“Bu mimarlık güzel şey.”

Çıktığımız merdivenin konforundan pencereden baktığımızda gördüğümüz manzaranın ne olduğuna kadar verdiği kararlarla gündelik hayatımızın her ânına sızan, yaşamımızı tasarlayan bir disiplin mimarlık. Öyle ki Frank Lloyd Wright da “Mimarlık, biçim hâline gelmiş yaşamdır.” diyor. Tarih boyunca yarattığı ideallerin, yeşerttiği türlü hayallerin büyüleyiciliği bir yana, mevcut düzen içinde hem yapanını hem de kullanıcısını zorlayan yönleriyle de etrafında gezinenlere bir tür aşk nefret ilişkisi vadetmekte üstüne yok. Bu sene “Esenlik için Mimarlık” temasıyla 3 Ekim’e rastlayan Dünya Mimarlık Günü için mimarlığa emeğini vermiş kişilere “Bu mimarlık güzel şey” diye hissettiren ilhamları topladık.

Yağmur Yıldırım, Erdem Ceylan, Tolga Yağlı, Beyza Gürdoğan & Ege Sevinçli (Superpool), Berna Göl, Biçem Kaya, piknik ve Yelta Köm’ün önerilerini bir araya getirdik.

Yağmur Yıldırım yazdı: “Buckminster Fuller zamanımızın acil sorularını mimarlıkla düşünmek ve yeni mekânsal olasılıklar tahayyül etmek için bize bir düşünme biçimi sundu.”

Buckminster Fuller dünyanın müthiş bir hızla değiştiği bir dönemde, 20. yüzyılın arifesinde doğmuş, 90 yıla yaklaşan ömrünü bu dönüşümleri anlamaya adamış bir mimar, şair, kuramcı, mucit. Teknolojinin nasıl içinde yaşadığımız sistemleri kavramaya, yeni görme ve yapma biçimlerini mümkün kılmaya, böylece yeni birliktelikler ve ilişkiler inşa etmeye yarayabileceğinin, bir başka deyişle daha özgür, daha barışçıl, daha yaşanabilir bir dünya için teknobilimsel bir devrimin peşinde geçen üretken hayatında, bu arayışla sayısız nesne, yöntem, sistem, soru icat etti. Kompakt tuvalet kabinlerinden nanostrüktürlere, yüzer evlerden harita projeksiyon sistemlerine, yayınlardan “sinerji” kavramına sayısız icadında bu güdüyü takip etmek mümkün. 

Savaşların ve milliyetçi düşüncelerin yoğunlaştığı 1940’lı yıllarda, dünyayı “insanlık için yüzde yüz yaşanabilir” kılmayı amaçlayan bir oyun olan World Game’i icat etti. Ufak bir kabinden bir şehre, her tür alanı kaplayabilen jeodezik kubbe buluşu, ucuzluğu, hafifliği ve kolay yapılabilirliği ile hippilerin ve işgalcilerin sıklıkla kullandığı bir yapı sistemi oldu. Daha azla daha çok yap felsefesi ve bir arada yaşam konusundaki fikirleri, ilerleyen yıllarda ekoloji düşüncesini ve aktivist pratikleri derinden etkiledi. Belki de en önemlisi, Mark Wigley’in Buckminster Fuller Inc: Architecture in the Age of Radio (2015, Lars Müller) kitabında iddia ettiği gibi, zamanımızın acil sorularını mimarlıkla düşünmek ve yeni mekânsal olasılıklar tahayyül etmek için bize bir düşünme biçimi sundu. 

Fuller’ın fikirlerini daha yakından tanımak isteyen Bant Mag. okuyucuları için Buckminster Fuller Speaks his Mind (2004 [1969], Cook Records) kaydını öneriyorum; Fuller bu altı disklik kayıtta eğitim sisteminden Darwin’in kuramlarına, savaşlardan içgüdülere çok farklı konuları kendine özgü heyecanıyla tartışıyor.

Erdem Ceylan yazdı: “Mimarlık rehin almaktır…”

Hayatta kimi anlar vardır ki her şey sanki çökmüş gibi olur, olgular ve jestler şapa oturur…

Félix Guattari, Nakaratlar

Grubu 1990’lı yılların başında keşfetmiştim. Alışılagelmiş müzik aleti, sahne ve performans anlayış ve üretim biçimlerini yersizyurtsuzlaştıran grubun metropolün çöküntü alanlarında, metruk endüstriyel bölgelerinde veya bina yıkıntılarının arasında bulduğu metal, tuğla, beton, kanalizasyon borusu vb. inşaat malzemelerini; matkap, beton mikseri, çekiç vb. inşaat aletlerini stüdyo ekipmanıyla ve icat ettiği yeni aletlerle birlikte müzik üretimi ve icrasında kullanması çarpmıştı beni. Duvarın yıkılmasından önceki Batı Berlin’in kanalizasyonları, altyapısal sistemi, su kuleleri, enerji santralleri, köprü altları ve otoban kenarları sahnesiydi grubun. Mimarlık ama mimarlıktan da fazlası, endüstrinin ve kapitalizmin devasa bir şantiyeye dönüşmekte olan metropolü olarak Berlin, ses ve mekân arasındaki etkileşimler, katılaşmış oluşumları yeni oluşlara doğru sürükleyecek, deprem dalgaları benzeri gündelik akışlar grubun üretimine içkindi daima. Özellikle de grubun adı 1993 yılında başlayan mimarlık eğitimim sırasında çok daha anlamlı hâle gelecekti benim için: Einstürzende Neubauten. “Çökmekte Olan Yeni Binalar.” Mimarlık eğitiminin ve mimari tasarımın salt inşa etmeye odaklı olmaya indirgenmişliğini -bilinçsizce, el yordamıyla da olsa henüz öğrenciyken bile- sorgulamaya çalışan benim gibi biri için bulunmaz nimetti Alman neo-dadaist endüstriyel müzik grubu Einstürzende Neubauten’ın müzikleri, şarkı sözleri ve performansları. Grup 1981 tarihli Kollaps (Çöküş) adlı ilk albümünden Strategien gegen Architektur / Strategies against Architecture (Mimarlığa Karşı Stratejiler) adlı albümüne,  2005 tarihli Musterhaus 1 adlı albümdeki “Anarchitektur” başlıklı parçaya dek, gerek komünizm gerekse küreselleşmekte olan kapitalizm tarafından araçsallaştırılan profesyonel, şantiyeci, emek tanımaz mimarlığın ekonomik ve politik iktidarca çizilen sınırlarının ötesinde mimarsızca, hatta kendiliğinden beliren, punkların, anarşistlerin işgal evlerinde, otoban kavşaklarının yakınında, eski Sovyet endüstrisinden kalma atölye ve fabrikaların civarında ayrık otu misali bitiveren o “başka mimarlığın” ekolojisine ve karşı-estetiğine dair farkındalığımızı güçlendirmeye çalışıyordu âdeta. Hem Brian Eno, David Bowie, Iggy Pop, Nick Cave and the Bad Seeds ve daha birçoklarına henüz duvar yerli yerinde duruyorken, sanatsal yaratıcılıkları için en verimli toprağı sunan da o ekoloji değil miydi?

Grubun, duvarın yıkılmasından sonra Berlin’de yaşanan “yeniden inşa patlaması”nı Rem Koolhaas, Renzo Piano, I. M. Pei, Hans Kollhoff vb. “starchitect”ler eşliğinde kayıt altına alan 2001 tarihli belgesel film Berlin Babylon (yön.: Hubertus Siegert) için ürettiği müziklerin yer aldığı albümdeki “Architektur ist Geiselnahme” başlıklı parçası, “mimarlığın rehin almak olduğu”nu iddia ediyordu. “İnşaat düşkünlüğü / Cephe dolandırıcılığı / Taş üstüne taş üstüne taş / Cephe yalancısından…” sözleri yaşamı rehin alan, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin deneyimlenmesine uygun ortamı inşa etmekten kaçınan mimarlığı eleştiren bir anarşist etik inşa ediyordu. Sistemle barışık mimarlığın canlı, akmakta olan her şeyi rehin aldığını iddia ederken, tüm o hesaplamalara ve gelir-gider tablolarına kıstırılmış, asık suratlı, ciddi profesyonelliğin maskesini alaşağı ediyor, zamandan ve mekândan bağımsızlık iddiasındaki olgu ve jestleri şapa oturtan bir çöküş ânı kuruyordu.

İşte bana “bu mimarlığın” değil ama “o diğer mimarlığın/mekânsallığın”, göz ardı edilen, horlanan, küçümsenen, dev ölçekli ve bütçeli inşaatlar aracılığıyla yok edilen “iyi” ve “güzel”, hatta “asıl iyi ve güzel” şey olduğunu en çarpıcı biçimde bildiren sanat yapıtı bu “Architektur ist Geiselnahme” parçasıydı.

Mezuniyetimin hemen ertesiydi.

Tolga Yağlı yazdı: “Duvarların, tavanın koruması altında gördüklerimiz aslında bunlardan çok daha ötede.”

Mimarinin temel sorunu barınma, hava koşullarından korunma ve güvenli bir ortamda hayatta kalma… İnşa edilenleri bütün anlamlarından soyutlayıp, tek başına var olabilecek en küçük birime indirgediğimizde elimizde bir oda kalıyor. Yatmak, çalışmak, bir arada olmak ve yalnızlıkla baş başa kalmak için; kendi gerçekliğimize sarılmak veya hayallerle, rüyalarla başkaları aramak, bulmak için… Dört duvar, bir zemin ve bir tavan yani bir oda. Buraya sığınmış, duvarların, tavanın koruması altında gördüklerimiz aslında bunlardan çok daha ötede, Bill Fay’in “The Room” şarkısındaki gibi duvarların beyazlığı veya zeminin siyahlığından ötede, her şeyin parıldayan hâli. Mimarinin insana sunduğu en büyük lükslerden biri bu kutsal yalnızlık; içindeyken pek hissedilmeyen ama arayıp bulunca artan kıymetiyle oluşturduğu sınırların sadece bizi güvende hissettirdiği ve aslında o güvenin açtığı, bize mahsus pencereler, kapılar… Van Gogh’un odasındaki gibi basitlikten doğan bir sanat harikasına veya Repulsion’daki gibi Catherine Deneuve’ün karabasanlarına dönüşebilir bu geçitler. Bilinçle bilinç dışının kesişimde, yalnızlığımızla baş başa, güven içerisinde; bir çatı, bir zemin, dört duvar… Bir oda.

Beyza Gürdoğan & Ege Sevinçli (Superpool) yazdı: “Oyun kurucu, tanımı ve görevi açısından da ilginç bir karakter.”

Kent95 Programı sayesinde mimarlığı kent ölçeğinde düşünmeye ve bu ölçekte projeler geliştirmeye başladık ve yolumuz Pop-up Adventure Play ekibi Morgan Leichter – Saxby Suzanna Law ile kesişti. Onların önderliğinde HOP seyyar oyun parklarını kurmak için sahaya çıktık ve oyun kuruculuk kavramı ile tanıştık. Seyyar oyun parklarında size destek olan oyun kurucular var. Oyun kurucu, tanımı ve görevi açısından da ilginç bir karakter. Oyuna müdahale etmiyor; sadece uygun ortamı sağlıyor ve çocuklar aslında ne isterlerse onu yapmaları için çalışıyor. Eğer çocukların size ihtiyacı olursa yardım ediyorsunuz. Mimarlık da böyle olabilir. Mahalleliye ve yerel yönetimlere yaşadıkları alanı nitelikli hale getirmeleri için ortam sağlayabilir, ihtiyaçları halinde bizim Kent95 programı kapsamında yaptığımız gibi ellerinden tutar, destek olur.

İlham aldığımız cümle Pop-up Adventure Play’in eğitimleri bitiriş cümlesi: “Start small, start now and keep going!” (Küçük başla, şimdi başla ve devam et!)

Berna Göl yazdı: “Bu dünyanın mimarı hareket. Hiçbir tekil bina bu gerçeği değiştirmeyecek.”

Akira (1988) filmi bir klasik, bir başyapıt. Bugün oldukça ünlü ve animasyon tarihinin artık kültlerinden. Sadece bilerek değil, biraz da yanlışlıkla mimarlık üzerine çok çeşitli şey kapsadığı kesin. Uzun metraj bir animasyon olarak çok geniş bir ekibin elinden çıkmış. Çeşitlenen müzikleri veya detaylı illüstrasyonları izleyicinin tek seferde algılaması imkânsız nitelikte. Ama filmde aynı zamanda mimarlığın bir arka plan ya da bağlam olmanın ötesine geçtiğini görmek de mümkün. Filmin hareketli anlatısı, (örneğin başlardaki motorsiklet çetelerinin kovalama sahnesi) geleceğin Tokyo sokaklarından başlayıp ana karakterin kendi bedeninin kontrolden çıkmasıyla yavaşlıyor. İnsanı büyüklüğüyle ezen Neo-Tokyo tasviri, giderek yerini insanın devleşerek yıktığı bir meydan okuma aracına bırakıyor. Sanki hareket etmeyen birisi artık bu dünyanın insanı olamaz. İster motorsiklet çetesiyle, ister bedenin metamorfozuyla, bu dünyanın mimarı hareket. Hiçbir tekil bina bu gerçeği değiştirmeyecek.

Biçem Kaya yazdı: “Senaryoyu yeniden yazmak istesek, bu merdivenin hikâyedeki rolünü bir oyuncu üzerinden yeniden kurgulayabilirdik. Bunun farkına vardığım an benim için büyük bir dönüm noktasıydı.”

Mimarlık pratiği, herhangi bir tasarıma, esere göz gezdirirken öncelikli olarak mekânsal ögeleri seçip algılama türünden bir alışkanlığı doğuruyor. Hâliyle film izlemek de bunun bir parçası. Dikkati mekânsal kurguya vermek, sahnenin arka planındaki gizli mesajları keşfedebilmenin önünü açıyor. Kimi filmler, kimi sahneler mekânı, tıpkı bir bestede tonu belirleyen akorlar gibi esere temel oluşturan, zemin hazırlayan birer fon olarak kullanırken, kimileri ise mekânı başrole yerleştirecek biçimde kurgulayabiliyor. Benim için mimarlık ve sinema ilişkisinde sözünü ettiğim bağlantıları, mekânsal kurguyla bir dilin yaratılabildiğini gözlemlediğim ilk filmlerden biri Gattaca.

Andrew Niccol, yönetmenliğini ve senaryosunu üstlendiği 1997 yapımı Gattaca’da, yakın bir gelecekte insanlığın Satürn uydusu Titan’a keşif uçuşları planlayabildiği günleri, Amerika’nın toplumsal yaşantısına dair kurgusuna detaylıca yer vererek düşlüyor. Adını DNA dizlimindeki nükleobazların baş harfleri olan G, T, C, A’dan alan film, toplumsal önyargıyı ten rengi ve cinsiyet üzerinden değil; bireylerin genetik dizilimi üzerinden temellendirdiği bir toplum yaratıyor. Birey için dezavantaj yaratacak gen dizilimlerinin elimine edebildiği, üstün insanların laboratuvar ortamında üretilebildiği bir dünyayı bizlerle paylaşıyor. Hâliyle kusurlu olan (filmde “in-valid” olarak damgalanan) bireyler alt tabakayı oluşturuyor.

Niccol bu kurgusunu, iki karakterin yollarının kesiştiği ve birleştiği bir olay örgüsü üzerinden aktarıyor. Bir tarafta, gen dizilimi laboratuvarda tasarlanmayan, “geleneksel” yöntemlerle dünyaya gelen Vincent (Ethan Hawke) karakterinin çocukluğundan beri hayali olan, ancak doğuştan gelen dezavantajları sebebiyle imkânsız hâle gelen uzay yolculuğuna çıkma motivasyonuna tanıklık ediyoruz. Bir yanda ise kusursuz genetik dizilimi tasarlanmış olan ancak geçirdiği bir kaza sonucu sakat kalan Jerome (Jude Law) karakterinin açmazlar içindeki yaşantısının Vincent ile tanışmasının ardından nasıl değiştiğini izliyoruz. Vincent’ın büyük hayalinin, Jerome’un kusursuz genetiği ile mümkün olabildiği, beden ve ruhun yani iki karakterin tek bir kişi hâline geldiği bir öyküyü izliyoruz. Filmi Daedalus, Minotor mitleri ya da Frankenstein anlatısı üzerinden detaylandırabiliriz elbette. Ancak burada bahsetmek istediğim, filmin en güçlü yönü olan ilham verici mekânsal kurgusu.

Biopunk, Cypunk gibi alt türlere dâhil edilen Gattaca, herhangi bir bilim kurgu filmi için temel bir bariyeri, mekân tasarımını, California’daki çeşitli fütürist, modernist, postmodernist ve brütalist mimariye sahip gösterişli yapıları ustaca bir araya getirerek aşıyor. (Filmin geçtiği lokasyonlardan bazıları; Frank Lloyd Wright imzalı Marin County Civic Center, Antoine Predock imzalı CLA Building, Charles Luckman Associates imzalı Kia Forum, Eliot Noyes & Associates imzalı IBM Aerospace Headquarters) Gattaca’nın kadraj seçimleri, sinematografisi (Slawomir Idziak’ın eşsiz bir çalışması olduğunu belirtmek gerek), sahnelerde dikkati ilk olarak mekâna odaklıyor. Hatta filmin daha da ileri gidip, mekânları birer aktöre dönüştürdüğünü de söylemek mümkün bana kalırsa. 

Bir hayli donuk, soğuk, dokunsal duyulara sıklıkla ulaşan filmde aktörlerin devasa yapıların içindeki devasa boşluklarda, tıpkı uzay boşluğundaki gezegenler gibi devindiğini izliyoruz.  Yalnızlığın, bir başına olmanın verdiği tekinsizlik, filmdeki mimari aracılığıyla anlatının hangi tonlar arasında geçişler yaptığını seyirciye aktaran en önemli veri. Gattaca, numunelerin toplandığı ve saklandığı laboratuvarlar, steril ofisler, fazlasıyla hijyenik evler, ana yollar, tüneller, güneş enerjisi tarlaları türünden mekânları mesken tutuyor. Mark Augé’nin Non-Lieu yani “Yok-Yerler” olarak tanımladığı, mekâna yabancılaştığımız, ölçeği yitirdiğimiz, içinde kaybolduğumuz, kusura yer vermeyen, ileri teknoloji ve mühendislik üretimi olan, özetle insan tarafından üretilen ancak insanın aidiyet hissedemediği mekânsal tasarımları bir tuval gibi kullanıyor. Yapıların masif etkisi, baskının bir an eksik olmadığı hikâyede, karakterlerin hissettiği gerilimi daha da artırıyor sanki.

Kusursuz gen dizilimindeki bireyler, kusursuz bir mimarinin içinde yaşıyor. Hatasız detaylar, steril ortamlar, gen diziliminde hata olmayan karakterlerden farksız. Mekânların, tasarım nesnelerinin kolaylıkla bu aktörlerden biri olduğunu söyleyebiliyoruz. 

Bu filmde beni en fazla etkileyen mimari elemana da dikkat çekmek istiyorum. Jerome karakterinin evindeki spiral merdiven… Alenen DNA’nın çift sarmallı yapısına bir göndermeden ibaret değil söz konusu sirkülasyon elemanı. Jerome ve Vincent ikilisinin birbirlerinin yerine geçişinin, sarmalanıp bir kişi hâline gelişinin de bir sembolü. “Üst” ve “alt” arasındaki geçişi sağlayan, filmin anlamını yeniden ve yeniden kurabilmenize imkân tanıyan bir öge. Senaryoyu farklı şekilde yeniden yazmak istesek, bu merdivenin hikâyedeki rolünü bir oyuncu üzerinden yeniden kurgulayabilirdik. Ona bir ad verebilir ve belki de Anton tarafından sorgulanan Jerome’u, kimliği açığa çıkmasın diye kurtaran karakter olarak yeniden filme dâhil edebilirdik. Bunun farkına vardığım an benim için büyük bir dönüm noktasıydı.

Gattaca, yapımının tamamlandığı yılların yani 90’ların son döneminin klişelerini taşıyan, kimi zayıf noktalara sahip, hatta yer yer rahatsızlık veren bir film. Ne var ki mimarlığın dilinden konuşabiliyor. Sahne kurgusuyla, kütlesel ilişkiler, ışık gibi konularda bir mimar için çok şey ifade edebiliyor, ne de olsa onunla aynı dilden konuşuyor. Yer yer ruhsuz gelen diyalogları bilemem ama görsel kompozisyonlarla anlattıkları dinlemeye değer cinsten.

piknik yazdı: “Yaratıcılığı ortaya çıkarmak için kurallar koymak, sonra onları eğmek, bükmek, sınırlarını çiğnemek…

Lars von Trier sinemasının en önemli yapıtlarından Dogville’de karakterler, duvarları olmayan beyaz bir tebeşirle çizilmiş bir kasaba planının üzerinde hareket ederler. Bizi bu denli küçük (bir duvar yapmaya kıyasla) ama bir o kadar güçlü bir grafik düzenlemeyle mekân fikrini oluşturmak çok etkiliyor. Mimarlık disiplininde, matematiği keskin olan teknik meselelere oyuncu bir yerden yaklaşma özgürlüğünüz vardır. Hatta mekânsal yaratıcılığın özünün böyle bir yerden geldiğine inanıyoruz. Trier’nin sinemaya yaklaşımı da bize bu anlamda benzer bir düsturu çağrıştırıyor. Yaratıcılığı ortaya çıkarmak için kurallar koymak, sonra onları eğmek, bükmek, sınırlarını çiğnemek… Mimarlığı ilginç yapabilecek şeylerden biri bu!

Yelta Köm yazdı: “Umarım bir gün Matta-Clark’ın kestiği gibi inşa edilmiş tüm mimarlık mitleri kesilir ve içinden çıkan rengarenk bir mimarlık mümkün olur.”

Benim için kurması kimi zaman çok kolay ama kimi zaman da kurarken çok zorlandığım cümlelerden biri “Bu mimarlık güzel şey”. Mimarlığın üzerinde yükseldiği patriyarka ve eril hattın son yıllarda çözülmeye başlaması ne kadar umut verici olsa da, erkek egemen bu düzenin içinde hâlen “Oh be mimarlık var” dememi sağlayan an ve enstantaneler kendine yer buluyor. Gordon Matta-Clark’ın pratiğinin bu düzenin içinde kendini yeniden inşa etmesini ve mimarlık fikriyle oynarken onu dönüştürmeye çalışmasını seviyorum. Bir direniş noktası olarak gördüğüm Anarchitecture yaklaşımının bugün yeniden kurulabileceğini düşünerek, “Mimarlık güzel şey” demek mümkün oluyor. Nasıl hayaller, bilemediğimiz bir geleceği mümkün kılıyorsa, fiziksel çevrenin ve yaşam alanlarımızın yadsınamaz etkisi de geleceği kuruyor. Umarım bir gün Matta-Clark’ın kestiği gibi inşa edilmiş tüm mimarlık mitleri kesilir ve içinden çıkan rengarenk bir mimarlık mümkün olur.