Kötülüğün dip noktasında: Özcan Alper ile Karanlık Gece üzerine

Röportaj: Hakan Bıçakcı - İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç

Sonbahar, Gelecek Uzun Sürer, Rüzgarın Hatıraları ve Âşıklar Bayramı’nın ardından Özcan Alper filmografisinin son durağı olan Karanlık Gece; En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerine layık görüldüğü 59. Antalya Altın Portakal’da başlayan festival yolculuğunun ardından sinemalarda. 

Murat Uyurkulak ile kaleme aldığı, “bir vicdan ve adalet arayışı hikâyesi” olduğunu söylediği yeni filminde; bu hikâyenin mağduru değil, faili olan bir karakterin yolculuğuna ortak etmeyi seçiyor Özcan Alper. Karıştığı linç olayı sonrası doğup büyüdüğü dağ kasabasından ayrılan İshak’ın, yedi yılın ardından sadece kasaba ahalisiyle değil, kendisiyle de olan hesaplaşması masaya yatırılıyor. Linç kültürüne, eril şiddete, kronikleşen vicdansızlığa ve kolektif tahammülsüzlüğe dair anlatı; günümüz Türkiye’deki sosyopolitik manzaraya dair ortak dertlerimize ayna tutuyor.

Hakan Bıçakcı, bir gösterim nedeniyle Zürih’te olduğu günlerde Özcan Alper ile çevrimiçi ortamda buluştu; Karanlık Gece’ye ve filmin düşündürdüklerine dair sohbete koyuldu.

“Türkiye’deki tüm bu kötülük meselesi, içinde bulunduğumuz post-truth dönemi, gerçeğin algılanması ve bükülmesi gibi konuları konuşurken biçimsel açıdan şekillendi.”

Hakan Bıçakcı: Haberini duyduktan epey sonra izleyebildik Karanlık Gece’yi ve beklediğimize değdi. Bittikten sonra zihinde devam eden özel filmlerden oldu benim için. Tüm ekibin eline sağlık, diyerek başlamak isterim. 2019’da çekildi sanıyorum ve araya pandemi koşullarının girdiğini tahmin ediyorum. Bu kadar beklememizin bir sebebi de bu mu oldu acaba?

Özcan Alper: Filmi iki ayrı dönemde çekecektik; ikinci dönem, ilkinden üç ay sonrası olarak planlanmıştı. Tam ilkini bitirdik derken pandemi başladı. Pandemi nedeniyle bir süre bekledik, küçük bir ara verdik. Sonrasında yaz geldi ama beklediğimiz mevsim değildi o. Zaman kazanmak adına ve belirsizlik olmasına rağmen yine de ikinci kısmı çektik. Bir anda kendimizi böyle distopik bir dünyanın içinde bulunca hem çekim hem kurgu hem de post prodüksiyon süreci bir hayli uzun sürdü. Yurtdışı ortaklıklarından dolayı post prodüksiyonun bir kısmını Almanya ve Fransa’da yapmamız gerekiyordu. Renk düzenleme sürecine bile gidemedim. Görüntü yönetmenimiz Roy, Almanya’dan kalkıp gitti; ben de uzaktan katıldım. Durumlar böyleyken proje birkaç yıl sürdü.

H.B.: Film sürprizlerini bilinçli olarak açık ettiği için sürpriz bozmadan konuşmak kolay olacak. Bir suç öyküsü anlatıyor Karanlık Gece ama kendini izletmek için gizeme, bulmacalara yaslanmayan bir yapısı var; yani katil kim biliyoruz en baştan. Katiller, hatta. Bir suç öyküsü ama polisiye değil diyebiliriz. Genelde şuna alışığızdır izleyici olarak: Ya katili bilmeyiz ve “Katil kim?” sorusunun peşine düşeriz, Agatha Christie formu. Ya da katili biliriz ve dedektifin onu nasıl yakalayacağını merak ederiz. Bu da Komiser Columbo formu olarak geçer hatta. Burada ise üçüncü bir durum var: Katilin kendini yakaladığı bir vaka. Ve soru da şu: Bu yükle yoluna nasıl devam edecek? Bu tercih en baştan belli miydi yoksa yolda yani yazarken mi belirginleşti? Ve klasik formüllerden uzaklaşmanın zorlukları oldu mu bu anlamda?

Ö.A.: Baştan beri politik bir gerilim öyküsü olması üzerine hemfikirdik. Daha Murat Uyurkulak’la senaryoyu yazmaya başlamamışken, ilk hikâye üzerine çalışırken netleşti. Psikolog, yazar ve antropolog olan bir arkadaşım var – Bülent Usta; onunla Türkiye’deki tüm bu kötülük meselesi, içinde bulunduğumuz post-truth dönemi, gerçeğin algılanması ve bükülmesi gibi konuları konuşurken biçimsel açıdan yönü şekillendi. 

Dediğin gibi, katil kim ya da yakalanacak mı sorularıyla ilgilenmeyen; bir vicdan ve adalet arayışı hikâyesi Karanlık Gece. Formu baştan beri belliydi. Ancak tabii ki, sen de biliyorsun, yazmaya başlayınca bazı değişimler, gelgitler olabiliyor. Karanlık bir gecede yaşananlarda kimin ne kadar payı var veya İshak neyi, ne kadar biliyor gibi soruları biraz sakladık diyelim. Bütün hikâye, İshak’ın uzaklaştığı, sonra yeniden dâhil olduğu bir uçurum aslında. Uzaklara gidince bir şeylerin biteceğini sanıyor ama yedi yıl sonra döndüğü vakit, yedi günahkarla ve mağdurun ailesiyle karşılaştığında -kaçsa bile- bu vicdani yükle yaşayamayacağını anlıyor. Film de bundan sonraki süreci anlatıyor. Bir şeylerin üzerini örtmek ve kötülüğün mahiyeti üzerine de diyebiliriz. Bir polisiyeden ziyade edebiyatta da çokça karşılaştığımız türden bir kötülük anlatısı demek mümkün bu anlamda. Anlattıklarınızı nasıl bir forma soktuğunuz, yaşadığınız zamanları nasıl filme kattığınız önemli. Dünya edebiyatından –Sineklerin Tanrısı ya da Kırmızı Pazartesi gibi- örneklere ve tabii Türkiye edebiyatındaki linç ve kötülük hikâyelerine baktığımızda da benzer temalar görüyoruz. Senaryo bağlamında biz de daha çok bunlar üzerine kafa patlattık Murat’la yazarken.

H.B.: Bir yandan da hatırlama üzerine bir film Karanlık Gece. Hatırlamaktan korkmak, hatırlamak istememek, hatırlamadan durduramamak üzerine yani. Ve arada yedi yıl olmasına rağmen, geçmişle bugün kesin çizgilerle ayrılmış apayrı iki blok olarak ele alınmıyor. Bu tercih de bence filmin en etkileyici yanlarından. Klasik flashback mantığıyla ilerlemiyoruz; geçmişle bugün iç içe, eşit ağırlıkta. Sanki aynı anda akıyor iki zaman, hatta üç zaman, çünkü yedi yıl sonrası da kendi içinde ikiye ayrılıyor. Bence zaman tam da böyle bir şey. Hayatı kolaylaştırmak için kurgulanmış geçmiş-şimdi-gelecek şablonuna uymuyor, kafamızın içinde hepsi iç içe. Zamanı bu şekilde ele alma kısmı nasıl ortaya çıktı? Bu daha kompleks anlatım tercihinin zorlukları oldu mu?

Bir de şöyle bir ek yapmak isterim; bence edebiyat zamanı böyle karmaşık bir şekilde ele almaya daha uygun. Karakterin kafasının içine girebildiği için. Karaktere dışarıdan bakarak hikâyeyi takip ettiğimizde işler zorlaşıyor.

Ö.A.: En fazla tartıştığımız, üzerinde durduğumuz mevzulardan birisi buydu. Hikâyedeki gelgitlere karar verdiğimiz vakit Murat’la üzerine en çok konuştuğumuz şeydi. Geçmişe gidip gelmelerin flashback gibi olmamasını, bu yapının seyirciyi çok fazla manipüle ettiğini biliyordum. Filmdeki şimdi; geçmişi, şimdiyi ve neredeyse geleceği de kapsayan bir şimdi. Newton fiziğindeki klasik zaman kavramından öte, kuantum fiziğindeki zaman algısına daha yakın bir anlayış söz konusu.

Bu mevzuyu henüz sete çıkmadan önce, filmin kurgusunu yapan Osman Bayraktaroğlu ile senaryoyu paylaştığımız andan itibaren çokça konuştuk, tartıştık. Görüntü yönetmenimiz Y. Roy İmer’in de konu hakkında katkıları oldu, renk meselesi üzerine çok tartıştık mesela. Flashback sahneler renk açısından farklı tutulmaya çalışılır ya hep, hiç böyle yapmasak mı dedik aramızda. Kağıt üzerinde her şeyi ne kadar planlasanız da kurgu sürecinde filmleri yeniden yazıyorsunuz aslında. Bu anlamda Osman’ın katkısı şüphesiz çok fazlaydı.

Bir de tabii içerikten kaynaklı olarak, bir hatırlama filmi olduğu için, bu biçim doğallığında daha öne çıktı diyebilirim. En nihayetinde hatırlama ve hafıza ile ilgili bir film. Daha sonra çektiğim fakat öncesinde seyirci ile buluşan Aşıklar Bayramı’nı da sayarsak, bugüne kadarki beş filmimde de kafa yorduğum meseleler zaten kişisel ve toplumsal hafıza üzerineydi. Karanlık Gece bugünde, Toroslar’da bir yerde geçiyor olsa bile esasen daha zamansız ve mekânsız bir yer olarak düşündük.

H.B.: Ve bahsettiğin zamansızlık hâliyle de bağlantılı olarak, son derece evrensel bir film var bence karşımızda. Yani mesela Sonbahar, hikâyesi gereği daha bizim coğrafyamıza özel bir filmdi; ülkenin 90’lı yıllarına has gerçekler odaktaydı. Araya giren belgesel-arşiv görüntüleri de vardı hatta. Çok sevdiğim bir filmdir bu arada Sonbahar, onun yeri de ayrı. Ancak dediğim gibi, Karanlık Gece’de daha evrensel bir yaklaşım var sanki. Haneke’nin Caché’si gibi bir vicdan yükü hikâyesi. İshak’ın hafızası bir noktada toplumsal hafızaya bağlanıyor ve hikâye büyümeye başlıyor. Buradan hareketle bireysel görünümlü bir toplumsal metin diyebilir miyiz filmin senaryosu için? Bir önceki soruda da bunun ipuçlarını verdin ama yine de sormak istedim. 

Ö.A.: Evet, bu ülkeye dair bir hikâye ama ABD’de geçse muhtemelen Siyah olurdu Ali… Norveç’teki beyazların ırkçılığına maruz kalan bir Orta Doğulu’nun yaşadıkları da olabilirdi bu film. Türkiye’de geçince ise tam tersi sarışın yaptık Ali’yi. Karakteri Trabzonlu olarak kodlasak mı diye düşünmüştüm bir ara neredeyse, Trabzon’dan gelmiş ama sarışın birinin bile lince uğrayabileceği bir ülke olabilir artık çünkü burası. O mikro milliyetçiliğin artık en son hiçbir neden bulamayıp, mantık sınırlarının dışına çıkması durumunu her yerde yaşayabiliriz.

O yüzden evrensellik konusu tam da dediğin gibi, aynen öyle. Öte yandan diğer filmlerimde de olduğu gibi, büyük meseleler içerisindeki bireyi görmeyi, olanları onların cephesinden anlatmayı seçtim ben zaten. Büyük resmin içerisindeki küçük, sıradan insanı anlatmaya çalıştım diğer filmlerimde olduğu gibi. Bu sefer farklı olarak İshak bir meselenin mağduru değil, gri bir alanın içerisinde. Yetiştirilme biçimi, ailesi, toplumsal koşullar bunda etkili. Babasını görmüyoruz ama başka türlü bir babanın çocuğu olsa, Türkiye toplumunda çok alışkın olduğumuz o ataerkiyle, erkeklik refleksleriyle büyütülmese gereksiz kıskançlıkları, homofobisi veya başka sorunsalları olmayacak belki de. 

Bu hikâye dünyanın herhangi bir yerinde geçebilir dediğin gibi.

“Türkiye öyle bir ülke ki bazen kurmaca bir şey üretiyorsun ve birkaç yıl içerisinde, sizin o kurduğunuz gerçekliğin de ötesinde başka bir gerçek önünüze seriliyor.”

H.B.: Kesinlikle. Hikâyeler değişiyor ama kavramlar ortak aslında, buna da çok katılıyorum. Çok belirgin kavramlar var. İshak cephesinden baktığımızda vicdan meselesi merkezde, sen de bahsettin. Karşı cepheye, diğer faillere baktığımızdaysa birden fazla kavram çıkıyor karşımıza: Farklı olana düşmanlık, çoğunluğun baskısı, kötülük, linç kültürü, ırkçılık gibi… Irkçılık demişken “Sarışın terörist mi olur?” diyaloğu mesela aklıma takılıp kaldı benim. Bu saydıklarımın hepsi var ama tek bir kavram seçsem, suç ortaklığı derdim sanki. Toplumu bir arada tutan şeyler konu olduğunda hep hamasi romantik mevzular atılır ortaya; değerlerimiz, ortak hikâyelerimiz… Ama bazen de suç ortaklığı olabiliyor bizi bir arada tutan gizli çimento. “Kimse ağzını açmayacak, bir kişi konuşursa hepimiz yanarız,” deniyor filmde de. Bu kavramların her dönemde, her coğrafyada kendi hikâyesini yazacağı konusuna katılıyorum. 

Bir de şunu hissettim; metaforlardan, alegorilerden ziyade daha direkt ve sert bir anlatım var. Bu, son dönemde sinemada hem bizdeki hem dünyadaki örneklere bakınca özellikle dikkatimi çeken bir eğilim. Karanlık Gece’de metafor gibi duyulan ama aslında olan biteni tanımlayan durumlar var; geçmişi eşelemek, mevzunun derinlerine inmek, tuzakçı erkekler, tuzakları bozan yabancı, nesli tükenen bir canlının peşinde olmak gibi… Hatta ipuçlarını takip etmek bile belki. Bu doğrudan üslup acaba zamanın ruhu ile ilgili bir durum mu diye de düşünüyorum. Sabrımız mı taştı acaba? “Alegoriler, metaforlar iyi hoş ama yaşanan tam da bu” deme ihtiyacı mı duyuyoruz? Yoksa aşırı bir yorum mu benimki, bilmiyorum. Belki de hikâye böyle bir üslup gerektirdi sadece.

Ö.A.: Dediğin şey var sanırım. Doğrudan olarak çok fazla şeye maruz kalıyoruz aslında. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da. Şu an biz konuşurken İsviçre’de, Zürih’teyim. Rusya’nın saldırıları sonrası Ukraynalılar ülkelerinden göç edince, Avrupa’da belki de ilk defa bir ülkenin mültecileri bir süre el üstünde karşılandı. Şimdi ise burada tek bir evde, üç – dört Ukraynalı ailenin aynı evde yaşamak durumunda kaldıklarını söylüyor arkadaşım. Savaş ve sonrasındaki göçler bu kadar gündemimizdeyken, meseleleri yontup belli süre sonra kenara atmak üzerine bir anlayış var bütün dünyada. Sağın yükselmesi de ötekini düşmanlaştırma da göçmenlerin kriminal olarak görülmesi de bundan. İster istemez bir suç ortaklığı doğuyor.

Galiba bu saydıklarımdan kaynaklı, çok metaforik bir anlatımı da pek benimsemedim. Farklı disiplinlerden beslenmek, bazı motifler aracılığıyla ipuçlarını takip etmek sevdiğim şeyler. Hem Türkiye hem de dünyadaki politik meselelerden dolayı, bizler de daha doğrudan bir anlatımın içine giriyoruzdur belki de. Muhtemelen pek çok şeye tahammülümüz kalmadı. 

Dostoyevski’nin Ecinniler’inde var ya, hep söylenir; “Bir grubu bir arada tutmak istersen mutlaka ortak bir suç işlet”. Bazen bir örgüt, bazen bir toplum, bazen bir devlet suç ortaklığı üzerinden büyüyebiliyor maalesef. Türkiye’de “Bu kadar da olamaz” denilen durumlarla sürekli karşılaşıyoruz. Deprem sürecinde gördük son olarak, “Artık kötülük nereye kadar gidebilir? Bu, dip noktası değil mi?” derken buluyorsunuz kendinizi. Birkaç gün sonra, afet ve felaket zamanları için kurulmuş, kan verdiğimiz ya da vergi ödediğimiz kurumlarda bile böyle şeylerin âlâsı yaşanabiliyor. İnsanlar sokaklarda, soğukta kalırken çadırlar satılabiliyor. Ama hiç kimse böylesi bir zamanda utanç duymuyor, istifa etmiyor. Çünkü anlıyoruz ki başka türlü bir suç ortaklığı söz konusu. Biri konuşursa hepsi yanacak. Birisi istifa edince hepsinin istifa etmesi gerekiyor.

Hâl böyleyken, ülke aslında metaforlara pek de izin vermiyor. Türkiye öyle bir ülke ki bazen kurmaca bir şey üretiyorsun ve birkaç yıl içerisinde, sizin o kurduğunuz gerçekliğin de ötesinde başka bir gerçek önünüze seriliyor. Olmaz dediğiniz şeyler oluyor.

H.B.: Çok doğru, bir anda anlamsızlaşmaya başlıyor kafandaki kurmaca akış. Seni dinlerken şunu hatırladım: Vaktiyle kendimce “distopik” bir öykü yazmıştım. Ev dışında müzik dinlemek yasaklandığından gece kulüplerine, düğünlere gidenler kendilerine dağıtılan kablosuz kulaklıkları takıp sessiz sessiz dans ediyorlardı. Yıllar sonra bunun birebir gerçeğini yaşadık. 12’den sonra müzik yasağı olduğunda, bir mekân bu yasağı eleştirmek için benzer bir etkinlik düzenledi. Kulaklık dağıttılar, insanlar da müziği böyle sessiz sessiz dinleyip yasağı protesto ettiklerini zannettiler. Distopya tahayyülüm bir anda gerçek oldu. 

Ö.A.: Filmlerimdeki politik anlatılardan dolayı genelde gerçekliğe fazla bağlı bir yönetmen sanılıyorum ama tam tersine, aslında çıplak gerçekliği pek de sevmem ben, kaçmaya çalışırım oradan hep. Gerçek değil de gerçekçilik bana daha doğru gelir. Natüralist anlatı sevdiğim bir şey değildir. Ama dediğim gibi ülkedeki durum hep oralara bir yere doğru sizi çekiyor.

“Filmler kendi içinde yapay bir umut taşımak yerine birtakım tartışmalara yol açabilir, vicdan duygusunu harekete geçirebilir, empati kurdurabilirse gerçek umudun sinema salonunda çıktıktan sonra yaratılabileceğini düşünüyorum.”

H.B.: Filmin yine sevdiğim detaylarından biri de taşrayı estetize veya romantize etmeme hâli oldu. Bu küçük dağ kasabası modernleşmenin antitezi pastoral bir alan ya da kapitalizmin uğramadığı, saf, bozulmamış bir yer değil. Ayrıca resmen açık havada klostrofobi yaşatıyor film bize – ki bu, Sonbahar’da da vardı. İshak bu ferah coğrafyanın ortasında “Boğuluyorum” diyor hatta bir sahnede. Ali’nin ablası cehennem olarak tanımlıyor çevresini. Burayı beğenen tek kişi ise oranın yabancısı olan, dışarıdan gelen Ali aslında. Ve şehri sevmiyor, şehri sevse orman fakültesinde okumayacağını söylüyor. Şehri sevmeyen Ali, şehirli sevmeyenlerin arasına düşüyor.

Bütün bunlara rağmen filmin ana odağı “taşra-şehir çatışması” değil bana kalırsa. Demin konuştuğumuz “üstünü örtme – yüzleşme çatışması” asıl konu. Bu açıdan bakınca da klasik bir “taşraya dönüş filmi” olmadığını düşünüyorum Karanlık Gece’nin.

Ö.A.: Bence de öyle. Çabuk kategorize etmeyi seviyoruz genelde, öykü kasabada geçiyorsa ya da İstanbul dışında geçiyorsa bir taşra filmi olarak nitelendiriyoruz. Ya da bir erkek filmi olarak da düşünenler olacaktır hemen. Ama bazı mevzuları ancak böyle anlatmak mümkün oluyor sanki. Şehirde geçen başka bir öyküde de aynı temalara yer verilebilirdi tabii ama bu kasabayı, bir ülkenin alegorisi olarak düşünebiliriz. O yüzden hiç taşra hikâyesiymiş gibi bakmadım, evrensel bir şeyler anlattığımızı düşündüm. Şehirliler ve taşralılar gibi düşünmedik karakterleri, Murat’la en çok konuştuğumuz konu buydu hatta. Biliyorsun, Anadolu’ya bakma meselesi aydınlar üzerinden şekillenir Türkiye edebiyatında. Bizim karakterimiz Ali de en nihayetinde prototip; şehirde, kentte okumuş. Fakat bu hataya düşmememiz gerektiğini kendimize söyledik. Hikâye zaten buna açık değildi ama biz yine de özellikle dikkat ettik. 

Gelecek Uzun Sürer filmimde Ankaralı bir oyuncu var Durukan Ordu isimli. Ona bir sürü teklif geldi bu film sonrasında ama sinemaya bile ikna edemediler. Durukan’ın şöyle bir durumu var; bir çadır ver ona, dağın başında kalır yani… 10 gün kalır, 15 gün kalır. Ali de öyle biraz, bıraksan kulübesinde yaşar o minimalistlikle. Gerçekten doğayla böyle ilişki kuran insanlar var. Ali öyle bir karakter olsa da aslında hiç pastoral bir tarafı yok filmin bence. Zaten hikâyedeki mekânlar da yavaş yavaş cehenneme dönüyor. Karakterleri içine almaya başlıyor doğa, paralelinde de obruklar büyüyor. Baba karakteri oğlunun cesedini bulmadan gitmek istemediği için meczuplaşıyor, o bile ancak öyle var olabiliyor orada. Ali’nin ablası (Sibel Kekilli) zaten gelmek bile istemiyor, cehennem gerçekten orası onun için. Onun bir kadın olarak sürekli üzerinde göz hissettiği, takip edildiği, işkence gibi bir yer. Açıkçası ne taşra filmi ne de pastoral bir film gibi bakmadım yani Karanlık Gece’ye.

H.B.: Bende de hiç öyle hisler uyandırmadı izlerken. Sonlara doğru gelmek istiyorum, filmin finaline doğru yani. Karanlık bir sonu var Karanlık Gece’nin. Büyülü gerçekçi bir parıltısı da var bir yandan tabii ama karanlık. Benim de çok karşılaştığım bir sorudur bu: Sonu neden bu kadar karanlık? Benim cevabım “Öyle olmak zorunda” oluyor genellikle. Burada da bunu hissettim. Ve bu karanlık finalde bir umut ışığı olduğunu da düşünüyorum. Bir yüzleşme anlatısı bu ve yüzleşme ihtimali varsa, umut da vardır. Mesela bana kalırsa asıl karanlık final, İshak’ın her şeyi unutup keyfine bakması; mutlu ve huzurlu bir şekilde geldiği yere dönmesi olurdu. Buna katılacağını düşünüyorum. 

Bir de şu aklıma geldi bunları söylerken, tekil kahramanlıklar da ayrı bir sorun. Hollywood bayılır buna. Hukuku ve çevresindekileri takmadan, tek başına adalet sağlayan kahramanlar… “Vigilante”ler çok sevilir. Belki tuhaf bir benzetme olacak ama köpeği öldürülen John Wick’le, köpeği öldürülen İshak’ın yolculuğu farklı şekillerde ilerliyor. Biri intikam üstüne intikam alıyor, bizi rahatlatarak katarsise ulaştırıyor; diğeri ise bilinçli olarak bunu yapmıyor. 

Ö.A.: Dâhil olduğu bir suç eyleminden utanç duyan, vicdanı rahatsız birinin yavaş yavaş adalet arayışına girdiği bir film aslında bu öncelikle. Son yıllarda Türkiye’de çokça karşılaştığımız, bildiğimiz pek çok benzer hikâye var; alışık olduğumuz bir durum. Senaryoyu yazarken, Murat’la konuşurken, zaman içinde böyle pek çok olayı haberlerde gördük. Bu suçları kimin işlediği belli olsa da suç ortaklığının üzerinin örtülmesi gerekiyor. Aralarından bir tanesini vermek istemiyorlar çünkü, onu verdiklerinde sistem çökecek. Buna rağmen inatla, isyanla adaletin yerini bulmasını isteyen birileri de var tabii ki. Ama hukuk sistemi çöktüğü için bu arayışlar neredeyse tekil durumlar dışında sonuçsuz kalıyor maalesef. 

İshak, köpeği öldürüldükten sonra Ali’yi ve hatta babayı da bulup o kasabadan çıkabilse büyük bir rahatlama sağlanabilirdi. Ama bu seçim sadece seyircide rahatlama sağlardı. Cumartesi Anneleri yüzlerce haftadır orada oturmaya devam ediyor. Demek ki bitmedi, bitmiyor aslında. Ya da Rabia Naz olayını düşünün. Adalet arayışından vazgeçmeyen babasını neredeyse akıl hastanesine kapatacaklardı. Biraz da bu nedenden böyle olsun istedim. Filmler kendi içinde yapay bir umut taşımak yerine birtakım tartışmalara yol açabilir, vicdan duygusunu harekete geçirebilir, empati kurdurabilirse gerçek umudun sinema salonunda çıktıktan sonra yaratılabileceğini düşünüyorum. Ama Türkiye gibi ülkelerde politik olarak çok fazla yenilgi ve umutsuzluk olunca, insanlar sanat eserlerinden çok daha fazla umut bekleyebiliyorlar maalesef. “Güzeldi ama keşke umutla bitirseydiniz.” cümlesini her filmim için duymuşumdur. Geçen bir arkadaşıma “Keşke sanatta umut ve umutsuzluk üzerine bir sempozyum yapılsa; Türkiyeli sanatçılar, edebiyatçılar, sinemacılar, akademisyenler katılsa… Enteresan olabilirdi.” dedim hatta. 

H.B.: Bence de ilginç olurdu. Ali’nin okuması için Sultan ödünç verdiği kitabın adı da filmi biraz özetliyor sanki: İçimizdeki Şeytan. Buradan hareketle lafı biraz edebiyata getirmek istiyorum. Filmi yazarken yanında hissettiğin yazarları soracağım. Murat Uyurkulak bizzat yanındaydı tabii ama kendini genel olarak yakın hissettiğin, onların edebi dokusunu devam ettirdiğini hissettiğin yazarlar var mıdır? Hem Karanlık Gece’yi yazma sürecinde hem de genel olarak yanında hissettiğin edebiyatçılar yani…

Ö.A.: Sabahattin Ali bunlardan biri, evet. Hem hayatıyla, hem kitaplarıyla… Hatta obruğun adını “Kuyucaklı” koyduk bu yüzden. Niyeyse Kuyucaklı Yusuf’u tekrar okuma isteği duydum bu sefer. Onda böyle tuhaf, sert, başka türlü bir toplumcu gerçekçilik vardır ya hani… Onun kendi hayatından da küçük küçük izler var bence. Uğradığı bir nevi linç, çok erken yaşta vefatı… Birinin öldürdüğü söyleniyor ama aslında karakolda işkence ile öldürüldü muhtemelen. Ve sonrasında ormana atıldı, bedeninin tamamı bulunamadı. Onu hep yanımızda hissettim. 

Türkiye’de linç kültürü ve bunun edebiyattaki yansımalarına baktık Murat’la tabii. Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı mesela. Ya da Tanıl Bora’nın İletişim’den çıkan Türkiye’nin Linç Rejimi kitabı, ülkedeki kötülük ve linç üzerine kafa yoruluyorsa, bir başeser diyebilirim. Yine bir sürü yazarın ortaklaşa yazdığı Linç Öyküleri var İletişim’den çıkan. Heinrich Böll, Thomas Mann bize eşlik eden, arada konuştuğumuz yazarlardı. Kötülük üzerine konuşurken, doğal olarak Hannah Arendt çok andığımız isimlerden biriydi. Terry Eagleton’ın Kötülük Üzerine Bir Deneme’si… Şu an hepsini anımsayamadığım, hem kurmaca hemde kuramsal pek çok kitap oldu tabii ki.

H.B.: Son olarak da şunu soracağım; Murat Uyurkulak’la birlikte filmi yazarken, tasarlarken referans aldığınız, akrabalığı olduğunu hissettiğiniz, aklınızdan sıkça geçen filmler oldu mu? 

Ö.A.: Oldu aslında. Kurgu aşamasında Manchester By the Sea’yi çok konuştuk. Flashback kullanmayalım, peki nasıl yapalım derken tam çekimlere gireceğimiz zamanlar çıkmıştı film. Kurgu açısından onu anabilirim. Irkçılık meselesi için ise American History X üzerine konuştuğumuzu  anımsıyorum. Sinemada kötülük kavramına çok odaklandık, bir sürü filme baktık genel olarak. 

Kurgunun bir türlü bitmediği, bir tuğla çektiğinde ya da bir şeyleri dâhil ettiğinde yapının devrildiğini düşündüğümüz bir dönem vardı. Filmin süresinin daha uzun olduğu, benim de çok sevdiğim bir versiyon daha mevcuttu aslında. Pek çok etkenden yeni bir versiyon için kurguya başladık. Daha önce de bahsettiğim gibi, iyi ki çalışmışım dediğim Osman Bayraktaroğlu ile tekrar kurguya girdik ama o da bir noktada “Özcan benim için bitti artık” dedi. Ben kurgunun bitmediğini düşündüğümden, yurt dışından biriyle çalışmak istedim. Genç bir yapımcımız vardı ABD’den, “Kurgu olarak neye yakın geliyor sana? Bana birkaç tane film söyler misin?” deyince Amores perros’u anmıştım mesela. Ses meselesine biraz takık olduğum için, We Need to Talk About Kevin’i söylemiştim bir de. Kurgucusu Joe Bini inanılmaz keyifli biri çıktı. Lynne Ramsay’in You Were Never Really Here’ini yeni bitirmişti, çalıştığı bu iki filmi konuştuk. Sonrasında  filmin son kurgusunda da danışman olarak çalıştık kendisiyle. Doğal olarak o süreçte bu iki filmi de çokça konuşmuştuk olduk.

H.B.: Çok teşekkür ederim Özcan.

Ö.A.: Ben filmlerin bir iki tane röportajını ayrı tutuyorum genelde. İleride filme dönmek istediğinde “Şu röportajlar var zaten. Onu okursanız, konuştuklarım bugünden daha sağlıklıdır zaten” diyorum. Muhtemelen bu da öyle olacak. Umarım yeni bir kitap çıkarsa, ben de seninle röportaj yaparım bir gün.

H.B.: Harika olur. Çok sevindim böyle düşünmene.

Deşifre: Kiraz Mısırlıoğlu