Disiplinler ne kadar birbirinden farklı, ne kadar benzersiz olursa olsun üretim sürecinin altında yatanlar, motivasyon ve kaygılar çok benzer. Ortaya çıkardıkları işlerle sıkça gündemimizde yer edinen iki isim bir araya geldi; değişen ve değişmeyen ritüellerinden ifade arayışlarına, zamansızlık hissinin ehemmiyetinden geçmişle kurdukları bağlara, sayısız başlığa temas ettiler.
On yıldan uzun süredir devam ettirdiği oyunculuk kariyerini, son olarak Bir Başkadır’daki gösterişsiz fakat tesiri yüksek performansıyla taçlandıran Öykü Karayel ve 2020’de yayımladığı “Ceketini Al Yoluna Bak” ve “Hiç Mutlu Olmam Daha İyi” gibi çarpıcı teklilerle psikedelik dans titreşimleri yayan Lalalar’ın akılda kalıcı basları ve isyan dolu vokallerinden sorumlu Ali Güçlü Şimşek’in sohbetine buyrun.
Ali Güçlü Şimşek: N’aber?
Öykü Karayel: İyidir. Senden n’aber?
Ali Güçlü Şimşek: İyi. Evcilik… Evi daha çok sevmek için bahaneler uydurmacalık… Öyle bir hayat. Sen neler yapıyorsun?
Öykü Karayel: Hayatımda çok bir şey değişmedi aslında. Benim çalışma düzenim şu şekilde; bir dizi veya film projesi geliyor, bir süre başka bir evrende yaşıyormuşum gibi oluyor. Sevgilinden, ailenden ziyade oradaki insanları görüyorsun. Gece geliyorsun, onlar yatmış oluyor; sabah sen tekrar gidiyorsun falan… Böyle kayıp bir süreç yaşanıyor. Süreç bittiğinde hayatım bu benim zaten, yaşadığım şey bu. Evdeyim, bir şeyler izliyorum, bir şeyler okuyup araştırıyorum. Çok alışık olduğum bir ritim bu. Senin için de öyle mi, bilmiyorum.
Ali Güçlü Şimşek: Beni de temelde çok bozmadı aslında. Bir işim yoksa evde olurum. “Aman da gideyim bu gece şurada dağıtayım, oradan da çıkıp şuraya geçeyim.” gibi şeyler biraz geride kaldı. GSA ve Lalalar’ın işleri nedeniyle yurtdışı serüvenlerimiz yoğun olduğu için, son birkaç senedir dinamikler değişti biraz. Valizlerle oradan oraya, sırtında gitar, otele yerleş, soundcheck’ini yap, çal, söyle, toplan, ertesi günkü uçağa yetiş falan…Müthiş tempolu şeyler. Aslında son yıllarda “normal” kavramım farklılaşmış ve ben bunun yansımalarını terapilerde falan anlıyorum. Sana da özellikle şöyle bir soru sorumak isterim. Diyelim dizi veya film geldi, altı ay bir kafaya girdin. Hani diyorsun ya, evdekileri daha az görüyorum diye. Benim psikolojik yatkınlığımda şöyle bir şey var; mesela yeni bir tekli çıkacaksa anında kapanıyor şalterler. Hatta bunun da ötesinde, fiziken buradayken aslında pek de burada değilmiş gibi oluyormuşum. Sende de öyle şeyler oluyor mu?
Öykü Karayel: Herkesin konsantrasyon metodu farklı sanırım. Bende o çizgi çok uç noktalara gitmiyor. Benim konsantrasyonum o anla, o işi yaptığım zamanla sınırlı kalıyor açıkçası. Ama kimi oyuncu da vardır mesela; bir film çekiyor, üç ay onun kafasına girip öyle yaşıyor. Bende pek öyle çalışmıyor. Ben sette, prova anında dahi, Öykü olmaya devam ediyorum. Ne zaman ki “kayıt” dendiğinde veya sahnedeysem perde açıldığında, işte o zaman tüm konsantrasyonumla orada oluyorum. Bu özellikle karar verip yaptığım bir şey değil. Bir tık yapı meselesi.
Ali Güçlü Şimşek: Peki derslerine ya da sınavlara da öyle mi çalışıyordun mesela?
Öykü Karayel: Ben çok tembel bir öğrenciydim. Her işim son dakika olduğu için, belki konsantrasyon meselesi de böyle son dakika oluyordur.
Ali Güçlü Şimşek: Konsantrasyon dedin, yapayalnız hissettim kendimi. Çocukken de terapilerim olmuştu benim çünkü, öğretmenlerim falan şikayetçiydi biraz.
Öykü Karayel: DEHB falan mı var sende? Dikkat dağınıklığı?
Ali Güçlü Şimşek: Tam olarak. Tabii hayatta kalabilecek kadar işimi gücümü görebiliyorum ama öyle dönemlerde dağılmak için kıpırtı arıyor bir yandan da dikkatim. O yüzden anlattığın şey bir insanın erdem zirvesi gibi, varabileceği en üst makamlardan biri gibi geliyor bana. Önünde saygıyla eğiliyorum.
Öykü Karayel: Aslında öteki türlüsüne özenmiyor değilim. Biraz Daniel Day-Lewis kafası, bir sene o karakter oluyormuş falan… Bu tür hikâyeler özendirici geliyor. Sende de var mıdır böyle şeyler? Bir müzisyenin hayatına özenmek gibi? Mesela birinin gençlik yıllarına özenip, onu taklit ettiğin zamanlar oldu mu hiç?
Ali Güçlü Şimşek: Olmaz olur mu? İnsan ona tutunuyor zaten gençken.
Öykü Karayel: Mesela bir ara benim çevremdeki bütün müzisyenler 27’sinde ölmek istiyorlardı.
Ali Güçlü Şimşek: Bak ona hiç özenmedim. Ama bir şeylere özenmeden olur mu ya? Herkes içindeki yolculuğa bir çıkış bileti arıyor gençken. Şanslıysa da seveceği bir yere yoksa artık neresi denk gelirse. Mahalleden özendiğin çocuktan da esinlenip bir yola girebilirsin, bir masal kahramanından da. Saçlarımı ördüğüm dönemlerden zıplamaktan bir hâl olduğum dönemlere…hey gidi..İnsan kendini yırtıp yeni bir tane daha bulmaya çalışıyor.
Öykü Karayel: Evet, aşılıyor ama o dönemler. Dedin ya, yoğun olduğumda her şey kapanıyor bende diye. Bunu açabilir misin?
Ali Güçlü Şimşek: Yani günlük sorumluluklarımı yerine getiriyorum ama orada olmadığım anlar gittikçe daha çok dikkat çekmeye başladı sanırım.
Öykü Karayel: Peki bunun böyle olması konsantrasyonunu tamamen o işe vermiş olmandan mı, yoksa kaygılardan ve bir takım korkulardan mı kaynaklanıyor?
Ali Güçlü Şimşek: Kaygılar zaten yakınımdır benim. Orada, şurada, burada, her yerdeler. Ama buna kontrast olarak da çocukluğumdan beri bir şöyle bir tercihim vardır: şayet mümkünse, insan gerçekten istemediği bir şeyi yapmamalı hayatta. Öncelik sırana göre bir kıymeti varsa, çok bayılmıyorsan bile, bir şekilde bazı şeyleri yapman gerekebilir. Onlar dışında, istemediğim bir şeyi yapmaya mecbur kalmaktan olabildiğince uzak tutmaya çalışıyorum kendimi. Ve bu beraberinde müthiş bir kafa konforu getiriyor. Kıymet verdiğim bir şeyle uğraşırken de tamamen odaklanıp kaybolmuşken buluyorum kendimi.
Öykü Karayel: Bu sizlerin yaptığı işle de çok alakalı bence. Bir şeyi sıfırdan üretiyorsunuz, bu bana çok garip ve zorlu bir süreç gibi geliyor. Ben de çok kaygılı, anksiyete sahibi bir insanımdır örneğin. Özellikle çalışma dönemlerimde had safhaya ulaşıyor bu. Sizin yaptığınız şeyi yapıyor olsam gelebileceği seviyeyi düşünemiyorum. Sıfırdan, tamamen içinizden, özgün bir şey çıkartıyorsunuz. İnsanlar beğenecek mi, beğenmeyecek mi, kendin beğenecek misin? Bence sizin ve bizim sürecimiz bu açıdan biraz farklı. Ben kendimi icra eden tarafta görüyorum ama siz o işin yaratıcısı oluyorsunuz bayağı. Kafaların yanması normal geliyor o yüzden.
Ali Güçlü Şimşek: Öyle deyince yangın hafifledi biraz, eyvallah. Soru işaretlerini yaratan şeyin temelde ne olduğunu düşünürsek… İç sesinle kendini dışarıdan gözlemleyen gözün arasındaki senkron kaymaları ve çatışmalar diyebilirim. Daha iyiye gitmek için atılan ve bazen haddini aşan pozitif kamçılar. Sizdeki ise bana şöyle geliyor: zaten bilmem kaç tane kamera sana dönük, hemen herkes dış “göz” için orada ve bir şekilde herkes senden alacaklı gibi. Ama mesela senin oyunculuğun Messi’nin top oynayışı gibi. İzlerken “Hiçbir şey yapmıyor ya bu kız, ben de yaparım bunu” diyorsun ama asla öyle değil aslı tabii ki.
Öykü Karayel: Ya ne tatlı, çok teşekkür ederim, mükemmel bir yorum bu.
“Son rolümü o kadar çok sevdim ki benim için tek handikap, ‘Aman fazlaca bir şey yapmayayım’ idi.” -Öykü Karayel
Ali Güçlü Şimşek: Neredeyse hiçbir efor sarf etmiyor gibi olduğun için adeta oyunculuk aradan çıkıyor ve insan çoktan inanmışken buluyor sana kendini. Götür bizi gittiğin yere gibi bir durum var. Bunu nasıl yapıyorsun, diye soracağım.
Öykü Karayel: Son iş özelinde konuşursam (ve kendimi iyi hissettiğim diğer işlerim için de geçerli tabii bu) yaptığın şeyi fazla sevmekle alakalı aslında her şey. Bu durumun avantajları var. İyi bir performans sergilemene sebep oluyor belki. Ama şöyle de bir dezavantajı var ki, çok sevmek çizgiyi aşmana sebep olabiliyor. Fazlaca oynama, karikatüre kaçma, birazcık bokunu çıkarma gibi handikapları var. Son rolümü o kadar çok sevdim ki benim için tek handikap, “Aman fazlaca bir şey yapmayayım.” idi zaten. Berkun (Oya) zaten o kadar geniş kapsamlı, derinlikli, ayrıntılı yazmış ki bir şeyi fazla yaptığın zaman karikatür olacaktı belki. Bunun dengesini tutturabilmek benim için bir meydan okumaydı.
Ali Güçlü Şimşek: Bunlar benim (oyuncu olmadığım için) bilinçsizce düşündüğüm şeylerdir belki ama sanki rolünü oynarken aklından hiçbir şey geçmiyormuş gibi görünüyorsun. Genel olarak performansların inanılmaz duru. Her ne kadar tüm külliyatına hakim olamasam da, ki bazı tiyatro oyunlarını geri dönüp izleyebilme şansı zaten yok, izleyebildiklerim arasından varsayımlarım böyle. Bu arada Meryem sanırım Güzel Şeyler Bizim Tarafta oyunundaki karakterinin yansıması ya da gelişmiş versiyonu gibi.
Öykü Karayel: Güzel Şeyler Bizim Tarafta, İstanbul’daki iki farklı kesimden insanın kesişmesiydi. Bu işte birçokları kesişiyor. Hepsinin ayrıntılı hikâyesi, ayrıntılı travmaları devreye giriyor. Meryem’in benim oyundaki karakterimle iki benzer özelliği var: başörtülü olması ve nereden geldiğini bilmediğimiz (ama tahmin yürüttüğümüz) şivesi. Burada da öyle bir şey istedi Berkun. Fakat yapı olarak bambaşka iki karakterler aslında. Bir tanesi İstanbul’da doğmuş büyümüş ama belli ki akrabaları köyde olan, onlarla ilişiği kesilmemiş bir “yarım İstanbullu”. Diğeri ise o gün köyden gelmiş bir karakterdi tamamen. Aslında ben de ilk başta aynı şeyi mi oynayacağım acaba diye düşündüm. Ama daha psikolog ile olan ilk sahnesini okuyunca “Ooo bambaşka bir şey bu.” dedim.
Ali Güçlü Şimşek: Peki o zaman, Bir Başkadır demişken… En sevdiğin sahne hangisiydi?
Öykü Karayel: İlk çekimlere abi ve yenge karakterlerinin de olduğu aile evi sahneleriyle başladık biz. O kısımlar işin iyice kafasına girdiğimiz ve o aile olduğumuz iki buçuk-üç haftaydı.
Ali Güçlü Şimşek: Bayağı da çekmişsiniz.
Öykü Karayel: Tabii, sadece o evdeki sahneler bayağı sürdü. Sette zaten herkes birbirini tanıyordu. Bazıları birbiriyle en az bir kere çalışmıştı hatta. Funda (Eryiğit) ile hiç denk gelip çalışamamıştım ama biz de aynı konservatuvarda aynı sınıfta okuduk mesela. Gerçek bir aile ortamı vardı yani. O kısımlar çok eğlenceli geçti. Üstelik çok dramatik sahneler var o kısımlarda. Yengenin uzaydan gelmiş hâlleri… Sesleniyorsun sesleniyorsun bakmıyor… Oynarken sinirlerimizi bozmaya başlamıştı bir yerden sonra. Karavanda oturup, “Gülelim, burada bitsin, çekimde gülmeyelim.” gibi yerlere gelmişti artık. O kısımlar çok keyifliydi.
Ali Güçlü Şimşek: İşin içinde arkadaşlık da olunca bambaşka bir iletişim oluyor sanki. Sonuçta kadrodaki oyuncuların çoğu bir şekilde arkadaş. İzlerken oradaki sinerjiyi alıyorsun, ne biliyim içten içe bir göz kırpışıyor ya da kıkırdıyorsunuz gibi. Bilmiyorum, uyduruyor da olabilirim.
Öykü Karayel: Bir takım işlerin konuşulması ya da göz önünde olmasından şunu çıkartıyorum, bir işi samimiyetle yapınca illa bir şekilde karşılığını buluyor. Belli oluyor onun samimi bir şekilde yapıldığı, karşılığı çok güzel bir şekilde alınıyor. Hep şey derler; “Kamera her şeyi okur.” Öyle bir şey de olabilir belki, o samimiyet geçmiş olabilir.
Ali Güçlü Şimşek: Dediğin gibi herhalde. Benim de en yükseldiğim sahne şu: Hani Ruhiye arabada bir atak geçiriyor..ortam yine geriliyor..Meryem de krize pansuman niyetine kalkıp oynamaya başlıyor yol kenarında… Sanki dizi boyunca da başka hiçbir sahnede bu kadar keskin bir davranış sergilemiyor. Evet, arada arabuluculuk yaptıysa da kendini hiç o denli ateşe atmıyor. Bilmiyorum, ayrıca hoşuma gitti bu detay.
Öykü Karayel: Mükemmel bir sahne canım. Berkun onu çok iyi beceriyor işte. “Şu anda da bu yapılmaz, şimdi de bu söylenmez.” dediğin; insanın kontrolünden çıkan o saf ve naif anları nokta atışıyla bulup yakalıyor. O biraz Berkun’un alametifarikası olabilir.
Ali Güçlü Şimşek: Şahane. Çok iyi bir gözlem.
Öykü Karayel: Ben de sana sormak istiyorum biraz. Yaptığın müziğin evrilmesi, döneme göre değişmesi mi gerekiyor? Yoksa (efsane bir müzisyen olmak için) yaptığın her neyse istikrarlı mı olmak gerekiyor? Müzisyenler nasıl efsane olur?
Ali Güçlü Şimşek: Gerçekten bu hayatta benim de anlamaya çalıştığım bir konuyu sordun bana. Efsaneler nasıl oluyor, bir düşüneyim. Hızlıca birkaç tane efsane bulayım. David Bowie mesela… Ya da Bruce Lee… Müzisyen değilse de istikrarlılığı tarafından sorunla eşleşebilir. Bowie’den gidelim, mesela değişmekten, kendini güncellemekten hiç çekinmemiş. Giydiği her kıyafetle, yaptığı her makyajla, ürettiği her müzikle içindeki onlarca personayı yaşamış ve yüzbinlerce insana da yaşatmış. Kendi kulvarını yaratmış ve orada tek başına ilerlemiş. Buradan kendime geçiş yaparsam; Çilekeş, İhtiyar, Bubituzak, Gaye Su Akyol ve nihayet Lalalar akışında aslında hep evrilen, yenisine dönüşen bir AGŞ var. Bence insan kendini daha iyi ifade etmenin yolunu arıyor bir şekilde. Herkesin dürtüsü aynı mıdır bilmiyorum ama en azından benim içimdeki şey bu. Zaten sevdiğim birine kendimi yeterince ifade edemediğimde bende çarşı pazar karışır, gemiler batar. Biraz büyük yaşayabilirim öyle şeyleri. Az önce de dediğimiz gibi, 15-20 sene önce bir şeylere özenmek çok daha kolay ve normaldi. Zaten zamanla özendiği her şeyin rafine bir haline dönüşüyor sanki insan. Bunun iyi ve kötü yanları var. İyi yanı aslında gerçekten birini özümsediğinde, dünyayı o kişinin gözünden de görebildiğine dair bir illüzyon yaşamak. Başka bilgi dağarcıklarına, deneyimlere erişimin olabilmesi gibi. Olası kötü tarafı ise o kişiden ne zaman kopman gerektiğini bulamamak. Bulamadığında negatife gidiyor çünkü. Sonuçta o kişi “o”; bilgi bankası onun bilgi bankası, gardırop onun gardırobu.
Öykü Karayel: Sınırlı orası da. Daha fazla ilerleyemezsin.
Ali Güçlü Şimşek: Mesela güncel şeylerden ziyade 20 yıl önce hayran olduğum şeyleri daha net duyuyorum müziğimde; Metallica da, Deftones da, Bowie de, Depeche Mode da… Tek değişen şey, elindeki malzemeleri kullanış şeklin oluyor sanırım. Damıttıkça damıtıyor, gittikçe kendine benziyorsun. Dünya müzik literatüründe bir karşılık bulmak, Anadolu müzik tarihine kazınmak çok uzak ihtimaller değil. Hatta şarkılarını Türkçe söyleyip söylememenin de pek bir öneminin olmadığını ilk elden deneyimledik son yıllarda. Gaye Su ile inanılmaz iyi işler yaptık dünya çapına, Türkiye’de aşırı bilinmese de…
Öykü Karayel: Kesinlikle. Özellikle yurtdışından çok iyi geri dönüş olmasının kesinlikle bir sebebi var bence. Müzikte de, diğer sanat dallarında da, bizi çeken hissiyatların rafa kalktığı bir dönem yaşadık gibi oldu. Bunların tekrar gündeme gelmesi söz konusu olunca da herkesin ilgisini çekti gibi geliyor bana. Berkun’un bu işinde de unuttuğumuz birtakım hisler vardı, onların geri gelmesi dikkat çekici oldu. Ben Gaye ile yaptığınız şeyi de kayıp hazineleri tekrar ortaya çıkartmaya benzetiyorum.
Ali Güçlü Şimşek: Hissediyorum ne demek istediğini, aynen, benziyor bence de. Örnek olması adına şöyle diyebilirim; Gaye Su hem geleneksel hem günümüzden hem de gelecekten bir şeylerin acayip bir potada eritiveriyor. Şöyle düşünüyorum: günümüzde tüketim hızı o kadar arttı ki bazen tek bir şeyle uğraşmak yetmiyor gibi. Her şey her yerde. Telefona bakarken dizi izliyorsun. Her şey bir arada yaşanıyor gibi. Bunlar bence biraz duyularımızı değiştirdi bizim. Eskiden his olarak bir şeyden on puan alıyorken, şimdi belki on farklı şeyden birer puan alıyoruz ve aslında hiçbirinin de tadı yok gibi. Mesela Bir Başkadır’ın hangi yılda geçtiğini tam anlamıyorsun. Müzikte de kovaladığımız şey benzer, mümkün olduğunca zamansız şeyler yaratmanın peşindeyiz.
“Her şeyimle kendimi bir projeye adamazsam tatmin olamazdım eskiden; kendimi paralamam, yüzde yüzümü vermem gerekiyor gibi gelirdi her an.” -Ali Güçlü Şimşek
Öykü Karayel: Yaptığın işi zamansız düşünmek mükemmel bir şey bence. Çünkü dışarısı için kaygı gütmeden, özünden çıkardığın bir şeye dönüşüyor o zaman. Bir de senin hem Gaye ile müzik yapıp hem de Lalalar’ı yapma meselen var. Müzisyen olarak iki ayrı dünyada bulunup orada üretiyorsun. İki tarafta da bir açlık, bir ihtiyaç var demek, ki sende bir şeyleri besliyor. Hangisi daha çok tatmin ediyor mesela? Hangisinde daha özgür hissediyorsun? Çünkü bazen sınırları olan yerde daha özgür ve kreatif hissedebilir insan.
Ali Güçlü Şimşek: Her şeyimle kendimi bir projeye adamazsam tatmin olamazdım eskiden; kendimi paralamam, yüzde yüzümü vermem gerekiyor gibi gelirdi her an. İlk yıllarda afalladıysam da Gaye Su’yla beraber üretim sürecinde sadece benden ihtiyaç duyulan kadar enerjiyi verme fikrine alıştım ve zaman içinde bu rolü benimsedim. Hele ki sahnede bir maskenin arkasında olmak baya konforlu diyebilirim. Lalalar’a gelirsek… Orada çırılçıplağım nerdeyse. Karmaşam falan daha yoğun ama her şey daha bir kolay bir yandan da. Ağlamak falan çok yakında, çıldırmak da.
Öykü Karayel: Mükemmel, ben çok özeniyorum buna. Her şeyi sen belirliyorsun o anda çünkü. Olmak istediğin dünyanın içindesin. Seninle birlikte olmak isteyen insanlar da bu dünyaya dâhil oluyor üstelik.
Ali Güçlü Şimşek: Orası güzel, evet. Ben de ilk kez bu boyutta yaşıyorum dediğini. Sonuçta Lalalar bütün deneyimlerimi, fikirlerimi öğütüp geldiğim son nokta. Grup arkadaşlarım da hem çok özel tipler, hem de eski arkadaşlarım. Şu benim için bir ilkti mesela ve daha iyi oturdu Lalalar’da; bir takımda kaptan karakterli birkaç oyuncu olabilir. Gol atmaya yatkın, forvet olabilecek birden fazla kişi olabilir. Ya da çok iyi birkaç kalecin ama herkesi aynı pozisyonda kullanamazsın nihayetinde bir düzen gerekiyor. Bir takımda asıl mühim olan birbirlerini tamamlayan parçaların işlevi. GSA’da da bahsettiğim gibi. Artık yüzde yüzümü koymak zorunda olduğumu hissetmiyorum daha çok koyduğum yüzdelik dilimin en iyi şekilde olması peşindeyim. En büyük arzularımdan biri beraber iş yaptığımız herkesin bulaştığı bu iştenkeyif alıp gurur duyması. Ne biliyim mesela Moskova’da; biraz da alkolün verdiği yetkiyle organizatör anlatıyor da anlatıyor bizi bize, mutlu edici tabii. Manyağın tekisin, pandemide bizi Moskova’ya çağırıyorsun, biz de tam akıllı diiliz gidiyoruz çalıyoruz. Sen Rus’sun abi, ben Türkçe söylüyorum ve kim bilir nece dans ediyoruz. Bu tarz kültürel sınırları kıran şeylerle karşılaşınca “Var olabiliriz ya, hayat bir gün daha yaşamaya değer.” dedirtiyor bana.
Öykü Karayel: Evet, haklısın. Başta da senin dediğin gibi, kendimizi ifade etmek için yapıyoruz ya her şeyi… İhtiyacımızdan ötürü yapıyoruz, bir dil ve anlam arayışı içinde olduğumuz için, bu yüzden üretiyoruz bir şeyler. Pozitif geri dönüşler ise işin bonusu. Aslında sadece onu yapıyor olman, kendini tatmin ediyor olman bile yeterliyken beğenilmek, birileri tarafından alkışlanıyor olmak inanılmaz geliyor bana.
Ali Güçlü Şimşek: Peki müzisyenler genelde son dönem yaptığı işlerle anılmayı tercih ediyor gibi. Eskilerden kopmak istiyorsun bazen.
Öykü Karayel: Bu benim de çok merak ettiğim bir mevzuydu, evet. Aklıma gelmedi değil. Sana soracaktım.
“Büyüdüm, buralara kadar geldim. Bir tarafım neden utandığımı sorguluyor, diğer tarafım da çekinmeye devam ediyor.” – Öykü Karayel
Ali Güçlü Şimşek: Ama ben sana soracağım şimdi. Bunun sende bir karşılığı var mı? Geçmişle unutmak istediğin, bırakıp kopmak istediğin bağlar kuruyor musun?
Öykü Karayel: Hâlâ bazı çocukluk videolarımı, fotoğraflarımı gördüğüm zaman utandığım anlar oluyor. Ama onlar çocukluk fotoğrafı sonuçta, geçmişim. Şimdiki hâlim değiller. Büyüdüm, buralara kadar geldim. Bir tarafım neden utandığımı sorguluyor, diğer tarafım da çekinmeye devam ediyor. Yaptığım işler için de böyle sanırım biraz. Zaten kendimi izlemek çok trajik geliyor bana. “Ah orayı da öyle yapsaydım, bunu da niye böyle yapmışım?” diye söylendiğim oluyor. Ama sileyim de kimse beni bu şekilde hatırlamasın boyutunda değil ki bu zaten çok mümkün bir şey de değil. Biraz hayalperestlik olur böylesini beklemek. Onlarla bir şekilde barışmanın yollarını bulmalı gibi geliyor bana. Şu anki yaptığım işte de yine belirli sahnelere bakıp, “Ulan bunu niye yapmışım ki?” dediğim oluyor elbette. Bu hep olacak. O utanma duygusuyla yaşamaya devam edeceğim yani, yapacak bir şey yok.
Ali Güçlü Şimşek: O zaman sorumu biraz daha somutlaştırmak istiyorum. Olmaz ya, seni hiç izlememiş biri var. Bir oyununa gelmemiş, filmini veya dizini bile izlememiş. Nereden başlamasını önerirdin?
Öykü Karayel: Güzel bir soru. Açıkçası son işimden baksın isterim, en son ne yaptıysam oradan başlasın. İlgisini çekerse ötesine geçsin. Çünkü neticede yıllar içinde edindiğim bir deneyim var, kendimi geliştirip geldiğim bir nokta var. Kendimi daha iyi ifade ettiğimi, daha açık olduğumu hissettiğim bir andayım şu anda. Belki on sene sonra daha da güçlenecek bu hisler, öyle umuyorum yani. Beni son hâlimle tanısınlar isterim kısacası. Sen de öylesindir diye düşünüyorum.
Ali Güçlü Şimşek: Yüzde yüz öyleyim, hatta mümkünse sonda takılıp kalsın isterim. İşin şakası bir yana, elimizden geleni yapsak da geçmişten kaçılmıyor herhâlde. Süper barışık mıyım? Hayır. Fakat sonuçta o da sensin yani.
Öykü Karayel: Bence bir tık daha vaktimiz var bunlar için. Eskiden yaptığımız şeylere hâlâ yakın duruyoruz bence şu anda. Onları görüp “Ay ne tatlıymış.” diyeceğimiz bir zamanın geleceğini düşünüyorum ben. Hem sen hem de çevrendekiler, şu an durduğun noktayla en baştaki nokta arasındaki gelişimi gördükçe, geçmiş artık seni çok da rahatsız etmeyecek.
Ali Güçlü Şimşek: Katılıyorum. İyi niyetine tutunuyorum en azından. Çocukluğumda, özellikle Ünye veya Bursa günlerimde, mahalle mesailerim bitmek bilmezdi. Mahalle maçları, kavgaları falan… Dolayısıyla bendeki kodları köklüdür. Nadiren tanıştığım bazı insanlar mahalleden arkadaşım hissi verir bana. Sende de öyle bir hissetmiştim. Tanıştığımız, daha doğrusu ilk doğru düzgün mesaimizi yaptığımız Paris muhabbeti çok iyiydi.
Öykü Karayel: Ya ne tatlı! Paris hakikaten güzel geçmişti. Güzel zamanlardı, güzel muhabbetlerdi. Detayları okuyucuların hayal gücüne bırakalım.
Ali Güçlü Şimşek: Can’ı [Bonomo] da orada ayrı bir sevdim, ne kadar iyi bir oyuncu olabildiğini fark ettim. Ama Paris’te olan Paris’te kalır, diyoruz. Ben buradan şuna bağlamak istiyorum, oyuncu arkadaşlarım bende genelde mini paranoyalara sebep olur. Hele ki iyi oyuncu arkadaşlar…
Öykü Karayel: Güven problemi mi yaratıyor yoksa?
Ali Güçlü Şimşek: Tam onu soracaktım. Oyunculara güvenebilir miyiz sence? Senin için söylemiyorum tabii, biraz gülelim diye sordum bunu. Kendi deneyimlerimde gözlemlerim oldu benim. Parmağın ucunda oynatabiliyorlar sanki etraflarını.
Öykü Karayel: Gerçekten mi? Bana oyunculuktan başka bir yetenekmiş gibi geliyor o. Bir insanı manipüle edebilmek, buna gerçekten yatkın olabilmek, oyunculuğun ötesinde bir şey sanki. Güven problemini bilemem ama egolar hakkında şunu söyleyebilirim; fazla göz önünde olmanın getirdiği birtakım deformasyonlara sahip insanlarla ben de karşılaştım açıkçası. Karşılaşmaya da devam ediyorum. Görüyorum böyle insanları, çalışıyorum, aynı ortamda bulunuyorum. Ama “Ah ne kadar iyi bir oyuncu, gerçek hayatta da öyle, bir yalan söyler ki vallahi anlayamazsın.” mantığı çok çalışan bir şey değil bence. O biraz senin şanssızlığın olmuş.
Ali Güçlü Şimşek: Daha göz önünde olan insanlardan bahsettin. Hitap ettiği insan sayısı arttıkça insan biraz daha profesyonel davranmak zorunda kalabiliyor kimi zaman. İçinden gelenleri filtrelemek, tepkilerini saklamak, kelimeleri seçerek kullanmak gibi… Senin de daha iyi ifade etmeyi istediğin ama es geçtiğin şeyler oluyor mu? Takipçi sayın milyonlar değil de 10 bin olsa farklı olurdu, gibi hissettin mi hiç?
Öykü Karayel: Açık söylemek gerekirse hissetmedim. Çünkü bunlar karakterle, kişilikle de alakalı geliyor bana. Bir şeyleri beyan etmeyi seven ya da kendi fikrini çok önemseyip, hep doğru kabul eden bir insan olsaydım fark etmezdi muhtemelen. 10 bin kişi de, milyonlar da takip etse paylaşırdım. Birine bir şeyleri söyleme konusunda temkinli bir yapım var zaten. “Benim haddim mi?”, “Söyleyeceğim şey doğru mu?” gibi soruların kaygısını günlük hayatta yaşayan biriyim. En basitinden arkadaşımla konuşurken bile yaşıyorum bunları. Söylemenin yollarını çok düşünürüm, “Nasıl söylersem hem faydalı olur hem de acıtmam karşı tarafı?” derim. Samimi ilişkilerimi böyle kuruyorum. Söyleyecek şeyim varsa arkadaşlarıma, çevremdekilere söylerim. Onlar politik görüşümü, duruşumu bilir mesela. “Ne düşündüğüm sosyal medya platformlarında da çok net bilinmeli.” demek, bunun için çabalamak benim pek içimden gelmiyor. Bu arada şunu sormuştum ben sana daha önce, kayıta da geçsin: Lalalar’ın hep albümü varmış gibi hissederdim ben ama yokmuş halbuki. Ne zaman çıkacak peki?
“Yeni doğan bir müzikle ilişki çocuk eğitimi gibi ilerliyor. Çocuğun kendisi bir şeyler olmak istiyor, sen aracı olmak istiyorsun.” -Ali Güçlü Şimşek
Ali Güçlü Şimşek: Yedi tane tekli yayınladık şimdiye kadar ve açıkçası böyle ilerlemek çok konforluymuş. Kafa karışıklıklarım ya da dünyandan kopma durumlarım sadece birkaç hafta sürüyordu böylece. Yeni doğan bir müzikle ilişki çocuk eğitimi gibi ilerliyor. Çocuğun kendisi bir şeyler olmak istiyor, sen aracı olmak istiyorsun. Fakat hayattaki deneyimlerin itibariyle o çocuğa bir şeyler aşılamak da gerekli. Öyle gelgitler. Şu sıralar on tane çocuk büyütüyor gibiyim. Vitesler yükseldi
Öykü Karayel: Panik ataklar, anksiyeteler albüm yüzünden arttı diyorsun.
Ali Güçlü Şimşek: Elden ayaktan kesilmek gibi değil de, bıraksan sadece bununla uğraşacakmışım gibi bir durum. Şunu da çok iyi biliyorum ki, sabah akşam uğraşmak da her zaman verimli olmuyor. Bir şeyle dört-beş saat uğraş, tüm odağını ver, o günü bitir mesela. Öyle bir şey yok bende. Aynı anda iki üç parça dönüyor kafamda, uyuyamıyorum. Söz, aranjman, kompozisyon, kaos. Yat, uyu yani. Neyse psikiyatrlar da eskisi gibi ilaç yazmaktan çekiniyormuş artık bu durumlara. Ondan da mahrum kaldık.
Öykü Karayel: Yeni bir şey öğrendim geçenlerde. Stres, kaygı genelde bizim sıkıntı gözüyle baktığımız durumlar. Eğer strese bakış açını değiştirirsen, vücudunun da tepkisini değiştirebiliyormuşsun. Senin onu karşılayacak alanın, odaların var aslında; bu genişliğe sahipsin. Vücudun verdiği tepkilerin bize zarar verdiğine, işimizden gücümüzden alıkoyduğuna dair bir yanılsama var. Stres bizi o işe hazırlamakta halbuki. Faydalı bile oluyor aslında. Üstelik bakış açısı değişikliğinin damar yapısını, kalp atışını bile değiştirdiği söyleniyor.
Ali Güçlü Şimşek: Vücut telaşlanınca kortizol basıyor, kortizol çok primitif bir hormon, seni hayatta tutmak için var aslında. Yırtıcı bir hayvanla burun burunasın, hayat memat meselesi…“Topukla, kaç git, hayatta kal.” Diyor mesela. Dediğin gibi stres yer yer işimize odaklanmamızı da sağlıyor, dediklerine katılıyorum kesinlikle.
Öykü Karayel: O vites yüksekken başka bir şeylerle uğraşmak, biriyle ilgilenmek istemezsin normalde. İlişkine vakit ayırmak bile angarya gibi gelir. Oysa öyle değilmiş, sevgi her şeyin ilacıymış. Stres anında manitana sarılıp güzel bir öpücük verdiğinde oksitosin salgılıyormuşsun mesela ve kalbe yardım ediyormuş bu.
Ali Güçlü Şimşek: Kayıt bitsin, arayıp soracağım bunları. Kişisel sorunlarımla heba etmeyeyim röportajı daha fazla. Şuraya bağlayayım, evet, Lalalar albüm yapıyor şu anda. Mayıs-Haziran gibi çıkacak. Bu kadar zaman çıkarmamanın acısını da iki plaklı, yaklaşık 16 parçalık bir albümle çıkartıyor olacağız. Umarım aradaki ayıbımızı örtebiliriz.
Öykü Karayel: Mükemmel.
Ali Güçlü Şimşek: Bitmeden son sorularıma geçeyim. Neler dinlediğini pek soramadım sana. Özelikle gençken hayatına yön vermiş bir iki isim var mı, merak ettim.
Öykü Karayel: Müzik zevkime çok güvenen bir insan değilim, belirli bir zevkim de yok açıkçası. Çocukluğumdan beri, lise yıllarım da dâhil, hep çok yönlüydü. Linkin Park da dinlerdim, Münir Nurettin Selçuk da… Ucu bucağı yoktu yani. O yüzden bana yön vermiş bir müzik tarzı olmadı hiçbir zaman.
Ali Güçlü Şimşek: İlk aklına gelen bir iki diziyi söylesen, ben de izlesem onları?
Öykü Karayel: Son dönemlerde Succession diye bir iş vardı, HBO dizisi. Üçüncü sezonu gelmek üzere sanırım, bayağı iyiydi o.
Ali Güçlü Şimşek: Çok sevdiğin bir iki film peki? Bana önerebileceğin?
Öykü Karayel: Mother!’ı izledin mi? Mükemmel bir film. Aronofsky’nin…
Ali Güçlü Şimşek: Yazdım. Karantinadan sonra ilk gitmek istediğin şehir?
Öykü Karayel: Londra, kesin. Planım vardı, gidememiştim.
Ali Güçlü Şimşek: Çok ergen sorularım var. Telefonda en çok kullandığın emoji?
Öykü Karayel: Boş el emojisi var ya, eyvallah gibi hani. O.
Ali Güçlü Şimşek: O benim de en çok kullandığım. Peki gıcık olduğun ama kullananlara bir şey söyleyemediğin emojiler var mı?
Öykü Karayel: Gıcık olduğum yok galiba ya.
Ali Güçlü Şimşek: Hiç PlayStation konuşamadık, onu da artık önümüzdeki maçlarda diyelim. Ama tehlikeli olduğunu duydum. Hangi oyunda baklavasına iddiaya gireriz diye sorumu da hazırladım.
Öykü Karayel: Vay. Call of Duty dönemlerim oluyor benim, o zamanlarda karşı karşıya gelebilirim isteyen insanlarla.
Ali Güçlü Şimşek: Hiç PlayStation’da oynamadım onu, ama meydan okumaya açığım bu hayatta. Biraz çalışayım, çocuk sevmeye geliriz artık.
Deşifre: Merdan Çaba Geçer