Duygu mimarisi: RAW ile W.A.R. albümüne dair

Röportaj: Emre Öztürk, Cem Kayıran - Fotoğraf: Murat Durusoy

Selçuk Artut ve Alp Tuğan 2016’dan bu yana RAW adı altında gerçekleştirdiği canlı kodlama performanslarıyla, değişken ve kapsayıcı audiovisual deneyimler yaratıyor. İkili, 1 Ekim’de sekiz parçalık W.A.R. (We Are Raw) albümünü bağımsız olarak yayımladı. İşitsel ve görsel ifadelerin alışılmış sınırlarını yok sayan bir düsturla ortaya çıkan albümün ardındakileri ve nasıl bir ortamda, nasıl metotlarla hayat bulduğunu RAW’dan dinledik. 


“Kaydedilmiş sesleri kaynaklarından bağımsız hâle getirerek morfolojik yapılarını bozuyoruz. Kimi zaman kullandığımız seslerin orjinal hâllerinin ne olduğunu tahmin etmek güçleşiyor ve bizim de takip edemediğimiz bir yere doğru sesler özgürleşerek başka biçimlere evrilebiliyorlar.”

2022’de yayımladığınız  B-Sides ile gerek parçalarınızda kullandığınız sesler, gerek kompozisyon açısından daha minimal bir yola girmiştiniz. Yeni albümünüz W.A.R. ile de bu eğilimi perçinlediğiniz anlaşılıyor. Bu bilinçli bir değişim miydi? Bu değişim sürecinden ve sebeplerinden bahsedebilir misiniz?

B-Sides aslında RAW’un doğuşundan 2022’ye kadar olan süreçte gerçekleştirdiğimiz çeşitli konser kayıtlarından yola çıktığımız ve hiçbir albüm ya da EP’de şarkı formatında yer vermediğimiz doğaçlama şarkılardan oluşuyor. Bu şarkıları seçerken elbette belirgin bir estetik yapı bağlamında değerlendirmeler yapıyoruz. Neticede konserler tamamen sürprizlere açık olabiliyor. Kimi zaman seyirci ile buluşmanın o ritüel hâli sizi bilinmeyen noktalara doğru sürükleyebiliyor. Ancak genel olarak, yaptığımız müziğin temel yapı taşı olan sesin detaylı estetizasyonuna oldukça bağlı kaldığımızı söyleyebiliriz. Bu anlayış beraberinde; katmanlar hâlinde küçük detayların bir arada örüntüler oluşturduğu, kimi zaman minimal kimi zaman maksimal diyebileceğimiz bir müzikal yapı oluşturuyor. 

Müziği minimal olarak sunmak içinde yaşadığımız bu ses hengamesinde oldukça cesaret gerektiriyor. RAW olarak minimal, ses manzarası (soundscape) ya da score music diye de anılan tarzdaki kompozisyonları hem üretmeyi hem de dinlemeyi seviyoruz. W.A.R. albümünde gelinen noktayı ise içselleştirerek tasarladığımız, devinim hâlindeki bir değişimin özgün bir sonucu olarak tanımlayabiliriz. Ancak biçimsel olarak müzikal formu tanımlamaktan ziyade, özgür doğaçlamalarımızda ortaya ne çıkarıyorsak mümkün olduğu kadar o duyguyu kaybetmeden olduğu gibi bırakmak istedik. Neticede biz aslında bir ses ve görüntü deneyimi ikilisiyiz. Sunduğumuz performansları ideal koşullarda izleyici/dinleyicilerle birlikte aynı ortamda iken gerçekleştirmeyi öncelikliyoruz. Örneğin albümde dakikalarca ısrarla tekrar eden ve bu tekrardan ortaya çıkan, zaman içinde gelişen çeşitli ses dokularına yer vermek istedik. Bunu sanki bir sergiye gittiğinizde heykeltraşın mermer bir bloğu gözünüzün önünde bir heykele çevirmesine tanık olmak gibi düşünebilirsiniz. Süreç bizim müzikal estetiğimizin vazgeçilmez bir parçası. W.A.R. albümünde de sanki bir canlı performans içindeymişiz gibi kendimizi konvansiyonel süreler tanımlamadan, ses dünyası bizi nereye götürüyorsa o şekilde bırakmayı tercih ettik. Örneğin albümde yer alan “Diachronic” isimli şarkı 11 dakika 30 saniye sürüyor. Ne daha uzun ne de daha kısa olmasını istemezdik. 

W.A.R. hem melodik / ritmik kurguları hem akışın bulanıklaştığı soyut sekanslarla çok çeşitlenen bir dinleyiş hâlini beraberinde getiriyor. İster istemez parçaların çok uzun geçmişleri olduğu izlenimi uyandırıyor. W.A.R. nasıl bir zaman diliminde, nasıl bir ortamda hayat buldu?

W.A.R., Kadıköy Yeldeğirmeni’nde bulunan atölyemizin bodrum katında, dört tarafımızda envai çeşitte alet ve cihazların olduğu, ışığın ise çok az girdiği oldukça izole bir ortamda kaydedildi. Mekânın size verdiği hisler elbette müziğe de yansıyor olmalı. Ancak biz bu albümü bir sene önce yapmayı planlarken dinlenmesi kolay olmayacak bir albüm olmasını aramızda konuşuyorduk. Yaşadığımız coğrafyada daha da belirgin bir biçimde hissettiğimiz bir durumu; kendine özgü iş üretmenin ağır yükünü derinden taşıdığımızı düşünüyoruz. Biz de işte buna inat daha da özgün hatta müzik demenin dahi zor olacağı bir estetik üzerine konuşurken yaşanılan toplumsal ve coğrafi katastrofik olayların ardı kesilmez olmaya başladı. Bir dönem müzik yapmak dahi anlamını yitirmek üzereyken birbirimizden güç alarak silkinip kolları sıvadık ve tüm bu yaşadıklarımızı bir ses evrenine taşımanın kaçınılmaz olduğuna karar verdik. 

Yaklaşık bir yıl içinde bütün şarkılar ortaya çıktı ve geçtiğimiz yaz içinde de kayıtları atölyemizde kendimiz gerçekleştirdik. Ardından kapak tasarımı ve kayıtların miks, mastering aşamalarını da kendimiz yaptık. Albümün yayımlanmasını dahi kendimiz gerçekleştirdik. Tam anlamıyla bağımsız bir üretim sürecinden bahsedebiliriz. 

RAW’u sahnedeki diğer performanslardan / sanatçılardan ayrı kılan ‘imza’ bir ses dizaynı ve karakteriniz olduğunu düşünüyorum. Zira kod ile üreten pek çok sanatçının işleri zaman içinde değişse de RAW albümlerinde ve performanslarında oturmuş bir dinamik var. Canlı performanslarınızda bu dinamiği ve devamlılığı nasıl sağladığınızı, özellikle doğaçlama metotlarınızı merak ediyorum. Size özgü ses, ne kadar üzerine düşündüğünüz ve tasarladığınız bir şey? Performanslarınızda ve doğaçlamarınızda bunun devamlılığını nasıl sağlıyor, olası bir sorun ile karşılaştığınızda nasıl başa çıkıyorsunuz?

Metotlar sürekli değişiyor ve dönüşüyor. Belirli bir stratejiden ve teknikten söz etmek zor. Ancak müziğimizin temelinde güçlü alt frekanslara yer vermeyi, olasılık hesapları üzerine dayalı ritmik ve melodik yapıları oluşturmayı sıklıkla kullanıyoruz. Sınırlarını belirlediğimiz algoritmik yapıları kullanırken otonomiyi rastlantısallıkla paylaştığımız bir üretim yapısı içinde doğaçlıyoruz. Müziği üreten ses yapıları temel olarak daha önce kaydedilmiş sesler ve midi programlama ile ürettiğimiz analog seslerden meydana geliyor. Kaydedilmiş sesleri kaynaklarından bağımsız hâle getirerek morfolojik yapılarını bozuyoruz. Kimi zaman kullandığımız seslerin orjinal hâllerinin ne olduğunu tahmin etmek güçleşiyor ve bizim de takip edemediğimiz bir yere doğru sesler özgürleşerek başka biçimlere evrilebiliyorlar. 

Elbette deneysellik bizi tanımlayan önemli bir estetik kriter. Canlı kodlayarak müzik yapmak açıkçası diğer metotların hiçbirine benzemiyor. Elinizde bilgisayar diye bir enstrüman var ve ondan ne tür sesler çıkacağına dair karşınızda bir arayüz dahi bulunmadığından hiçbir fikriniz olmayabiliyor. Bir döngü içinde sürekli o mutlak ânı düşünerek ilerliyorsunuz. Bizde iki kişi birlikte müzik yapıyor; kimse görsel ve işitsel performansın sadece bir kısmını üstlenmiyor. Örneğin birlikte ritim geliştirdiğimiz çok oluyor. O kadar birlikte ilerliyor ki her şey, kimi zaman kendi çaldığını sandığın sesin aslında diğeri tarafından çalınmakta olduğunu fark ettiğin şaşırtıcı anlar dahi olmuyor değil. Bir grup olarak müzik yapmanın artısı olabilir belki de bu durum. Sürekli bir arka kollama hissi geliyor çoğu zaman. Bazen maratonda koşan iki koşucu gibi birbirimize bayrak devrediyoruz, bazen de sanki bir savaşa gidermişçesine elimizdeki bütün seslerle müziği zorlayan snırlara doğru yol alıyoruz. Elbette tüm bu teknik yapıların ötesinde geçmişimize dayanan müzikal birikimlerimiz de bulunuyor. 

Fotoğraf: Mete Kaan Özdilek

“Vilem Fluser, Martin Heidegger, Bruno Latour, Michel Chion, Trevor Wishart gibi düşünürlerin dolaylı da olsa yaptığımız işe düşünsel katkısı oldukça önemli.”

W.A.R.’un sahneye nasıl taşındığını da merak etmemek elde değil. Daha önce bir RAW performansı deneyimlememiş olanlar için nasıl ipuçları verebilirsiniz?

RAW, izleyicilere görsel ve işitsel uyaranların bir arada kurgulandığı kapsayıcı bir deneyim sunuyor. Ancak burada performans için kullandığımız ekipmanların sadece düğmelerine basarak ya da çeşitli potansları çevirerek değil doğrudan bilgisayara müdahale ederek yapıyoruz. Bizim için bir defasında “play tuşunu tarihe gömen grup” demişlerdi. Bu aslında meseleyi çok iyi özetliyor. Kendine özgü bir karakterin oluşmasını sağlayan temel olgu da bu aslında. Performanlarımıza gelenler oluşan tüm görsel ve sessel kompozisyonun o anda gerçekleştiğine şahit oluyorlar. 

Elbette ortaya bir albüm koyduğunuzda müzikal bir düşünce yapısını ister istemez somutlaştırmış oluyorsunuz. Ama bu durum, albümdeki şarkıların performanslarda birebir aynı şekilde çalınacağı anlamına gelmemeli. Albüm bizim için devam etmekte olan müzikal yolculuğumuzun elle tutulur bir göstergesi sadece. RAW olarak konserlere çıkarken aramızda ne çalacağımız konusunu çok kabaca konuşuyor oluyoruz. Daha çok bir duygu mimarisini planlıyoruz. Koşullar uygun olduğunda doğaçlamayı her fırsatta önceliklendiriyoruz, kimi zaman da şarkı yapıları üzerinden ilerleyerek yeni varyasyonlar üretiyor oluyoruz. Bu yüzden W.A.R. albümünün şarkılarını konserlere gelenler birebir olarak dinliyor olmayacaklar; sürekli değişen ve şarkıların nihai hâllerinden sürekli uzaklaşıp yaklaşan bir duygu hâli içinde olacaklar diyebiliriz. 

Ses-tasarım-kodlama-sanat ekseninde farklı pratiklerde de üreten iki kişiden oluşuyor RAW. Başkaca disiplinlerle olan mesainiz RAW’a nasıl yansıyor / katkılar sağlıyor?

Hepsi iç içe birbirini besliyor. Her ikimiz de üniversitelerde yaratıcı kodlama ve ses üzerine çeşitli dersler veriyoruz. Öte yandan piyasada etkin olarak teknolojik danışmanlıklar veriyoruz ve gereksinimlere dayalı özel yazılımlar geliştiriyoruz. Kimi zaman da bireysel ya da RAW olarak sergilere sanat işleri üretiyoruz. Bütün bunlar hepsi bir anlamda birbiriyle bağlantılı. Teknolojik gelişimi takip etmek bizi biz yapan ana unsurların başında geliyor. Örneğin, RAW’dan bağımsız bir başka iş için kodlayarak ürettiğimiz bir görsel içindeki özel bir yapı, müzik tarafında bambaşka bir şeye dönüşebiliyor. Sadece teknik manada değil, işin felsefesine olan da ilgimiz yaptığımız işin ayaklarının yere basması konusunda bizi derinden etkiliyor ve şekillendiriyor. Vilem Fluser, Martin Heidegger, Bruno Latour, Michel Chion, Trevor Wishart gibi düşünürlerin dolaylı da olsa yaptığımız işe düşünsel katkısı oldukça önemli.

Türkiye’de canlı kodlama ile dans müziği icra etmenin ve Algorave pratiğinin öncülerindensiniz. Başladığınız günden beri yerli sahnedeki canlı kodlama pratiği ve etkinliklerinin değişimi ve bu değişimin sizin pratiğinize etkisinden biraz bahsedebilir misiniz?

İlk başladığımız zamanlarda canlı kodlama tam bir bilinmezdi ve yeraltı seviyede çok az kişi tarafından biliniyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim bildiğimiz kadarıyla da açıkçası zaten yoktu. Algorave İstanbul’un kurulmasıyla ve Sónar Istanbul gibi etkinliklerde boy göstermesi ile durum biraz daha yer üstüne çıktı diyebiliriz. Artık bugün canlı kodlama ile uğraşan insanların sayısı artmaya başladı. Bizim hiçbir zaman tanınır olmak uğruna salt dans müziği icra etmek gibi temel bir amacımız olmadı. Sadece kodlamayı yaratıcı bir unsur olarak kullanarak kendine özgü işitsel ve görsel bir deneyim üretme gayesindeyiz. İnsanlar bazen dans ediyor bazen de düşüncelere dalıyor. Bugün geçmişimize oranla elbette daha çok insan ne yaptığımızın farkına varmış durumda. En azından canlı kodlamanın ekosistemini bilmiyor olsalar bile kulaktan kulağa duyarak, farklı bir deneyim yaşayacakları düşüncesi ile her şeye hazır olarak konserlere geliyorlar. Konserlerde ne olacağını biz dahi bilemiyoruz, işin heyecanlı olan asıl kısmı da bu olmalı.