Duyuların rehberliğinde kaybolmak: Melisa Önel ile Aniden üzerine 

Röportaj: Zeynep Naz Günsal

Melisa Önel’in metnini, Kumun Tadı (2014) projesinde de birlikte çalıştıkları Feride Çiçekoğlu eşliğinde yazdığı filmi Aniden; Tokyo Uluslararası Film Festivali’nde dünya, Rotterdam Film Festivali’nde gerçekleştirdiği Avrupa prömiyeri ardından ilk Türkiye gösterimini Ankara Film Festivali’nde yapmıştı. Başrol oyuncuları Defne Kayalar ile Öner Erkan’ın törenden en iyi oyuncu ödülleriyle döndüğü Vigo Film yapımı, çeşitli illerde Başka Sinema seçkisi kapsamında bir süredir vizyonda. Nokta atışı seçimlerle oluşturulmuş geniş kadrosunda Şerif Erol, Ayşenil Şamlıoğlu, Esra Kızıldoğan, Mehmet Bilge Aslan ve Dilan Çiçek Deniz gibi isimler de var.

Baş karakteri Reyhan’ın koku hissini yitirmesiyle birlikte geriye kalan tüm duyarlılığı eşliğinde kendini keşfettiği, dürtülerin ve içgüdülerin dümeni elinde tuttuğu serüvenini hislere derinden hitap eden, seyri neredeyse dönüştüren bir tinsellikle aktarıyor Melisa Önel. Yönetmenle Aniden filminin yaratım sürecini, bu öyküyü kendi yaşantısından nelerin tetiklediğini ve Defne Kayalar ile Öner Erkan’ın rollerine hazırlık aşamalarını konuştuk.


“Her koşulda Reyhan’ın ‘süzülüşünün’, filmin belirleyici temposu olacağını biliyorduk.” 

Koku ortadan kalkması yüzeyde en önemsiz, en azından yokluğunda normal yaşantınıza görünürde en kolay uyum sağlayabileceğiniz duyu. Fakat zihne en derinden bağlanan, aynı zamanda bir şeyi en yakından tanıma ve temas etme biçimi. Bu teması “aniden” ve sert biçimde kaybediyor Reyhan. Onu saran dünyadan ve tüm gerçekliğinden kopuyor. Bu metafor üzerinden, kökleri çok derinde bir aidiyet ve kimlik krizini artiküle etme ihtiyacı nasıl doğdu? 

Aniden’in filizlenmesine vesile olan tecrübe zannedersem ani bir işitme kaybı yaşamamdı. İşitme kaybım kısa ve çaresi olan bir türdendi neyse ki ama bu tecrübe ve bu durumun kalıcı olması ihtimali, bedenin kırılganlığı, duyular ve kendimizi tanımlayıp içine girdiğimiz kimlikler üzerine düşünmeme sebep oldu. Yok olmak ve kendini yeniden var etmek arasında bazen bir ayrım bazen de şanslıysak bir devinim olabilir. Tüm bu düşünceler Reyhan’ın olasılıklar peşinden gitmesini benim açımdan cazip kılmış olabilir. 

Feride Çiçekoğlu’yla bir araya gelince de Aniden’in ilk fikirleri karakterlere, sözlere, hikâyeye dönüştü. Ürettiğimiz işlere bizi hazırlayan bir sürü hayat tecrübesi oluyor. Aniden bir kurmaca ve olaylar kurmacanın dinamiklerinden besleniyor ancak özündeki temalar ve sorgulamalar  Feride’nin ve benim meraklarımız ve gitmek istediğimiz yerlerden çıkıp dallanıp budaklanıp karakterlere, olaylara dönüşüyor.

Film bittikten sonra acil ve ısrarcı bir dışarı çıkma itkisi hissettim ve bu sanırım uzun zamandır yaptığım en besleyici, dingin, meditatif yürüyüşle sonuçlandı. Yazarlarımızdan Deniz Dursun’un da buna benzer bir deneyimi olmuş anladığım kadarıyla. Bunun neden kaynaklandığını düşünürsünüz? 

Bu bahsettiğiniz duygu bana filmin ilk okuma provasını hatırlattı. Okuma bittiğinde yüklü bir sessizlik olmuştu. Uzun süre tutulmuş bir nefesin bırakılması, Reyhan’la beraber buzun üzerinde havalanmak ve bir daha yere temas etmemek gibi.   

Belki filmin mutlak bir sonla bitmemesi ve aslında arayışın her zaman devam edecek olması hissi insanı yürütüyordur. Benim de hayatımda özel bir yeri olup, bitirdikten sonra üzerine yürüyerek, bazen koşarak içimde devam ettirdiğim filmler oldu; Aniden’in başkalarının yürüyüşüne eşlik ettiğini duymak mutluluk verici.  

Öykü; kendini anlama, bulma sürecinde içinden geçtiğin ve buna razı olman gereken yolculuğa dair harika bir metafor. Bu bakımdan olumlayıcı ama bunu söylemle yapan bir film değil asla. Bunu hem ince ve göze batırmadan hem de yoğun bir şekilde aktarmak bir meydan okuma mıydı? Nasıl yaklaştınız? 

Filmin akışı ve senaryo yapısının Reyhan’ın yolculuğunun rastlantısallığını yansıtmasını istedik. Sonuca odaklı ilerlemeyen bir karaktere senaryoda ulaşması gereken bir son koymak Reyhan’ın yolculuğunun tam aksi bir şey yapmak ve o yolculuğa inanmamak olurdu.  Bu açıdan film bir risk alıyor ve seyircisinden Reyhan’ın akışına teslim olmasını istiyor. Bunu bir meydan okuma gibi görmedik ancak böylesi bir rastlantısallığın ve akışın alışıldık bir duygu yaratmayacağını da tahmin ediyorduk. Bu yönüyle film bana göre anaakım film izleyicisi için de yeni bir deneyim sunuyor.

Reyhan onu bulduğumuzda etrafındakilere resmen görünmez olduğu kadar -kendinden kaynaklı biçimde- hayattan tümüyle soyutlanmış bir vaziyette. Birilerinin ona dair elle tutulur bir algısı, ulaşımı neredeyse olmadığı gibi o da onu kaplayan dünyayla bağını yitirmiş. Onu mütemadiyen çevreleyen bir vakumun içinde. Kendini acilen bu durumun içinden çekip çıkarması gerektiğini fark ettiği noktadan sonra ise adım adım âdeta onunla birlikte gittikçe daha da hafifleyip maddesizleşiyoruz gibi. Bu yolculuğun gidişatı hep böyle mi tasarlanmıştı? 

Reyhan’ın seyrinde tam da tasarladığımız değişimi, duygusal yolculuğu tarif etmişsiniz. İzleyici olarak size kendi duygusunu bu kadar yalın ifade ettiren, bu yolculuğu yansıtmayı başaran başrolümüz Defne Kayalar’a da buradan bir selam yollamam şart oldu.

Filmin dili, evreni ve kuralları Reyhan doğrultusunda beklendik, standart bir mantık yahut nedensellik taşımıyor. Karşımızda hayatını çözümlemeye çalışan bir kadın var ve tek yapması gereken atılmak ve bu esnada içgüdülerini takip etmek. Kimseye bir şey açıklaması, plan yapması gerekmiyor. Reyhan’ın dürtüleri uyarınca spontan ilerleyen ve bunun akışına tümüyle kaptıran bir seyir. Senaryodan kurguya dek hikâyenin akışı ve temposu ne gibi aşamalardan geçti? 

Reyhan’ın senaryodaki seyri ile son aşamada perdeye yansıyan yolculuğu genel hatlarıyla aynı diyebilirim. Filmin, senaryonun ilk aşamasından itibaren insanın içgüdülerini dinlemesinin, kendini bilmemenin akışına bırakmasının nasıl bir tecrübe olduğunu duyumsatmak gibi bir niyeti olduğunu söyleyebilirim. İlk tahayyüllerde, filmin sonlarına doğru hızlanan akış biraz daha erken karşımıza çıkıyordu; bu senaryo aşamasında biraz daha sonlara kaydı. Ama her koşulda Reyhan’ın “süzülüşünün”, filmin belirleyici temposu olacağını biliyorduk. 


“İstanbul’da yaklaşık 50 farklı mekânda çekimler yaptık ve mekânlar arası geçişte şehrin bir ucundan diğerine gitmemiz gerekse de mekânsal devamlılığı korumak için dokusal bir tutarlılık aradık.”

Kolay bir film değil çünkü kelime üstü, diyalog üstü bir yapım aslında. İletişimi, söylemi yüzeyin altında olan bir metin. Nitekim karakter de öyle. Defne Kayalar ise sözel hitabı çok güçlü ve özgün bir oyuncu ve şimdiye kadarki rollerinden çok daha basık, boğuk bir hâlde görüyoruz onu. Bu metinde onunla çalışmak nasıldı? Aranızda nasıl bir iletişim oldu süreç boyunca? İlişkiniz nasıl evrildi?

Defne ile tüm metni karşılıklı okuyup, uzunca bir süre prova yapma şansımız oldu. Ayrıca buz pateni, tango, Almanca, fizik tedavi ile yürüyüşün beden diline yansımasına kadar bir sürü alanda bir ön hazırlık ve eğitim süreci oldu. Tüm bunlar Reyhan’a dair bir dünyanın kurulmasını sağladı diye düşünüyorum. Defne’nin keşifleri ve benimle paylaştıkları senaryoyu ve sahneleri besledi. Ön hazırlıkta bir sürü şeyi belirlemiş olmamıza rağmen, bence son kertede Reyhan’a canlılığını veren Defne’nin her daim etrafına, diğer oyunculara ve durumlara olan açıklığıydı. Reyhan’ın her şeyi içine alan, açık ve kırılabilir hâli bu açıklığın bir yansıması bence. Sette ve filmi bitirdikten sonra başka bir Reyhan olamazmış diye düşündüm hep.

Oyuncu kadrosu için çok yoğun bir metin, roller ise birçok oyuncunun iştahını kabartacak nitelikte. Defne Kayalar’ın role hazırlık sürecinde Almanca öğrendiğini, hatta altı ay buz pateni dersi aldığını biliyoruz. Öner Erkan ise kör birini canlandırıyor. Onun provalardan önce nasıl bir hazırlık dönemi oldu rolüne? 

Öner Erkan’ın, önce Parıltı Görmeyen Çoçukları Destekleme Derneği’nden eğitmenlerle, ardından daha yakından olmak üzere Türkan Sabancı Görme Engelliler Okulu’ndan, canlandırdığı karakter gibi kör eğitmenlerle çalışma ve çocuklarla vakit geçirme fırsatı oldu. 

Bu tanışıklıklar muhtemelen çok belirleyici olmuştur ve tabii oyuncu olarak bunu kendi tecrübesine dönüştürmesi ve canlandırdığı karaktere yansıtması, seyircinin Ömer’e bu kadar inanmasına sebep oldu diye düşünüyorum. 

Filmin birçok yönünde olduğu gibi dilinde ve görselliğinde de bir sürreellik var. Tanıdık mekânlardayız ve bunların hiç olmadığımız kadar içindeyiz ama filmin atmosferi tümüyle yabancı, âdeta öteki bir dünyaymışız gibi. Öyküyle birlikte görüntü yönetmeni Meryem Yavuz’un da buna katkısı tartışılmaz olmalı. Onunla beraber bu tezatlığı aktarabilmeye nasıl yaklaştınız?

Meryem Yavuz’un katkısı gerçekten çok kıymetli. İkimiz de ön çalışmanın, özellikle bizimki gibi sınırlı zamanda tamamlanması gereken setler için ne kadar önemli olduğunu bildiğimizden, aylar öncesi sahne sahne senaryoyu okuyup tartıştık ve sete yaklaşırken filmi küçük bir ekiple tasarlayıp sahne sahne çektik. İstanbul’da yaklaşık 50 farklı mekânda çekimler yaptık ve mekânlar arası geçişte şehrin bir ucundan diğerine gitmemiz gerekse de mekânsal devamlılığı korumak için dokusal bir tutarlılık aradık. Yani mekânlar tanıdık gelsin ama Reyhan’ın nerede olduğunu tam olarak bilemeyelim ve Reyhan’ın kendine has bir rotası, şehrin içinde izleği olsun istedik. Bu sebeple de Meryem Yavuz’la koku hissini mekânlara ve görüntülere nasıl taşıyabileceğimizi çok konuştuk ve tartıştık.

Yaşadığı duyu kaybının öteki tarafında bambaşka bir deneyim açılıyor Reyhan’a ve Reyhan’da. Dünyası bambaşka bir kimliğe bürünüyor ve bir eşikten atlıyor, bambaşka bir algı seviyesine erişiyor neredeyse. Bu bakımdan rüyamsı bir ritimle onunla birlikte histen hisse aktarılıyoruz ve film seyir süresince bir şekilde sürekli dürtüyor izleyeni. Filmin adı da biraz bir ânı takip etmek, andan giden, ani olandan ilerlemekten geliyor olabilir mi?

Çok güzel anlatmışsınız, bize de çok fazla sorulan sorulardan birisi filmin adının neden “Aniden” olduğu oluyor. Bazı izleyiciler aniden bir olay olmasını bekleyebiliyor oysa aniden olan şey sürekli değişen dürtüler, durumlar, Reyhan’ın karşılaşmalarında anla dönüşen hisleri, bir nevi  “her şey”.

Filmin tümündeki müzik ve ses kullanımı yapımın kesinlikle öne çıkan taraflarından. Hikâyenin anlatı içi, anlatı dışı neredeyse tümünü kaplıyor. Anlatıda olanın (Reyhan’ın seyrettiği tango geceleri, vakıf okulundaki provalar gibi) yanı sıra Sırp müzisyen Branislav Jovancevic’in özgün müziği, atmosferi gerçekten yoğunlaştırıcı nitelikte. Boğuk ve drone’lu tınılardan, tekinsiz vurmalı seslerinden atonal flüt ıslıklarına hayli dokulu bir enstrümantasyon ve Reyhan’ın serüveni hizasında hafifleyerek yükselen, tinselleşen bir beste. Onunla beste yaptığı aşamada iletişiminiz oldu mu? Sürece dâhil miydiniz?

Filmin ses dünyasına dair kimi ipuçları henüz ön yapım aşamasındayken vardı. Müziği atmosferin bir parçası olarak gördüğüm için ses tasarımı ile anlatılmak istenen şeyle müziğin örtüşmesi gerektiğini düşünüyordum. Örneğin, filmin başında duyduğumuz vapur düdüklerinin müziğe dönüşmesi çok öncelerde var olan ve filmdeki müzik yaklaşımına da ilham veren bir fikirdi. Daha sonra Portekizli bir duo olan Rui Lima ve Sergio Martins’in üflemeli parçasını duyduğumda, filmin başı ve sonu için bu müziği kullanmak istediğimi çok net bir şekilde hissettim. Ayrıca filmin geri kalanında üflemelileri kullanmak, Reyhan ve nefes, hafifilik ve ağırlık arasındaki ilişkilerden dolayı bana doğru geldi.

Filmin özgün müzikleri için Sırbistan’la ortak yapım sürecimiz, bizi müzisyen Branislav (Bane) Jovancevic’le bir araya getirdi ve bunun için de çok şanslı hissediyorum. Sete girmeden önce vakıf provalarında çocukların ve tango sahnesinde dansçıların sahnelerinde kullanılmak üzere iki parçanın önden bestelenmesi ve prova yapılması gerekiyordu. Bunların set öncesi hazırlanması bile uzun bir prodüksiyondu. Geri kalan her şey final miks sürecinde, ses tasarım unsurlarını bilerek ve gözeterek tasarlandı. Bane ile yoğun bir temas içinde çalıştık, filmin ses dünyasına bir müzisyen olarak çok şey kattığını düşünüyorum.