Çatalhöyük, Eriyen Hatıralar ve Boğaziçi projeleri sonrası çalışmalarımda yapay zekânın önemini daha da iyi kavramaya başladım. Sadece tekno-fetiş, parlak piksellerden ötürü değil; gerçekten bunu niye yaptığımı maksimum özveriyle anlatmak için ekibimle çok fazla çalıştım. Bunun büyük bir sorumluluk olduğunu hep söylüyordum. Ama bir yandan da hayalim hep aynıydı: benim için herkes için, her arka plan için, her kültür için olması gerekiyordu. Ancak bu çok büyük bir söylemdi. Nasıl matematik gibi evrensel bir dilimiz varsa, benzer bir dili de sanatta yakalamaya çalışıyorum. O yüzden işlerimde akışkanlar dinamiği, gürültü algoritmalarını 11 yıldır kullanmaya, geliştirmeye, farklılaştırmaya çalışıyorum. Pandemi döneminde bu anlamda pek çok şey fark ettim. Mesela çalışmalarımızın birebir aynısını sistematik olarak kopyalayan insanların da olduğunu fark ettim. Hiç kredi vermeden, fikirlerin nereden geldiğini göstermeden. Reklam ajansımsı hareketlerle, etik dışı, hatta olmayan veriyle –mış gibi yapıp kamunun kaynaklarını yine kamuda kullanarak muazzam etik dışı işler yapan insanlar da fark ettim. Biyografim bile kopyalandı geçen sene ayrı insanlar tarafından.
Bu çok derin düşündürtmeye devam etti beni. Bir yandan paylaşmayı çok seviyorum; yaptığımız işlerin ardındaki algoritmaları hemen hemen 6 yıldır süreç videolarıyla hep paylaşıyorum. Her şeyi şeffafça paylaşmanın enteresan bir getirisi ve götürüsü olduğunu fark ettim. Hâlâ paylaşmaktan yanayım. Bir akademisyen olarak mutluluğun paylaşmak, paylaşmanın mutluluk olduğunu düşünüyorum. Bundan ödün vermeyeceğim fakat nasıl etik olarak bu disiplini daha iyi bir alana getiririm diye üzerimde bir sorumluluk olduğunu da hissediyorum.


2020 çalışmalarıma gelince, Melbourne’da açtığımız Kuantum Hatıralar projesinden bahsetmeliyim. Yaklaşık bir yıl önce Google’ın kuantum araştırmacıları bir e-mail ile muazzam bir davette bulundu. Bu ekip şu anda kuantum fizik ve kuantum bilişim üzerine dünyadaki en başarılı ekip olarak gösteriliyor. Son bir yıldır onlarla birlikte bu projeyi ortaya çıkarmak için hemen her hafta, çok derin kuantum fiziği üzerine toplantılar yaptık. Bunun sonucunda (yine büyük destekleriyle) ellerindeki veriyi, açık kaynaklarını ve kapalı olan algoritmaları bizlerle paylaştılar ve bir spekülasyon ortaya çıkardık. Hugh Everett’in many-worlds interpretation isimli çoklu dünyalar savını ilham alarak bilim kurulu temelli görsel işitsel ve izleyici çevreleyen üç boyutlu devasa bir veri heykelini National Gallery of Victoria’ya yerleştirebildik. Üç yılda bir yapılan bu trienal için çok önemli bir eser olarak küratörler tarafından komisyon edildi. Özellikle 2011’den beri işlerimde kullandığım kanvas fikrinin en sonunda kuantum verisiyle bir araya gelmesi hakikaten beni çok heyecanlandırdı. Daha da önemlisi Melbourne gibi sadece 3 tane COVID-19 vakası olan bir şehirde hem insanların doyasıya kendilerini koruma başarısını sanatla kutlamaları hem de aldığım binlerce mesaj ve e-mail böylesine yorucu bir yıl sonunda büyük bir zihin ferahlığı yarattı.
2021 için İstanbul’da büyük özveriyle çalıştığım iki sergim ortaya çıkıyor. Biri Pilevneli Galeri’de olacak [2 Mart – 11 Nisan 2021 tarihleri arasında PİLEVNELİ Dolapdere’de gerçekleşecek], diğeri çok yakında açıklanacak. Fakat iki sergi de kendi içinde büyük veriyi, yapay zekâyı, şehir belleğini ve özellikle NASA JPL (Jet Propulsion Laboratory) ile sürdürdüğüm, 2018’den bu yana sanatçı programındaki arşiv deneyimimi ortaya çıkardığım eserleri gösterecek. Heyecanla çalışıyorum ve İstanbullularla buluşmak için çok ama çok sabırsızca bekliyorum.
Sizi Bager Akbay’a yönlendirmek istiyorum. Bager, hem işlerinden dolayı hem de anlatım biçimiyle keyifle ve ilhamla takip ettiğim bir sanatçı ve eğitmen. Kavramları karıştırmaktansa yalın ve duru bir şekilde bilmesi ve anlatmasının yaptığı işin derinliğine de yansıdığını düşünüyorum.
Giriş görseli: Refik Anadol’un 19 Aralık 2020–18 Nisan 2021 tarihlerinde NGV International, Melbourne’de NGV Triennial 2020 kapsamında gösterilen Quantum Memories 2020 enstalasyonundan. © Refik Anadol
Fotoğraf: Tom Ross

“Kendimizi ve biraradalığımızı tekrar anlamalıyız”: Bager Akbay yanıtlıyor
Gezi süreci, kafamı yastığa koyduğumda, içimdeki iyi insanı görecek ve beni bu dünyadan çekip çıkaracak, bir anlam bulmamı sağlayacak kurtarıcı bilgenin öldüğünün temsiliydi. Bilgenin ölmesinin özgürlüğümün ilk şartı olduğunu hiç tahmin etmezdim.
Pandemi, daha sakin ama uzun, ağır ağır dönüştüren bir süreç benzer bir kalıcı etkisi olacak üzerimde. Zamanımızın tahmin ettiğim kadar çok olmadığını görüyorum, ertelemenin anlamsızlığı daha sert vurdu yüzüme, evet tabii ki nefes alanları lazım, dinlenmek lazım eğlenmek, dans etmek lazım ama ertelemek, geçiştirmek, ötelemek değil. Fiziksel olarak yanyana olmadığım kişilerle de beraber olduğumu görüyorum. Şirketler, devletler nasıl örgütlendilerse bizim de eşek gibi çalışıp, kendi örgütlenme modellerimizi bulmamız gerektiğini anlıyorum. Bunu eski sol romantizmi veya tekno-sever hayalciliği ile söylemiyorum. Araçlar var! Topluluk araçları, iletişim araçları, şeffaflık / hesap verilebilirlik araçları, karar alma araçları, yönetişim modelleri. Deneyim var! Yüzyıllar boyunca yapılan denemeler ve kaybedişler var. Bilimi ve doğayı olduğu gibi kabul edip, kendimizi ve biraradalığımızı tekrar anlamalıyız. Yeni teknolojilerin açtığı yollardan, şirketlerin agresifliğinden, devletlerin kalın kafalılığından öğrenecek çok şeyimiz var. İstediğimiz taraflarını alıp, kesip biçebileceğimiz onlarca sistem var. Sistemi anlama konusunda çalışan birçok feminist çalışma var.


Kâr etmekten korkmamam gerektiğini anladım. Artı değerden bahsediyorum. Her tür artı değerden. Benim sorumluluklarımı arttıran, hata yapma riskimi ortaya çıkartan, paradan, güçten, mevkiden bahsediyorum. Bunlardan korkmamam gerekiyor. Evet nasıl yüzleşeceğimi bilmiyorum ama tek başıma değilim. Hesap veren yapılar kurabiliriz, bu kavramların beğenmediğimiz taraflarını değiştirebiliriz, bunun için kendime, sana ve sisteme güvenmem gerekiyor, güvenemiyorsam güvensiz (trustless) sistemler tasarlamalıyım. Boş bir güvenden, bir inançtan bahsetmiyorum. Şüpheci ama ümitli insanlardan bahsediyorum. Dinleyen, anlayan, gören, kendi içine bakabilenlerden bahsediyorum.
Üretiyorum, konuşuyorum, deniyorum. 2021’de üzerinde çalıştığım Mahlas’ı bitirmek istiyorum.
Zincire Eda Gecikmez’le devam etmenizi isterim. Eda Gecikmez ile pandemi sürecinden önce tanışıyordum ama çok fazla sohbetimiz olmamıştı. Pandemi sayesinde gördüklerimle yakınlaştık, derinleştik. Online bir okuma grubu vesilesi ile düzenli görüşmeye başladık. Müdavimlerin 7-8 kişi olduğu, arada gelenlerle 20-30 kişiyi bulan bir topluluk kurmuş olduk. Okuma grubu zamanla dokuma grubu oldu, okumama grubu, oynama grubu diye dönüşüp durdu. Bir şekilde bu dönemde ruh halleri ve yönleri kesişen kişilerle yeni bir tür ODD-KIN oluşturmuş olduğumuzu hissediyorum. Fiziksel olarak tanışmadığım dostlarım oldu, herkesin kendi mahreminden bu buluşmalara katılması, birbirimizle yaptığımız terapi mahiyetindeki sohbetler paylaşımlar beni çok etkiledi.

“Yeni bir araya gelme olanakları ve dostluklardan alınan güçle direnme”: Eda Gecikmez yanıtlıyor
Pandeminin hemen öncesi Galeri Nev’in davetiyle Ankara’ya davet edilmiştim. Gezegen Sokak’taki eski galeri mekânını benim için hem çalışacak hem de yaşanacak bir tür atölye eve çevirmişlerdi. Aynı döneme denk gelen Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü Sanatta Yeterlik sınavlarına da girmiş tekrar öğrenci olmuştum. Tam bu yeniliklere alışayım derken bir ay sonra karantina başladı. Muhtemelen kapanmak için en ideal ortamdaydım ama ailemden ve dostlarımdan uzak olmak beni oldukça endişelendiriyordu. Bu sırada online dersler başlamış, yeni sınıf arkadaşlarım ve hocalarımla tanışma fırsatı buluyordum. Diğer yandan normalde bu tarz kapanmalara alışık olduğumdan; genellikle sergi öncesi böyle kapanıp çalışırız; günlük hayat düzenimde bir değişiklik olmadı. Yalnız kafamda yapmak istediğim bir iki resimden sonra durdum resim yapamaz oldum. Bunun sebebini sorgulayınca da belli bir yoğunluktan çıkıp, cebime doldurduklarımı sindirecek, tıpkı karantinadaki gibi kapanıp uzun uzadıya resim yaparak anlamaya çalışacak bir çalışma döngümün olduğunu fark ettim. Aslında tam böyle bir serüven için Ankara’ya gelmişken kapanmıştım. Hiç zorlamadım ve kendimi akışa bıraktım. Garip bir şekilde hiç olmadığı kadar insanlarla iletişim halindeydim, sanırım hepimizin buna hem vakti hem de çok ihtiyacı vardı. Sonuçta ben de hayatımda ilk kez kendimle bu kadar uzun baş başa kalıyordum ama şöyle: kütüphaneden bozma salonumda İlhan Koman’ın heykel kalıbı bana bakıyor, hâlâ daha taşınmamış sanatçıların işlerini arada depoda kurcalıyorum, galerinin henüz taşınmamış arşivi, yılların öyle kolay silinmeyecek izleri ve tozlarıyla baş başa… Nitekim tüm bu dönemin yoğunluğunu ancak yazın yoğun bir çalışma temposuna girerek üzerimden atmaya başladım. Bir günlüğe, gecikmiş günlerin kaydını tutar gibi tüm birikenleri kolajlar şeklinde içimden döktüm ve Eylül ayında ‘’Kırıldıkça Açılır’’ adı altında bu kolajları mekânın atölye halini bozmadan sergiledik. O da çok ilginç bir deneyim oldu, aynı zamanda mekânda yaşadığım için randevu ile gelen her ziyaretçiyi ben karşıladım, misafir ettim, uzun uzun konuştuk. Bir yandan çok yorucuydu ama sanırım bir sergi anca bu kadar yaşanabilirdi.


Kuşkusuz bu yıl bana en çok moral veren bir diğer deneyim de kendiliğinden şekillenen ve hâlâ daha devam eden okuma (kimi zaman okumama kimi zaman da dokuma) grubumuzdu. Hiç heyecanımız dinmeden okuyup, okuduklarımızın kendi hayatlarımızda yansımalarını tartıştık. Var olan dostluklar tazelendi, üzerine yenileri eklendi. Diğer unutamayacağım bir deneyim de, İstanbul merkezli kurulan korona dayanışma grubumuzdu. Her sabah birbirimizi teftiş ediyor, moraller yükseltiliyor, ihtiyaçlar karşılanıyor; bir yandan da maddi destek toplanıp onlarla maske siperlik yapılıp, çevre hastanelere dağıtılıyordu. Pandeminin daha da belirginleştirdiği ekonomik belirsizlik ve güvencesizliğe biraz olsun kaynak yaratmayı amaçlayan, gönüllü bir şekilde yürütülen dayanışma ağı Omuz bu gruplardan doğdu. Sanat dünyasının bana en umut veren yanı yeni bir araya gelme olanaklarını yaratması ve dostluklardan alan gücüyle direnmesidir. Bunun bir diğer örneğini Beyrut’ta yaşanan patlama sonrası düzenlediğimiz bağış kampanyasında gördük. Şimdilerde Mor Çatı’nın 30. yılı için sanatçıların bir araya gelip sanat dayanışması kurması da bir diğer örnek. 2021 ve sonrası için sanata ve hayata bu tarz örgütlenmelerin yön vereceğini söyleyebilirim.
Öncelikle beni bu zincire davet eden sevgili okuma grubu arkadaşım Bager’e teşekkürlerimi iletiyorum. Bu dönemde hayatımda yer eden enfes kişiliklerden biri olmasıyla inanılmaz mutluyum. Ben de Sevim Sancaktar’ı davet etmek istiyorum. Omuz’u büyütenlerden biri olan, sanatçı dostum Sevim Sancaktar, Hafıza Merkezi ile Hafıza ve Sanat Konuşmaları’nı düzenledi. Tam bir çalışkan arı olarak onun aktaracağı birçok deneyim olacağını biliyorum.

“Soyut sınırlar içinde güvencelerimiz eşit-miş, var-mışcasına daha ne kadar konuşmadan devam edilebilirdi?”: Sevim Sancaktar yanıtlıyor
Son bir yıl içerisinde, ama aslına bakarsanız uzunca bir süredir -mış gibi yaptığımı yeni yeni fark ettiğim konuların etrafında dolandım çokça. Yüzleştim demek geçti aklımdan ama öyle kolay bir kelime olmadığını hatırlatıp tuttum kendimi. İçi dolu öznelliklerle mücadele etmeyip üstesinden gelebildiğimi sanıp, bir şeylere indirgeyecek miydim gerçekten yüzleşmenin anlamını. Çalıştığı alana inanan biri olarak aslında bu inanma gücünü arkadaşlarımdan aldığımı idrak etmeye başlamıştım. Yıllarca içimden çıkarmamaya özen gösterdiğim öfkemin beni sürekli hayal kırıklığına attığını daha ne kadar görmezden gelebilirdim. Her an bizi yalnızlaştırabileceğini iyi bildiğimiz bu dünya, her şeye inat, neden yaşanılacak bir yer gibi geliyor hâlâ? Hiç olmayacağını düşündüğüm şeylerin olduğu, hiç yapamayacağımı sandığım pek çok şeyin usulca hayatıma sızdığı ve herkesle beraber türlü kırılganlıkları keşfettiğim bir yıl oldu. Aslında karamsar bir tablo çizmeden, -mış gibi yaptığım şeylere inat heyecanla düşünmeye devam etmeye çalışıyorum. O yüzden şimdi aklımdan geçtiği gibi sizinle paylaşıyorum.
Son bir yılın öğrettikleriyle fiziksel mekânda bir araya gelemesek de dayanışmaya inananlar yakınlarımdaydı. Bilinmezliklerle dolu zamanlarda güven ve hakikatle kurulan ilişkiyi muştulamaya çalışan arkadaşlarımdan güç alarak devam ediyorum.
Kültür sanat emekçilerinin gönüllü kolaylaştırıcılığında başlayan ve devam eden Omuz da dayanışmayı muştuluyordu. Güvencesiz çalışma koşulları neydi? Güvencesizlik kime nasıl görünüyordu? Birbirimize güvenmek mümkün müydü? Bir iletişim ve dayanışma ağı kurmak bir hafıza oluşturabilir miydi? Sanat alanının soyut sınırları içinde güvencelerimiz eşit-miş, var-mışcasına daha ne kadar konuşmadan devam edilebilirdi? Eşitlikçi bir dayanışma mümkün olamaz mıydı? Karşılık beklemeden, kendimize benzetmeye çalışmadan, göz hizasından bakmak mümkün müydü? Bu sorularla ilerleyen Omuz şu an 3. periyodunda. İki ayda bir tamamlanan periyotlar, yeni kolaylaştırıcıların katılımıyla genişliyor. Kolaylaştırıcılar ağı, ihtiyacı olanlara kaynak bulmaya aracılık etmeye devam ediyor.

2020 başlarında pandemiden kaynaklanan belirsizlikler etrafımızı henüz sarmamışken Aykan Safoğlu’nun Galeri Pill’de açılan sergisindeki bir yerleştirme için çalışmıştık. Bu üretim, yıl boyunca ortaya çıkan yeni sergileri vesilesiyle birlikte düşünmeye evrildi. Aykan, işinde kullandığı fotoğrafları belli bir frekansta diziyor, tarayıcıyı fotoğraf makinesinin enstantanesi gibi kullanıyordu. Hiç kesintiye uğratılmadan yekpare bir görüntü oluşturmak istiyordu. Bu yekpare görüntü aynı zamanda farklı bakış noktalarını da mümkün kılabiliyordu. Pandeminin ilanıyla bir yandan belirsiz, diğer yandan hızla değişebilir koşullardan dolayı sergilemeyi de öngörülemez bir şekilde yeniden planlamamız gerekiyordu. Bu problemlere farklı şehirlerde olmanın yarattığı mesafe de eklenince zorluğu artmıştı. Aykan, işiyle karşılaşan izleyicinin zaman ve titreşim üzerine düşünmesini istiyordu. Dolayısıyla fiziki mekânda karşılaşmanın imkânsızlığı içerisinde değişen koşullara göre işin malzemesini, işin nasıl kurulacağını, bu bağlamda yeniden yeniden titizlikle irdelemesi, beni ve Lamarts’ı cömertçe bu çabaya dâhil etmesi bizim açımızdan çok zihin açıcı bir deneyimdi.

Pandeminin ilanı ile her şeyin durmasına karşın iki yılı aşkın süredir içinde yer aldığım, Hakikat Adalet ve Hafıza Merkezi’nin yürüttüğü hafıza ve sanat projesi bana güç veren işlerden biri oldu. Bu çalışma benim için neredeyse bir okula dönüştü. Türkiye’nin kesintiye uğratılmış toplumsal hafızasına bakan ve günümüzde hâlâ hak ihlallerine neden olan konuları ele alan sanat yapıtlarını bir araya getirerek bir seçki oluşturmak ve sonrasında bu konular üzerinden bugünün kaydını tutmak için birlikte düşünmeye, tartışmaya devam etmenin imkânlarına baktık. Bu zamana kadar dâhil olduğum çalışmaların, çabaların tutkalı oldu. Uzunca bir sürecin ardından geçtiğimiz aralık ayında projenin ilk kamusal programını gerçekleştirdik. Bu bağlamda birlikte düşünmeye devam ederken, konuşmaların kendisinin hatırlama faaliyeti olarak işlev görmesini ve tüm bu çabanın alana katkısının dayanışma ve iletişim olmasını hayal ediyorum.

2 Ocak 2020 tarihinde Osman Kavala 1159 gündür tutukluydu. O gün haksız tutukluluğuna ses olmaya çalışan bir grup kültür sanat emekçisi ile yeni yılını kutlamak için birlikte bir fotoğraf oluşturmaya çalışmamızın üzerinden koskoca bir 2020 yılı geçti. Şimdi yıl 2021. Amerika’dan ve Boğaziçi Üniversitesi’nden gelen haberlere bakılırsa pek sakin başladığını söyleyemiyorum. Yılın son günlerinde Yasemin Özcan’ın 2021’e bir cümle göndermek ister misiniz sorusuna “yalnızca az sayıda canlı için yenisin ama umarım kabından taşarak geldin” demiştim. Temennim baki. Hâlâ ferah bir yıl olmasını ve kabından güzelliklerin taşmasını diliyorum. Sevgilerimle.

“Bu dönüşümün sonu yok gibi geliyor.”: Aykan Safoğlu yanıtlıyor
Kendime bu sene en sık geçmişe bakarken yakalandım, herhâlde. Bu sonu gelmez retrospektif bakış hâli ve “neyi, ne kadar ve nasıl yapabilmişim” gibi sorularla boğuşurken, kendimi çoğunlukla geçmiş hatalarımla yüzleşirken buldum. Gerek insanlarla, gerek şeylerle; —nihayetinde sanat üretimimde kurduğum ilişkilerde— kendimle bir mücadeleye giriştiğimi fark etmem zaman aldı. Geçmiş hatalarda ısrar etmek istemediğim, eyleyişimin kendisini sorguladığım, başkalarının sınırlarını duyumsamayı önemserken daha net sınırlar çizmeyi denediğim günler, aylar… Bu dönüşümün sonu yok gibi geliyor.


2020, The Pill’de açılan kişisel sergimin üretimi ile başladı, Lamarts ile yollarımız kesişti. İlkbahar ve yaz ayları ertelenen Berlin Bienali’ne yetiştirmeye çalıştığım(ız) işlerin prodüksiyonu; güz ayları ise Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi için ürettiğim(iz) yeni işlerin prodüksiyonu ile geçti. Hepsi uzaklık/yakınlık hissiyatını yeniden tariflediğimiz, “Kim için, kimlerle ve neden üretiyoruz?” gibi soruları akılda tutarak nihayete eren projeler oldu. Bu süreçte beraber düşündüğüm, desteğini hissettiğim, beraber bir simyayı varedebildiğimizi gördükçe heyecanlandığım ve dirimi yüksek tuttuğum kültür emekçisi arkadaşlara, yoldaşlara ve kurumlara müteşekkir bir şekilde bu seneyi uğurluyorum. Fotografik ânı, tarayıcım üzerinde eğip bükerken, özgeçmişimden toplumsal yapılara varmaya çalışan, beni başkalarıyla buluşturan ve eski yoldaşlıklarıma geri döndüren işler ortaya çıktı. (Mertcan Mertbilek, hello!!!) Bu sorgu/sual ve birliktelik hâlinin 2021’e de miras kalmasını diliyorum. Tarayıcıma yapışık bir hâlde geçireceğim 2021’ye şimdiden meraklı selamlar…
Aynı soruları Hera Büyüktaşçıyan‘a da yöneltmenizi isterim. İçgüdülerinin ve öngörülerinin şaşmaz olduğunu bildiğim, biçim ve içeriği birbirinden kılabilen pratiğine de çok güvendiğim için.

Sergi görüntüsü, 2020, Fotoğraf: Green Art Gallery Dubai.
“Farkında olarak yeni var olma biçimlerini keşfetme hâli”: Hera Büyüktaşçıyan yanıtlıyor
Pandemi sürecindeki içe kapanma hâli kendi adıma çok da yabancı olduğum bir durum değildi açıkçası. Adada yaşayan birisi olarak, kendini kentten, kalabalıktan ve birçok şeyden soyutlama ve izole etme durumunu pratik olarak zaten yaşadığım için benim açımdan bu anlamda bir değişiklik olmadı. Hâlihazırda alıştığım bir yaşama ve düşünme pratiğine, yavaşlayan ve durağanlaşan zaman etkeni girdi sadece. Benim açımdan en güzel şey de zamanın donma haliydi. Seyahatin kısıtlanması ve hareket edememek daha çok kendi içime dönmeme, üretimimi sorgulamama, eskileri ortaya çıkarıp bugünümde değiştirmek istediklerime dair bir farkındalık edinmeme ve daha fazla oynama şansını verdi. İlk aylarda birçoğumuzun yaşadığı paralize olma halini yaşadım tabii ama bu hiçbir şey yapamama hali diğer taraftan çok ihtiyacım olan bir şeydi. Aralıksız çalışan birisi olarak, arada durup nefes almayı pek beceremediğimi fark ettim bu sayede. Bu süreçte daha çok uzun zamandır ertelediğim kitapları okuma ve defterlerime geri dönüp bol bol çizme fırsatım oldu. Bu da bir nevi hâlihazırda üzerine çalıştığım işler için bir ön hazırlık gibi oldu ve açıkçası daha önceki üretim sürecimden çok daha verimli hissettirdi. Bütün bu dönemde biriktirdiklerim bir nevi bir şeyleri daha net görmeme ve deşifre etmemi sağladı hem kendimi hem de işlerimi okumak ve artiküle etmek açısından.
Bu anlamda benim için en güzel ve anlamlı geçen dönem eylül sonunda açılan Green Art Gallery’deki sergim “On Stones and Palimpsests” ile oldu. Daha önceki deneyimlerimden biraz farklıydı elbette; seyahat edememek, işleri zoom üzerinden kurmak ve işleri mekânda deneyimleyememek tuhaf bir histi. Bu açıdan mekânla olan fiziksel ve duygusal bağımızın ne kadar değerli olduğunu anladım. Her ne kadar dokunamamanın getirdiği yoksunluk hissi olsa da bütün bu süreçte son iki yıldır ürettiklerim ve düşündüklerimi alıştığımın dışında bir seyirde okuma fırsatım oldu. Online platformu halen çok sevemesem de, normal şartlarda bir araya gelmemin zor olduğu karşılaşmaları ve paylaşımları mümkün kılması açısından iyi bir aracı oldu benim için. 2020’nin bütününe dönüp baktığımda bahsettiğim bütün bu iniş çıkışların arasında, en kıymetli bulduğum da bu paylaşımlar ve etrafımızı sarmalayan pandeminin ve beraberinde getirdiği yaşam zorluklarının farkında olarak yeni var olma biçimlerini keşfetme hâli oldu diyebilirim.
2021’e yada bir sonraki güne dair tanımlayabileceğim bir hissiyatım yok açıkçası. Sadece zamanımı iyi kullanmak istediğim ve bir önceki yılın bende ve bütün dünyada bıraktığı izleri aklımın bir köşesinde tutarak, eski Ben’i biraz dönüştürmeye çabalayacağım sanırım.

Sergi görüntüsü, 2020, Fotoğraf: Green Art Gallery Dubai.