Geçmiş dediğin geçmezmiş

Yazı: Müge Turan

Berlinale’ye çok karmaşık bir hâlde gittik bu yıl. Deprem vahşetinden 10 gün sonra yüreklerimiz ağır, kafalar bulanık izledik filmleri; ne yapacağımızı bilemediğimiz kızgınlık ve acı karışımı bir duyguyla. Bir yandan iki yıl aradan sonra “eski normal”e dönen Berlinale’de depremle ilgili daha çok destek toplamak için kafa yormak, bir yandan sinema sahnesinde neler oluyor bitiyor onu takip etmek… Diğer yıllara göre pek de parlak olmayan bu yılki festival seçkisinden bende kalan filmler biraz göçmenlik duygusuyla ilgili, ruhumu özlemini çektiğim hayatla yaşadığım arasındaki o ara yere götüren filmler. Yaraları saran bantların artık yavaşça çekilmesi gerektiğine dair bir his aktaran, duyarlı, şefkatli filmler, hatırlamanın unutmaktan azade olmadığı kişisel ve toplumsal hikâyeler.

Past Lives

Sundance’te prömiyerini yaptıktan sonra Berlinale’de ana yarışma bölümünde yer alan ve Celine Song’un kendi yazdığı tiyatro oyunundan uyarladığı ilk filmi olan Past Lives’da geçen bir kelime var, Kore diline özgü bir inanç aslında: Eğer iki insanın kolu bir kalabalıkta bir şekilde birbirine değiyorsa bu binlerce yıl evvelden gelen olaylar zincirinin sonucudur. Kader ve ilişkilere dair bu kavram geçmişimizdeki sayısız bağlantıları bugüne bağlıyor. Past Lives kıtaları ve onlarca yılı aşarak iç ısıtan, hafif de dudak büktüren bir aşk hikâyesi. Filmin proloğu üç kişiyi (Nora, Hae Sung ve Arthur) bir barda otururken gösterir. Onları izleyen, barın diğer ucundaki iki kişi bu üç yabancının kim olduğu konusunda tahmin üretir. Çünkü kadın adamlardan biriyle hararetli bir sohbetin içindeyken ikinci adam sıkılmış veya üzgün gibi durur. Kim kimdir, nasıl bir ilişkileri vardır? 12 yaşında birbirlerine âşık olan, kızın ailesinin Güney Kore’den Kanada’ya göçmesi ile ayrılmak zorunda kalan Nora ve Hae Sung, 12 yıl sonra Facebook sayesinde tekrar buluşur. Bu uzaktan yeniden yakınlaşmaları bir süre devam etse de sonunda ayrı yollara giderler. Bu sırada Nora kendi gibi yazar olan Arthur ile tanışıp evlenir. Bir 12 yıl daha geçer ve bu kez Hae Sung, Nora’nın yaşadığı New York’ta onu ziyaret etmeye gelir. Song’un yarı otobiyografik filminde Nora’nın iki kültür arasında yetiştirdiği karmaşık duyguları gösterirken anlara, atmosfere odaklanıyor. Yoksa film ruh ikizlerinin birbirini bulması veya aynı kadın için yarışan iki erkek veya bir kadının hayatını değiştirecek kadar zorlu bir karar olması hikâyesine dönüşebilirdi, ama biraz Aşk Zamanı, biraz Linklater’ın Before üçlemesi gibi epik romantik filmleri akla getirse de Past Lives açılış sahnesindeki gibi beklentileri bozuyor. Belki de filmi özel kılan, gurbet veya hasret hissini veren Nora’nın filmde bahsettiği gibi geçip giden hayatların içinde saklı inyun inancı.

Concrete Valley

Başka bir Kanada’ya göç hikâyesi de Forum bölümünde yer alan Concrete Valley. Toronto’nun kenar mahallesinde yaşayan Suriyeli bir çiftin hayatları üzerinden özellikle göçmen insanların ilişkilerine bakıyor. Geldiği ülkede doktor olan Raşit (Hussam Douhna) ve oyuncu olan eşi Farah (Amani İbrahim) beş yıldır oğullarıyla birlikte yeni yerdeki kültüre ayak uydurmaya çalışıyor. Zorluklar, hayal kırıklıkları… Raşit kapı kapı dolaşıp komşularına doktorculuk yapmaya çalışırken Farah da çevresindeki sosyal etkinliklerle kendine yeni bir kimlik edinmeye çalışır. Göçmen ve arafta kalan bir hayattan kesit sunarken devlet kurumlarından sosyal konut evlerine gri ve sıkıcı mekânlardan sinemasal bir güzellik çıkarabilmiş. Filmdeki duyarlılık belki İbrahim dışındaki karakterlerin profesyonel oyuncu olmamasından, dokudrama estetiğinden geliyor. 

Here

İkili ilişki filmlerden biri de Encounters bölümünde yarışarak “En İyi Film” ödülünü kazanan Bas Devos’un dördüncü uzun metrajı, Here. Göçmenlik duygusu içinde olsa da karakterlerinin göçmen olması üzerinden kurmuyor hikâyesini. Filmin temelinde çelişik duygular barındırsalar da insana ve çevresine ihtimam gösteren karakterler var. İki baş karakterden biri olan Stefan, Romen bir inşaat işçisi. Yıllık izni için memleketine dönmeden önce buzdolabında kalan sebzelerle çorba yapıp onu tanıdıklarına dağıtan, uzun yürüyüşler yapan kendi hâlinde bir adam. Bu yürüyüşlerinden birinde teyzesine Çin yemeği restoranında yardım eden, briyolog (yosun uzmanı) genç kadın, Shuxiu ile tanışır. Flanör gibi takılan Stefan bizi günlük yaşamda dikkat etmediğimiz şeylere bakmak için durmaya davet ediyor. Kamera Brüksel’i endüstriyel mekânlardan büyülü bir ormana sokarak sinemasal bir keşif alanı hâline getiriyor. Doğanın güzelliği sanki rüyamsı bir gerçekliğe bürünüyor. Huzurlu bir yerdeymişsiniz gibi bir his, neredeyse nostaljik bir his. Filmin ekosisteminde umut ve şefkat var, her karakter kendi hâlinde. Birbirine dokunma, komşunla aynı çorbayı paylaşma, elinde tuttuğun yosununun aslında mikro bir orman olduğunun farkına varma… Bu ilgi ve ihtimam duygusu bulaşıcı gibi sanki. Tıpkı kötü enerjinin girdiği her yeri anında etkilemesi gibi. Here’ınki tipik bir aşk hikâyesi olmasa da; henüz birbirlerinin adını bile sormamışlarsa da Shuxiu ve Stefan arasında derin bir bağ olduğuna dair bir hisle bırakıyor bizi film. Devos kendi tabiriyle “anlatının sınırında, hikâyenin bitip de imge ve sesin havada kaldığı bir şey beni çekiyor. Bu aslında ‘hiçbir şeyin olmadığı’ ama izleyicinin yönetmenin gördüğü veya duyduğu dünyaya bağlandığı neredeyse ‘tehlikeli’ bir an.” Sanıyorum filmin tılsımı da bu. Bu tehlikeli anlar sanki benim için de halis sinemanın özeti.

Unutma Biçimleri

Bazen bu anlar belleğimize nakşedilmiş uzak bir hatırayı da çağırır. Burak Çevik’in yine Forum’da dünya prömiyerini yaptığı üçüncü filmi, Unutma Biçimleri de biraz bununla ilgileniyor. Türkiye’den bu yıl katılan tek film. Atıl duran bir kasa olmanın aksine belleğin geçmişi kurgulayıcı rolü üzerine sinemasal bir deneme gibi. Çevik, ayrılmalarından 14 yıl sonra Nesrin ve Erdem çiftini filmine çağırarak onlardan ilişkilerini, ayrılıklarını yeniden değerlendirmelerini istemiş. Aslında tam olarak neden ayrıldıklarını hatırlamıyor ikisi de. Film bir yandan bu çiftin hatırladıklarıyla unuttukları arasındaki boşlukları diyaloglarla verirken antik harabelerden terk edilmiş veya henüz inşa edilmemiş mekânlara uzanan birtakım kişisel görüntüleri aktarıyor. 

Unutma Biçimleri, buzulda balık tutma sahnesiyle açılıyor. Buzda bir delik açıp içinden ne çıkacağı belli olmayan bir boşluğa ağ sokmaya çalışan birini izliyoruz. Biz izleyicinin anlamlandırma süreci de böyle: Nesrin ve Erdem anılarını yeniden su yüzüne çıkarmaya çalışırken, biz de hafızanın kayganlığını düşünüyor oluyoruz. Bu sırada filmin belleği de aktif çalışıyor. Geçmiş zaten kendini yaşandığı hâliyle bize sunmaktan uzaktır. Olsa olsa Proust’un annesini yazarak unutma çabası gibi filmler de bir anlamda göstererek veya anlatarak unutma çabasına girer. Bu arada filmin bir diğer özelliği de Çevik’in filmini uluslararası gösterimlerinden sonra Türkiye’de ilk kez İstanbul Modern’de gösterecek olması. Gösterimden sonra film 14 yıl boyunca müzede saklı bekleyecek. Böylelikle film, kendi konusuna benzer bir şekilde hafızanın nasıl katmanlaştığına ve tekrar tekrar yazılabildiğine dair bir deneyime dönüşecek. 14 yıl sonra Unutma Biçimleri’nden ne hatırlıyor olacağız, bakalım.