Hüzünde ve sevinçte ortaklaştığımız bir an: Heybesini Çiğneyen Katır

Yazı: Deniz Dursun

“Yolda kalan da bir,
Yürüyen de bir.”

Dicle Doğan’ın seyahat deneyimleriyle dolu heybesini aralayarak kendi adımlarından da ilhamla proje tasarımını ve yönetmenliğini üstlendiği, Iraz Akçam ve Simge Günsan’ın performanslarıyla hayat bulan Heybesini Çiğneyen Katır, yüzdüğü tekinsiz sularda umudu da koluna takarak yola, ihtimallere ve kayıplara dair bir izlek sunuyor.

Konu nedir?

Heybe: İçine öteberi koymaya yarayan, genellikle kıldan, pamuk ipliğinden ya da yünden dokunmuş, birbirine kendinden bir parçayla bitişik iki gözü bulunan bir tür torba.

Yol: Karada, havada, suda bir yerden bir yere gitmek için aşılan uzaklık; yapılan ya da kendi kendine oluşmuş, yürümeye uygun yer.

Heybesini Çiğneyen Katır, yüklerimizle yürümeye, yürüdükçe büyümeye, büyüdükçe güçlenmeye, güçlendikçe güçten düşmeye, güçten düştükçe gülmeye, güldükçe yeniden güçlenmeye ve bir yolunu bulup el ele vermeye dair açtığı patikada, iki kadının yolda oluşu üzerinden, yerleşikliği ve göçebeliği bir potada eriterek seyirciyi bir nevi kendi yolculuğuna bakmaya çağırıyor.

İlk intiba?

Oyun “Bir insan ömrünü neye vermeli?” diye inatla sorarken yanıtsızlıkla barışık, geçmeyeceği kabul edilmiş boşluk hissini doldurmaya çalışmadan ve boşluğa dalmaktan/düşmekten kaçmadan, usul usul o boşluğun etrafında dolanıyor.

Bir kadın olarak yolda olmanın, yola çıkmanın; hatta tüm bunları bir kenara bırakıp, öyle sadece yaşamanın altını oyarken hiç “ah vah” demiyor, kendine de bize de acımıyor. Gerçeklerden kaçmadan ama alay etmeyi de bilerek sunduğu performatif alanda bir meşale de seyircinin eline tutuşturup yan yana gelmenin olanaklarını kurcalıyor. Hüzünde ve sevinçte ortaklaştığımız bu anda, şimdi, burada, bu yası tutarken beraberiz. Ve evet, bazen göbek atarken ağlayabilir, bazen cenazelerde de gülebiliriz.

En çok neyi sevdin?

Oyunun her yerine sirayet eden dengeyi ve bu dengenin bende bedensel bir karşılık bulmasını. Repetetif, yapıp bozan, önce mesafelendirip sonra içine alan inatçı hâlini.

En çok hangi âna yükseldin?

Iraz Akçam’ın halıyla sarmalanıp devindiği, bu devinime Esmani Kılıç’ın da müziğiyle eşlik ettiği âna. Simge Günsan’ın yola çıkacağı vakit heybesine koyacaklarını sıraladığı âna. Bir de oyuna ve bize, hepimize dair çok şey söylediğini düşündüğüm, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusunun Iraz ve Simge’nin havada asılı yumruklarıyla slogana dönüştüğü âna.

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

Köşede bir müzisyen. Ziller, ritim ve darbuka. İsabetli anlarda performanslara dâhil olan müzik. Loş bir ışık. Özenle hazırlanmış, nostaljik (fakat bugünü lanetleyip geçmişin püripaklığını işaret eden asla değil), tüm yer ve zamanlara açık, bütüncül bir atmosfer. İzlerine sahip çıkan, hem kendini hem seyirciyi hem de oyuncuları kucaklayan, misafirperver bir halı. Ve tüm bu toplamın verdiği bir “doğru anda doğru yerdeyim” hissi.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

Yakın geçmişte bir arkadaşıma şu mesajı atmıştım: “Kalbim çarpmıyor artık benim, bu neden olur?”

Cevabı hâlâ bilmiyorum; fakat galiba aramıyorum da. Kabul, kullanılmayan organ körelir. Ama onu kullanmamayı ben tercih etmemiş; bir şekilde hızın ve hissizliğin içine sürüklenmiş; korkuya bile mesafelenmişsem; kendimi, donuk bir akışın/akamayışın içinde doğrusunun bu olduğunu söyleyerek telkin etmişsem; yine de her şeye rağmen orada duran, benden bir parça, benim bir parçam olan bir kalp varsa, atmayı illa ki hatırlayacaktır.

Ben de oyundan sonra neşeli bir yas hâliyle, unuttuğumu sandığım şeyleri hatırladım. Kör cahil bir umut değil ama içimde yeşeren bir tohumla, hâlihazırdaki gerçeklikten kopmadan; bize elimiz kolumuz bağlı, güçsüz hissettirilen anlarda o karanlıktan çıkabilecek alet edevatı nerede muhafaza ettiğimizi buldum. Zihin akışım düzene girdi. Nefesimi tuttuğum, tüylerimin diken diken olduğu anlarda, attığım kahkahaların arasına karışarak bedenim bana bir şey söyledi: Ben varım ve buradayım, yaşıyorum. Yalnızlığımla barıştım. Ama artık daha kalabalığım.

Oyunculuk için neler söyleyebilirsin?

Sahnedeki mevcudiyetlerinin ne denli kuvvetli olduğu bir yana, vücutlarındaki enerji saklanmadan ve zorlanmadan, nefis bir ritimle dışarı çıkarken kucağımıza nur topu gibi bir bireysel ve kolektif bir varoluş, bir aidiyet bırakıyor. İki oyuncunun da hem bir başına hem de bir aradayken tutturduğu bir denge var. Birbirlerine ve seyirciye yakınlaşıp uzaklaştıkları anlar güçlü beden dilleriyle birleşiyor. Son kertede oyunun bütününün doyuruculuğu, oyuncuların her eylemlerinde birbirlerinden besleniyor olmasıyla da çok ilgili sanıyorum.

Kimler sever?

Yalnız ya da yanlış olmadığını içten içe bilen ama “bunu bir de başka bir sesten duysam fena olmaz” diyenler. Omzunda bir el hissetmeye hasretler. Gelgitli, zaman zaman huzursuz fakat hep meraklı ruhlar. Soru işaretlerine tutunanlar, bazen cevap arayıp bazen bulamayanlar, günün sonunda yine de aynı soruları soran başka bedenlere ihtiyaç duyanlar.