Zihin gezer, eller düşünür: E S Kibele Yarman ve “Venüs Saat Yönünde Döner”

Röportaj: Biçem Kaya

Sanat ve tasarım özelinde çalışmalar üreten E S Kibele Yarman, Venüs Saat Yönünde Döner başlıklı sergisiyle 23 Mart’a kadar Vision Art Platform’da. Kendisinin işleriyle daha önce tasarlamış olduğu kitaplar; The New York Times, The Atlantic ya da The Economist’te yayımlanmış işleri ya da belki de 26. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin afişi sayesinde karşılaşmış olma ihtimaliniz bir hayli yüksek. 

Sanatçının Bir “kendini kaydetme – kendini yok etme kaydı” olarak da nitelendirdiği Venüs Saat Yönünde Döner’in çoğunluğu analog asamblajlardan oluşuyor. Sergi aynı zamanda “Herhangi bir hâlde kadın 30 sene önce, 40 sene önce nasıl var oluyordu ve o veya ona ait parçaları başka bir bağlama yerleştirirsek ne görürüz? sorusuna yönelik cevaplar bulma kaygısında. 

Analog işlerin zamanı, anlam arama – bulma çabasıyla maharetlice yavaşlattığı bu sergiye dair merak ettiklerimizi sormak üzere E S Kibele Yarman ile sohbete koyulduk. 


“Hayatta olmadığım bir zamandaki dünyaya dair parçalar buluyorum ve onları anlamaya, günümüzle ilişkilendirmeye ve daha sonra şimdiki bakışımla yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum.”

Sergideki üretimlerinin içeriğindeki geçmişe ait imajlar, fütüristik bir kurguyla karşımıza çıkıp zamanda sapmalar yaratıyor. Venüs Saat Yönünde Döner zamanı nasıl yorumluyor? Hangi zaman diliminde geçiyor veya nasıl bir bağlama oturuyor?

Sergideki işler için çalışmış olduğum buluntu matbu materyal geçmişe ait olduğu için işler 60’lardan başlayarak 90’lara uzanan bir yelpazeden imgeleri kullanarak yeniden yorumluyor ve onları günümüzde getiriyor. Böylece sergideki işler ne geçmiş zamana ne şimdiki zamana ait oluyor; ne basıldıkları materyalin coğrafyasına ne de bu coğrafyaya aitler. Ne öncekiler, ne şimdikiler, ne oradalar, ne buradalar ve böylece her zamandalar ve her yerdeler. Bu hâlde zaman ve mekânda yaşadıkları kaymalar onların kimliklerini oluşturuyor. Oldukları şey, değişim kavramının ta kendisi, arada ve zamansız oluşun bir yansıması.

Jale Nejdet Erzen* estetiği, yalnızca güzellik, sanat ve duyumsal nitelikler ile ilgili değil; bir ilişki sorunu ve yaşam süreçlerine bağlı bir olgu olarak gördüğünü belirtiyor. Şahsen bunu montajın/asamblajın tektoniğine ilişkin önemli bir çıkarım olarak da görüyorum. Senin de sergideki üretimlerinin karakteristiği ilişkilendirmek, birbiriyle bağlantılar kurabilmek üzerine. Bu “ilişkiler sorunu” özelinde neler düşünürsün? 

Çok sevdiğim sanatçı Agnes Martin’in bir anektodu var: Koleksiyonerlerinden birinin 8-9 yaşlarındaki kızının bir ziyaretleri sırasında masanın üzerinde duran kırmızı güle hayran hayran baktığını görünce soruyor Martin, “Bu gül sence güzel mi?”. Evet diye yanıtlıyor kız. Sonra Martin gülü alıyor, koluyla sırtının arkasına gizliyor ve yeniden soruyor: “Gül hâlâ güzel mi?” Martin böylece şunun altını çizmiş oluyor; gülü güzel yapan parlak kıpkırmızı pigmentleri ve kıvrım kıvrım taç yapraklarından öte, gülün fikri. Gül fikrine yüklediklerimiz gülü güzel yapıyor. Göze görünmeyenlerin de imgelerden eksilenlerin de imgenin estetiğine kattıkları yadsınamaz elbette. Benim işlerim özelinde sahnede göze görünenler, bir yerlerden eksiltilerek başka bir yerde biriktirilmiş imgeler. Yan yana veya üst üste monte edildiklerinde birbirleriyle ve izleyiciyle artık yeni biçimlerde ilişkileniyorlar ve anlamları bu yeni ilişkileri tarafından şekillendirilmiş oluyor. Her yeni ilişki yeni bir soru veya sorular soruyor. Soru ve sorun aynı kökten geliyorsa diyebiliriz ki bunu yaparken de kendi bağlamlarındaki sorunlardan kopartılıp başka bağlamlara, yeni sorunların içine doğmuş oluyorlar. Böylece yeni mekânları ve yeni zamanlarına ait soruların içinde var oluyorlar artık. Yani bir performans olarak yapıları bozulan ve yeniden ele alınan imgeler kendilerine, çevrelerine ve zamanlarına yeni sorular üretmeyi kimlik ediniyorlar.

İzninle montajlarına / asamblajlarına birkaç farklı noktadan bakarak birbiriyle bağlantılı iki yorum / soru sormak istiyorum… 

Görsel materyalleri kullanma şeklini bir arkeoloğun kazı yapma sürecine benzetiyorum. Sıklıkla arkaik imgelere yer vermen bir yana, sanki yüzeyin altında bir şeyler arıyor gibisin. Sen bu yorum hakkında neler düşünürsün?

Popüler terimlerle aram hiçbir zaman iyi olamadı ama medya arkeolojisi diye bir disiplinden bahsediliyor; son zamanlarda sıklıkla duyuyorum bu terimi, belki bu da benim pratiğimle ilişkili sayılabilir. Arkeoloji doktoramdan bir şey öğrendiysem o da arkeologların da çoğu zaman ne bulacaklarını tam anlamıyla bilmeden, yalnızca tahmin etmeye çalışarak kazdıkları. Belki bu tam anlamıyla ne aradığını bilmeden kazma aksiyonu bakımından arkeologlarla benzerlik gösterdiğimi düşünebiliriz. Benimki daha intüitif bir kazı gerçi, onlarınki belki daha bilimsel —Arkeologların nereyi kazacaklarına dair danıştıkları matematik hesapları ve uydu görüntü sistemleri var. Benim pratiğim ise önce araştırmaya yönelik—. Nasıl bir basılı materyalden nasıl imgeler elde edeceğimi planlayarak hareket ediyorum. Gerisi karanlıkta el yordamıyla nesnenin ne olduğunu tanımaya çalışmaya benziyor. Hiç yaşamadığım anıları hatırlamaya çalışmaya da benzetiyorum biraz. Hayatta olmadığım bir zamandaki dünyaya dair parçalar buluyorum ve onları anlamaya, günümüzle ilişkilendirmeye ve daha sonra şimdiki bakışımla yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum;  landscape archaeology de biraz buna benzer bir şey yapıyor gerçekten de.

Bu sorunun ikinci kısmı ise, yüzeyin altından çıkardıkların hakkında. Daha önce Aposto’dan Bilge Nur Saltık’a verdiğin bir röportajda “Kadınlar aslında sanatın her alanında hep var olmuşlar ama sanki hiç yoklar gibi, değil mi?” demiştin. Bu soru sergideki gezintim boyunca bana eşlik ederken, aklıma Sovyet Rusya’da film montajı yapan emekçi kadınlar, Esfir Shub geldi mesela. Portre / otoportrelerinde, “sanki hiç yokmuş gibi” olan kadınları aramak için kazı yaptığını söyleyebilir miyiz?

Aslında bulduğum materyalde kadınlar hep var bir şekilde ama çoğu zaman erkek bakışı için ve o güne ait güzellik standartlarının şekillendirdiği birtakım kadın imgeleri olarak bulunuyorlar. Benim araştırmalarım günlük yaşamdan kadınlara ait, sanat sahnesinden kadınlar değiller. Ben herhangi bir hâlde var olan kadını aradım işlerim için, sanatta var olan kadından ziyade. Herhangi bir hâlde kadın 30 sene önce, 40 sene önce nasıl var oluyordu ve o veya ona ait parçaları başka bir bağlama yerleştirirsek ne görürüz? Sanırım bu soruya cevap arıyor işler.


“Çoğu zaman işler üzerinde çalışırken zihnimi uzunca bir yaylaya veya deniz kenarına götürürüm – zihnim nefes alıp etrafı gezerken ellerim düşünür ve yapılması gerekeni yapar, ben buna inanıyorum.”

Dikkatin çekilmesinden ziyade “çalındığı”**  bir dönemde yaşıyoruz. Odaklanma sürelerimiz gittikçe düşüyor. Örneğin, California Üniversitesi Bilişim Depratmanı’ndan Gloria Mark’ın dikkat süreleriyle ilgili olarak yaptığı çalışma*** 2000’lerin başında 2.5 dakika iken, güncelde bu sürenin 47 saniyeye indiğini ortaya koyuyor. Microsoft’un 2015 yılına dayanan bir araştırması ise, bu sürenin çoktan 8 saniyeye düştüğünü söylemişti. Hâliyle bu durum görsel dünya için son derece dönüştürücü bir rol oynuyor. Senin de üretimlerin arasında kitap kapakları, film afişleri gibi içerikle ilk tanıştığımız yüzeylerin tasarımları sıklıkla yer alıyor. Tabii bu yüzeylerin içeriğini açık etme anlamında geçirgen bir zar gibi olma gibi temel bir amacı olduğunu belirtmeden geçmeyerek, dikkat çekme konusunun senin üretimlerine ne gibi bir etkisi oluyor? Ya da oluyor mu?

Sen de fark etmişsindir eminim, benim çoğu işim küçük ölçekte olmakla beraber çok minik detayları olan işler. Bu da uzun bakma süreleri talep ediyor. Tam da söylediğin bu hızlı dikkat tüketimiyle gelen [fast food, fast check-out ve daha bir sürü farklı fast eylemin talep edildiği dünyada] yeni dünyanın süratini biraz yavaşlatma çabası bu aynı zamanda. Tüm kesip yapıştırma işlerinin dijital ve çok hızlı yapıldığı bir zamanda asamblajlarımı genellikle el ile kesip dikme performansı da yine bu ritme bir reaksiyon.

Beynin düşünsel gücünün saf ve izole bir şekilde sadece insana adanmış, yüceleştirilmiş bir yetenek olarak görmekten ziyade, insanın ellerinin de düşün sürecine dâhil olduğu bir diyalektikle düşünmenin taraftarıyım. Elin bilgisi de diyebiliriz belki buna. Bunu senin işlerinde de açık ve net bir şekilde görebiliyorum, ister dijital ister analog formatta üretilmiş olsunlar… Senin bu konudaki düşüncelerin nelerdir? 

Beni 6 yaşımdan beri tanıyan piyano hocam Nermina Ganiyeva elin hafızası diye bir kavramdan bahsederdi hep bana. Ellerin kaslarının da hatırladığını, yeteri kadar pratik yaptığımızda zihnimiz bir çeşit trans hâlinde bulunurken artık notaları ellerimizin hatırladığını ve ellerimizin eserleri icra ettiğini söylerdi ve ben de buna inanarak büyüdüm. Çoğu zaman işler üzerinde çalışırken zihnimi uzunca bir yaylaya veya deniz kenarına götürürüm – zihnim nefes alıp etrafı gezerken ellerim düşünür ve yapılması gerekeni yapar, ben buna inanıyorum.

El ve beyin diyalektiğinden yola çıkarak konuyu yapay zekâya çekmek de istiyorum. Malum, görsel tasarım dünyası ilk etki alanlarından biri oldu. Sanatçıların haklı kaygıları ve telif hakkı mücadeleleri bir yana; bu robotlar, bir fikirle çıkagelmek haricindeki tüm süreci üstleniyorlar. Elin tamamen devre dışı kalması bile mümkün. Sen yapay zekâ tartışmalarında kendini nasıl konumlandırıyorsun?

Ben el ile bir iş üretme eyleminde elin bu performansın çok ciddi bir parçası olduğuna inanıyorum. Eli zihnin bir uzantısı olarak da görüyorum bir taraftan. Sanat veya tasarımın çıktısını, fikir hâllerinden sonraki hâlleri dünyaya ulaştıktan sonra var olduğunu düşünürüz— oysa aslında yapma eylemi, fikir aşamasından eskize, taslağa, çizmeye veya kesip yapıştırmaya, finalize etmeye kadar tüm süreçleri kapsar ve bu nedenle tam anlamıyla performatif bir nitelik taşır. Bu ilişkide, ellerle çalışırken aramadan bulmak [örneğin eskiz yaparken meydana gelen tesadüfler], hatta hata yapmak da dâhil olmak üzere bu bahsettiğim performansının tüm aşamaları çok önemli bir rol oynar. İşaretleme araçlarının fizikselliği, icracının delme, kesme, katlama, yapıştırma, dikme veya başka herhangi bir yöntem kullanarak boyutluluk ekleme gibi üzerinde çalışabilecekleri jestsel müdahaleler ve bu tekniklerin sunduğu yeni olasılıkları keşfetmeleri nedeniyle sonsuz bir ilham kaynağıdır dolayısıyla. Yapay zekâ tüm bu süreçleri çöpe attığı için tek başına bütün bunların karşısında durmaya gücü yetemeyecek kadar cılız bir konumda bana göre, en azından şimdilik. Bütün bunları söyledikten sonra şunu da eklemeliyim, yapay zekâ iyi kullanmasını bilen için kuvvetli bir hız aracı, bir kısayol olabilir. Ancak bu hızın bize ne getirdiğine ve bizden ne götürdüğüne iyi kafa yormak gerekiyor düşüncesindeyim. Her aksiyonun daima en hızlısını yaparsak kalan zamanımızda ne yapacağız bu hayatta? Wall-E’deki gibi alışveriş merkezinde elektrikli scootlerlarımızda yatarak süzülüp hamburger mi yiyeceğiz? Demek istiyorum ki her şeyin daima en hızlısı makbul değil, olamaz, insan için en iyisinin daima en hızlısı olması mümkün değil.

Çalışmalarını takip ettiğim süreç içinde beliren bir sorum daha var, kırmızı renkle aran nasıl?

Haha, çok haklı bir soru. Hayatımda ilk defa kırmızı kullanarak yaptığım iş 6-7 sene önce Ahmet Güntan’ın Esrâriler kitabının İngilizce çevirisinin kapak tasarımıydı, hâlâ ondan daha fazla kırmızı kullandığım bir işim yok sanırım. Onu da yanlışlıkla yapmıştım itiraf etmem gerekirse, sonra bakıp demiştim ki aslında belki de benim de bu yanlışlıkla hayatıma kırmızıyı yavaş yavaş sokmam gerekiyordur. Hâlâ tam ikna olabilmiş değilim.

Biraz Dante & Istakoz’un sürecinden de söz edebilir misin? Bu bağımsız yayıncılık projesi nasıl doğdu? 

Dante ve Istakoz bilmeyenler için “kenar, köşe ve içindekiler ile ilgilenen yayınlara alan açmayı hedefleyen, okyanusun dibinden beslenen, pişirildiğinde kırmızı rengini muhafaza eden” bir yayın projesi. Yayınlar; konu ve form olarak sanatçı kitabı, şiir, denemeyle ilgilenmek veya canları istemezse de hiçbiriyle ilgilenmemek üzere planlandı. Formda ve içerikte özgür oldukları için tasarımda da özgürler. Dante ve Istakoz, hepsinden önemlisi, iş birliğine olanak tanıyan bir yayımlama mekanizmasına sahip. Şiir, performans, illüstrasyon, fotoğraf, elmalı turta tarifleri, farklı ayakkabı bağlama yöntemleri, her şey olabilir ancak büyük ölçüde az sayıda edisyonla basılan basılı nesnelerden oluşuyor. 

Ben aynı zamanda kitap tasarımıyla uğraşıyorum bildiğin gibi. Yaptığım kitapların üretimi bittikten sonraki süreçlerine dâhil ve söz sahibi olamamaktan duyduğum rahatsızlıkla bir çözüm aramaya çalışarak düşündüğüm bir fikirdi Dante ve Istakoz, iki yıl önce. O kadar emek veriyorum, sonra kitaplar ilgilenecek birilerine gidiyor mu gitmiyor mu, hiçbir fikrim olmuyordu; görünmüyordu kitaplar istediğim gibi ve buna çok üzülüyordum. Hem de tasarladığım tüm kitapların tek bir yeri olsun ve burası da ulaşıma açık olsun, ilgilenen birilerine ulaşsın bu kitaplar istedim. Hazır başlamışken neden başkalarının üretmek istediği kitaplara da ev sahipliği yapmasın burası, diye düşündüm ve Dante ve Istakoz’un bakışına yakın bulduğum sanatçı ve yazarların yayınlarını da taşıyan bir mekanizma inşa etmeye çalıştım. 10 kitaplık bir koleksiyon olduk, çoğu tükendi kitapların kopyalarının. Şimdilik işliyor diyebiliriz, umarım gelecekte de yıldızı parlamaya devam eder. Hayalim minik de olsa göz önünde olabilecek, ilgili ziyaretçilerinin gezebileceği minik bir Dante ve Istakoz Dükkân. Vitrini ve camdan bir kapısı olsun, kitaplar olsun vitrinde, meraklıları gelip dokunabilsin isterdim. Bu sene iyi bir çocuk olup Noel Baba’dan bunu dileyeceğim sanırım ve önümüzdeki sene de ve ondan sonraki sene de…


Referanslar:

[*]  Erzen, J. N. Üç Habitus: Yeryüzü, Kent, Yapı. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul.  2015

[**] Hari, J. Çalınan Dikkat: Neden Odaklanamıyoruz?, Çeviri: Barış Engin Aksoy. Yayıma Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan. Metis Yayınları. İstanbul. 2020

[***]  Mark, G. Attention Span: A Groundbreaking Way to Restore Balance, Happiness and Productivity. Hanover Square Press. 2023