Yıllar yıllar sonra İstanbul Hatırası
hazırlayan: cem kayıran – illüstrasyon: mert tugen [Bant Mag. No:69 / Mart-Nisan 2019]
Fatih Akın’ın yönettiği; ikonik endüstriyel rock grubu Einstürzende Neubauten basçısı Alex Hacke’nin anlatıcısı olduğu Crossing The Bridge: The Sound of İstanbul / Köprüyü Geçmek: İstanbul Hatırası belgeseli 4K kalitesindeki yenilenmiş versiyonuyla MUBI’de gösterimde.
Bant Mag.’ın 15. yaşını kutladığı Mart-Nisan 2020 tarihli özel sayısının konuk editörlerinden Casper Clausen (Efterklang), bizi nostaljik bir yere; Crossing The Bridge belgeselinin nasıl yıllandığına bakmaya yöneltmişti. Bant adıyla başlayan dergi serüvenimizin ilk sayısında BaBa ZuLa sahnelerinin çekimini ziyaret etmiş olmamız itibariyla da yolculuğumuzda Crossing The Bridge’in özel bir yer işgal ettiğini belirtmekte fayda var.
Belgesel yalnızca konser salonlarının, ihtişamlı stüdyoların ürünü olan müziğin değil; şehirde hayat bulan hemen hemen tüm alt kültürlerin peşine düşüyor. Bir dönemin fotoğrafını çekerken, bu noktaya nasıl gelindiğini de anlatısına katıyor. Birçoklarına ilham kaynağı olan söyleşileri, performansları ve anlarıyla; türlü dertleri ve gerçek hisleri perdeye yansıtıyor.
Dönemin ruhunu ve filmin neler ifade ettiğini bir kez daha hatırlamak adına belgeselde karşımıza çıkan müzisyenlerden Murat Ertel, Gökçe Akçelik ve Ayben’den; o dönem 15 yaşında olan Crossing The Bridge: Sound of Istanbul’a dair hislerini ve düşüncelerini bizlerle paylaşmalarını istemiştik.
“ÇOK İYİ HATIRLIYORUM, BİR GÜN OTOBÜSTE ORTAKÖY’E DOĞRU GİDERKEN ROLL’DA OKUDUĞUM HABERDE FATİH AKIN’IN İSTANBUL MÜZİĞİYLE İLGİLİ BİR BELGESEL ÇEKECEĞİ GÖRMÜŞTÜM. ÇALIŞACAĞI İSİMLER ARASINDA BABA ZULA’YI DA GÖRÜNCE ÇOK SEVİNMİŞTİM. ROLL’DAN BU HABERİ DUYMAKTAN DOLAYI ÇOK HEYECANLANMIŞTIM.” –Murat Ertel
Murat Ertel (BaBa ZuLa)
Filmin yaratılışında kilit rol oynayan isimlerden biri olan Murat Ertel, Crossing The Bridge öncesi dönemden bahsederek hikâyeyi eski Peyote günlerine geri sararak anlatmaya başlatıyor:
“Crossing The Bridge öncesi dönemde Peyote’den bahsetmek gerek. Peyote’nin İmam Adnan Sokak civarında olan bir versiyonu vardı. Orada çalmaya başlamıştık ve hoşumuza gitmişti. Daha sonra kulübün işletmecileri ‘Buranın müzik yönetmenliğini yapsanıza’ demeye başladı. Bizim de BaBa ZuLa’yla ilk konserden itibaren çalan yarı İskoç yarı Kızılderili bir kontra basçımız vardı: William MacBeath. Onun San Francisco’da bir barı vardı ve iyi bir yatırım yapmaya karar verdi. William’ın doğum gününde herkese kapalı bir parti yaptık ve o partide dekordan sevmediğimiz kısımları, kazma kürek vahşi bir şekilde parçaladık. Kırdık döktük o gece, sonra da en baştan yaptık. Sahnenin yerini değiştirdik, Peyote’yi tam istediğimiz bir hale getirdik. Orada çalan gruplara birtakım eklemeler yaptık. Mor ve Ötesi zaten çalıyordu, biz ‘Selim Sesler çalacak’ dedik. Biz çalıyorduk, Replikas çalıyordu, Siyasiyabend çalıyordu. Etnik özelliği olan, coğrafyayla, kültürle bağ kuran birtakım müzisyenleri orada ağırlamaya başladık. Orada çalan insanlara karışmaya başladık. DJ geliyordu, ne çaldığını sorup ona nasıl çalması gerektiğini söylüyordum. Bunlar arasında ‘Parçalarda soprano saksafon olmasın’ gibi bir notum vardı, çocuk da ‘Peki’ demişti. Çaldığı bir parçada soprano saksafon solosu vardı, gidip çocuğa bana söz verdiğini hatırlattım. ‘Ben nereden bileyim burada soprano saksafon solosu olduğunu’ demişti. Ben de onu ‘Ne biçim DJ’sin sen. Çaldığın parçanın içinde 30 saniye soprano saksafon solosu var, bilmediğin şarkıyı niye çalıyorsun?’ diye azarlamıştım. Bu kadar karışıyorduk çalan müziğe, böyle komik hikâyeler de oluyordu.”
BaBa ZuLa’nın kırıp dökerek yeniden inşa ettiği Peyote, yönetmen Fatih Akın’ın filmde yer verdiği müzisyenlerin büyük kısmıyla tanıştığı mekân olmuş:
“Sonra öğrendik ki Fatih Akın gelip bizi izleyenler arasındaymış, Peyote’ye takılıyormuş. O filmde Peyote’de çalan isimleri kullandı; filmdeki ağırlıklarını hissedebilirsiniz. O günlerde Brenna’yla Selim Sesler’i biz tanıştırmıştık. Andon’da çalıyorduk Zen olarak. ‘Üst katta birisi çok güzel çalıyor, tanışın’ demişti oranın yöneticisi Şule Ateş. Baktık bir adam fasıl yapıyor, Selim Sesler’miş meğerse. Zen’le çalmaya başladı. BaBa ZuLa oldu, onla da çalmaya başladı. Brenna MacCrimmon bizim konserlere gelip kaset kaydediyor, sonra da bize hediye ediyordu. ‘Ay ne kadar iyi bir insan, biz kaydetmiyoruz konserleri, o kaydediyor’ dedik, arkadaş olduk, bizle şarkı söylemeye başladı. Derken, o Selim Sesler’le tanışmış oldu ve bir ilişki kuruldu. Brenna aldı Selim Sesler’i Kanada’ya turnelere götürdü. Fatih Akın’ın Duvara Karşı filminde Selim Sesler’in bir şarkısı kullanıldı. Selim Abi’ye bu şarkıyı Brenna’yla değil başka biriyle yaptığı için kızmıştım. Aldattı bence Brenna’yı orada.”
“Fatih kendisi seçiyordu belgeseldeki müzisyenleri. Herkesten albümler topluyordu, bize de sordu. Biz de ona türlü kasetler, albümler veriyorduk. Çok net hatırlıyorum, Fairuz Derinbulut’u vermiştim ve ‘Bak bu grup filmde olmalı’ demiştim. Sonra onları seçmedi. Jenerikte öyle bir geçirdi ismini ama yer vermedi. Sonra da Brenna’nın o filmde olması gerektiğine dair onu ittirdiğimi de hatırlıyorum. Başka da hiçbir konuda ısrar etmedim, sevdiğim şeyleri önerdim. Yüzlerce albüm dinliyordu, onların arasında ben de 10-15 albüm katmışımdır. ‘Keşan ne alaka? Bu İstanbul filmi’ dediğimi hatırlıyorum ama çok heyecanlanmıştı Roman müziğinin izini Selim Sesler üzerinden sürme fikrinden.”
O dönem Türkiye’deki dinleyici profilinin, yaptıkları müziğe, hatta belgeselde yer bulan müziklere karşı pek de ilgili olmadığını söylüyor Murat Ertel ve bu profili şöyle tanımlıyor:
“Coğrafi-kültürel bağ kuran yeni kuşak müziklerden utanılıyordu. ‘Türkçe rock müziği yapılabilir mi?’ gibi paneller yapılıyordu. İnsanlar rock müzik ve buraların müziğini ayrıştırıyordu. Nedense Erkin Koray ve Barış Manço rock sayılmıyordu. Bilmiyorum insanlar ne düşünüyordu. Göbek atmaktan utanç duyuluyordu. Ayrıştırma vardı. Sazdan nefret ediliyordu. Bana büyük eleştiriler geliyordu. Zen’in büyük bir izleyici kitlesini kaybetmesine sebep olmuştu daha fazla saz çalmam. Bazı insanlar konserlerimize gelmemeye başladı. O yıllarda hem Zen hem BaBa ZuLa vardı. Zen’ciler ve BaBa ZuLa’cılar olarak ikiye ayrıldı dinleyiciler. Zen dağıldıktan sonra yepyeni bir BaBa ZuLa kitlesi oldu. Eski Zen dinleyicileri, BaBa ZuLa’nın ticari müzik yaptığı fikrine sahip oldular ama biz kafamızın dikine gidiyorduk. İnsanlara aldırmıyorduk. Tabii o zamanlar Moğollar tekrardan bir araya geldi. Çok alternatif bir hareket gibi duruyordu ama iyi oldu. Pop müziği ya da ana akımı etkileyecek bir hareket gibi değildi. Belli bir çevre, alternatif akımın bir kolu onu sahiplenmişti. Diğer kol acayip batıcıydı. Herkes İngilizleri, Amerikalıları dinliyor, onlar gibi müzik yapmaya çalışıyordu. Sampling yaygınlaşmıştı ama yine batıdan yapılıyordu. Birkaç kişi vardı buralardan sampling yapan. Biz ikisini de yapmıyorduk. Türkiye’den, Orhan Gencebay’dan ya da Zeki Müren’den sample yaparak onlardan daha iyi bir müzik yapmak mümkün değil. Ya da James Brown’dan bir sample kullanarak… İnanmıyorum, görmedim. Biz kendi kendimizden sample alıyorduk. BaBa ZuLa’nın en büyük farkı buydu.”
“ALEX HACKE’YLE DE ELEKTRİĞİMİZ ÇOK İYİ TUTTU. BİZİM BASÇIMIZ YOKTU, ‘SEN ÇALSANA’ DEDİK, O DA ÇALDI. SONRA BİR SÜRÜ DEFA ÇALDIK, KAYITLAR YAPTIK. BERLİN’DE, İSTANBUL’DA, AVRUPA’DA BİR SÜRÜ YERLERDE ÖZEL PROJELERLE KONSERLER VERDİK.” –Murat Ertel
Fatih Akın ve Alexander Hacke’yle iletişimlerinin proje için kritik olduğunu belirten Murat Ertel, ilk toplantılarında yönetmenin hiçbir fikri olmamasına rağmen iyi bir iş çıkacağına inandıklarını anlatıyor:
“Fatih Akın’ın ünü yükselmeye başlamıştı. Ödül alınca iyice patladı. Çok iyi hatırlıyorum, bir gün otobüste Ortaköy’e doğru giderken Roll’da okuduğum haberde Fatih Akın’ın İstanbul müziğiyle ilgili bir belgesel çekeceği görmüştüm. Çalışacağı isimler arasında BaBa ZuLa’yı da görünce çok sevinmiştim. Roll’dan bu haberi duymaktan dolayı çok heyecanlanmıştım. Levent’le ne yapacağımızı düşünmeye başladık, sonra Fatih gelip bizimle bağlantıya geçti. Londra Oteli’nde tanıştık, çok tatlı bir insan ve hemen samimi olduk. 40 yıllık arkadaşımız gibi hissettik ve filmin şahane olacağına inandık. Daha film hakkında hiçbir fikri yoktu! ‘Hiçbir şey bilmiyorum, yalnızca İstanbul müziği hakkında bir belgesel yapmak istiyorum. Einstürzende Neubauten basçısı Alexander Hacke var, o da bir anlatıcı olacak. Film hakkında yalnızca şunu söyleyebilirim, iki sahne var aklımda olan: biri giriş, diğeri de final. Girişte İstanbul’un tepesinden helikopterle bir çekim olacak. Sonunda da sizin ‘Cecom’ isimli bir parçanız var, onla final yapmak istiyorum’ dedi. Sözünü de tuttu. Elektriğimiz tuttu ve hâlâ da tutar.”
“Alex Hacke’yle de elektriğimiz çok iyi tuttu. Bizim basçımız yoktu, ‘Sen çalsana’ dedik, o da çaldı. Sonra bir sürü defa çaldık, kayıtlar yaptık. Berlin’de, İstanbul’da, Avrupa’da bir sürü yerlerde özel projelerle konserler verdik. Bu keyifli ilişki de Crossing the Bridge filminin setinde başladı.”
Boğazda 24 saatlik BaBa ZuLa çekimi:
“Fatih herkese filmi nerde çekmesi gerektiğini soruyordu. Herkes de farklı fikirler atıyordu. Sezen Aksu, ‘Gelin yalımda çekim yapalım’ demişti. Siyasiyabend sokakta çekmek istedi, herkes farklı yerlere davet ediyordu. Benim de aklıma İstanbul hakkında bir belgesel olduğu için, İstanbul’u İstanbul yapan en temel şey olan boğazda dolaşma fikri geldi. 24 saat tekne kiralayıp 24 saat çalalım demiştik. Çok keyifli oldu. ‘Teknede dansöz olsun’ falan denildi. Nesrin Topkapı fikri atıldı, onunla konuştuk. Sanırım bir şeylerden şüphelendi. ‘Ne teknesi, nerden inilecek, binilecek?’ gibi sorular sordu, aklına kötü bir şeyler geldi ve daveti kabul etmedi. Fatih Akın’ın ödüllü bir yönetmen olduğundan bahsetsek de ikna olmadı. Başka bir dansöz vardı teknede. Ama pek de iyi değildi, onunla da bazı sahneler çekmiştik ama olmadığı sahnelerde kendimizi daha rahat hissettik.”
“Fatih belgeseli ilk yaptığında BaBa ZuLa belgeseli gibi bir şeydi, çok ağırlığımız vardı. Sonra bundan vazgeçti. Diğer müzisyenlerle de çok fazla çekim yapmıştı. Şimdi otursa televizyon dizisi haline bile getirebilir. Öyle bir fikir bile vardı, beş-altı bölümlük bir dizi gibi… Herhalde finansman ve diğer işler dolayısıyla vazgeçti. Sonunda BaBa ZuLa sahnelerini azalttı ama filmde iki şarkısı olan tek grup biz olduk.”
“Çekimlerde sabaha karşı, devamlı çalınıyor, yeniliyor, içiliyor. Herkes çökmeye, yavaş yavaş uyumaya başladı. Daha ‘Cecom’u çekmemişiz. Levent’e ‘Biz nöbet tutalım, ekibi kaldıralım’ dedim. Sabah 6 civarı, güneş daha ortalarda yok ama hava kuşluk vaktine girince herkesi kaldırdık. ‘Güneş doğacak, hazırlanın’ dedik ve güneş doğarken o parçayı çektik. Çok sihirli bir andı ve film de öyle bitti, harika bir final oldu.”
“YURT DIŞI KONSERLERİMİZİN AFİŞLERİNDE DEFALARCA ‘CROSSING THE BRIDGE’DEN TANIDIĞINIZ REPLİKAS’ GİBİ İBARELER GÖRDÜM. FİLM BEKLEDİĞİMDEN DAHA ETKİLİ OLMUŞTU AÇIKÇASI AVRUPA’DA ” –Gökçe Akçelik
Gökçe Akçelik (Replikas)
Murat Ertel’in bahsettiği gibi, dönemin Peyote sahnesi belgeselin çıkışına ilham vermiş mekânlardan biri. O yıllarda Peyote’de düzenli olarak çalan gruplardan biri olan Replikas da film için bestelediği “Şahar Dağı” şarkısıyla Crossing The Bridge’e dâhil olmuştu. Grubun Avaz isimli üçüncü albümüyle aşağı yukarı aynı zamanda yayınlanan belgesel, Replikas’ın Avrupa’daki tanınırlığının artmasına sebep olmuş. Solist ve gitarist Gökçe Akçelik anlatıyor:
“Fatih Akın’la tanışmamız, Duvara Karşı filmiyle dünyaca bilinen bir yönetmen olmasından az öncesine denk düşüyor. Kendisi ise, Önder Çakar ile beraber daha önce Peyote’de Replikas’la tanışmış meğer. Filmin seyrini de o zaman izlediği müzisyenler oluşturmuş aslında. Zen – Replikas – Selim Sesler gibi ilk bakışta bağlantılı görünmeyen ‘müzik mihraklarının’ aslında birbirini beslediğini görüp, bunun üzerine bir film yapmak istemiş.”
“Bize konudan ilk bahsettiğinde, Crossing the Bridge’in bildiğimiz kurgusu belli olmamıştı. Bu yüzden ‘soundtrack’ gibi bir işe soyunmamız gerekebileceği düşüncesiyle bir parça yapmaya başlamıştık. Filmde kullandığımız parça da o aslında. O filme özel olarak parça yapan tek grup/müzisyen olduk sanırım, o da hoş bir ayrıntı oldu.”
“Daha sonra yurt dışı konserlerimizin afişlerinde defalarca ‘Crossing the Bridge’den tanıdığınız Replikas’ gibi ibareler gördüm. Film beklediğimden daha etkili olmuştu açıkçası Avrupa’da.”
“FİLMİN YAPILDIĞI DÖNEM TÜRKİYE’DE MÜZİĞİN TAM ANLAMIYLA GEÇİŞ DÖNEMLERİNDENDİ. CEZA RAP İLE BAŞARI SAĞLAYAN İLK VE TEK İSİM OLDU.” -Ayben
Ayben
Bugün yerli müzik sahnesinden bahsederken rap kültürünün ne denli yaygınlaştığını görüyoruz. Fakat 2004 için durum böyle değildi. Ceza ile Kadıköy sokaklarında başlayan Türkçe rap arayışıyla Bakırköy underground sahnesine de yolunu düşüren Fatih Akın’ın belgeseliyle hayatımıza giren Ayben, bugün “şahlanmış” olan Türkçe rap sahnesinin öncü figürlerinden biri. Ayben, filmin kendisi için ne ifade ettiğini şu sözlerle anlatıyor:
“Crossing The Bridge, bu zamana kadar yapılmış en başarılı müzik belgesellerinden biri. Hatta birçokları için yol gösterici niteliğinde. Ben belgeselde yolculuğu anlatılan müzisyenlerden biri olarak yer almadım. Ceza’nın ailesinden biri olarak oradaydım. Hatta ne yapıldığı hakkında herhangi bir fikrim bile yoktu.”
“Alexander Hacke çok değerli bir müzik insanı. Fatih Akın ise başarısını tüm dünyaya kanıtlamış kıymetli bir yönetmen. Geriye dönüp baktığımda, bu isimlerle bir arada olma fırsatını yakaladığım için kendimi inanılmaz şanslı hissediyorum. Bu doğrultuda film bana, müzikten önce hem Türkiye’de hem Almanya’da halen süren büyük dostlukları da beraberinde getirdi.”
“Filmin yapıldığı dönem ise Türkiye’de müziğin tam anlamıyla geçiş dönemlerindendi. Ceza rap ile başarı sağlayan ilk ve tek isim oldu. Şu an yaşanan bu yükselişin temellerini atan; Fatih Akın’ı Kadıköy’e kadar getiren kişi oldu.”
Dosyanın tamamına buradan ulaşabilirsiniz.