Senem Tüzen ile hangi film?

Yönettiği beş kısa metraj filmin ve yapımcılığını üstlendiği televizyon programlarının ardından Senem Tüzen, ilk uzun metrajı Ana Yurdu (2015) ile 72. Venedik ve 22. Adana Altın Koza başta olmak üzere birçok yerli ve yabancı film festivalini arşınlamıştı. Adam Isenberg ve Noah Amir Arjomand ile birlikte çektiği, 41. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Belgesel seçilen Eat Your Catfish ise geçtiğimiz haftalarda 45. Haber ve Belgesel Emmy Ödülleri’nde “En İyi Sosyal Temalı Belgesel” ödülüne uzandı.

Şu sıralar devam eden 14. Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’nin konuğu olarak, “Sinemada Kadın Özgürleşmesi” paneline katılan yazar – yönetmen, Eat Your Catfish’in 24 Kasım Pazar günü saat 18.00’de Atlas 1948 Sineması’nda gerçekleşecek gösteriminde de izleyici sorularını yanıtlayacak.

Hangi Film? köşemizin bu haftaki konuğu Senem Tüzen yanıtlıyor: Bugüne dek aklında en çok yer işgal eden film? “İzlemekte geç kaldım” dediğin bir film? Önden kendini hazırlamayı gerektiren bir film?


İzlerken diyaloglarına eşlik edebildiğin film? 

Son zamanlarda diyaloglarını ezbere takip edebildiğim film, sanırım Un lac (2008, Philippe Grandrieux). Zaten toplasan iki, üç diyalog var filmde! 🙂 Biraz ayıp oluyor o yüzden ama diğer yandan da arketipsel diyebileceğimiz, acayip diyaloglar bunlar. Çok kısa, basit; “gerçekçi” ya da zeki olmaya çalışmayan, bilinç dışı duygulanımları tetiklemeye yönelen… İşi ağaç kesmek olan bir delikanlı var. Bir göl kıyısında yaşıyor, babasının yokluğunda ailenin reisi olmuş. Kız kardeşine karşı hissettiği yoğun ensest duyguları kontrol altında tutmaya çalışırken epilepsi krizleri geçiriyor. Daha sonra güçlü, kuvvetli, yakışıklı bir erkek karakter beliriyor filmde. Güzel kız kardeşe jön olarak geldiği ilk kareden belli. İlk diyaloğu ne peki? “Ağaç kesmeye geldim.” Daha merhaba bile demeden. 

Beni çok eğlendiriyor ve çok hoşuma gidiyor. Böylece diyalogların arketipsel kolektif bilinç dışı karşılıkları olduğu, mitolojik bir yapı oluşuyor filmde. Filmde toplam 217 kelime var. Bir vesile olmuştu, çalışmıştım. 🙂 (Fikir vermesi için söylüyorum: The Godfather’ın (1972) sadece ilk sahnesinde 229 kelime var. Çok sevdiğim Robert Bresson sinemasının diyalogları da böyledir.) Garip, hem Ana Yurdu hem Eat Your Catfish’teki diyalogların durumu, bunun tam tersi; akıcı, hareketli.


Bugüne dek aklında en çok yer işgal eden film? 

Bugüne dek deyince… Ben lisede filmlere aşık olmaya başladım, şimdi 44 yaşındayım. Çok filmler geldi, geçti. 🙂 16 yaşında Ankara Film Festivali’nde A Clockwork Orange (1971, Stanley Kubrick) ve Salò o le 120 giornate di Sodoma / Salò, or the 120 Days of Sodom (1975, Pier Paolo Pasolini) izlemiştim. 20’li yaşların başına kadar falan onları o kadar çok düşündüm ki… İzleri bende ağır oldu. Biraz pesimist bir çocuktum zaten, erken yaşta bu filmleri izleyince tam oldu. 

Aynı şekilde lisede son sınıfta okuyup derinden sarsıldığım, -Yılmaz Güney’in Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz kitabına paralel çektiği- Duvar’ı (1983) da 20’lerimin başlarında izledim. Kalbimden vuruldum. (Çocuk işçiliğiyle ilgili kimi sorular gönlümüzü bulutlandırsa da.) Ana Yurdu’na biçimsel etkisi çok olmuştur diye düşünüyorum. Aynı dönemde izlediğim Uzak (2002, Nuri Bilge Ceylan) ve Masumiyet (1997, Zeki Demirkubuz) ile birlikte… Yine o dönem Ingmar Bergman ve Federico Fellini ile tanıştım; Giulietta degli spiriti / Juliet of the Spirits (1965), Tystnaden / The Silence (1963), Persona (1966), Viskningar och rop / Cries & Whispers (1972) beni çok uzun süre derinden etkiledi. 

22, 23 yaşında Robert Bresson ile tanışmam ise daha köklü bir devrim yarattı bende. Mouchette (1967) sanki benim, annemin, horlanmış tüm kız çocuklarının tarihiydi. Au hasard Balthazar (1966) gönlümde yara oldu. İdeal sinemasal biçim üzerine çok düşündüğüm bir dönemdi. 

Sonra, anlamadığım, anlamadığım için de kendimi karşısında aşağılanmış hissettiğim Andrey Tarkovski filmlerinden Zerkalo / Mirror (1975) ile çok derinden, çok hakiki bir karşılaşma yaşadım. Çok uzun zaman boyunca, 30’ların sonuna kadar bende yoğun bir içsel hareketliliğe sebep oldu Tarkovski. Sadece filmleri değil, kitapları da. Sanırım filmin anlaşılması gereken bir şey olmadığına derinden ikna etti beni. Onun açtığı yolda, kendimi karşısında benzer kompleksler içinde bulduğum David Lynch’in önce Inland Empire (2006), sonra Twin Peaks: Fire Walk with Me (1992) ve diğer filmleri ile karşılaştım hakikaten. Karşılaşma derken, önceden izlemiştim ama görememiştim. Film bir karşılaşmadır. Bana önceden dekoratif gelen her şeyin, film için nasıl ölüm kalım ciddiyetinde elzem olduğunu anladım. 

Bu anlamda Lucrecia Martel’in La mujer sin cabeza / The Headless Woman’ı (2008) ile karşılaşmam da çok ama çok değerlidir. Hem estetik hem politik anlamda. Daha sonra Zama ile de ayni şekilde hakiki bir ilişki kurmam mümkün oldu. Beau Travail (1999, Claire Denis) ile birlikte, benzer noktalardan beni çok etkilemiştir. 

Sonra Philippe Grandrieux… Onu nasıl anlatsam bilmiyorum. Daha doğrusu o değil, sadece Un lac. Un lac’te sinemanın henüz gerçekleştirilmemiş potansiyelinin ışığını görüyorum. Bana müthiş bir Dostoyevski tadı yaşatıyor, hiçbir edebiliği olmadan… Valla daha liste uzar. Hem atladığım hem yeniden hakiki anlamda karşılaştığım filmler var. Onları da diğer cevaplara yedirmeye çalışayım. Hak geçirmekten korktum ve liste uzadı, affedersiniz. 🙂


“İzlemekte geç kaldım” dediğin bir film? 

Sud pralad / Tropical Malady (2004, Apichatpong Weerasethakul). Nasıl, nerden başlasam anlatmaya bilemiyorum. Bu film üzerine özel bir söyleşi ya da yazı hazırlayabiliriz bence. Özellikle bir sanatçı, muhafazakarlığa düşmeden kendi kültürünün mayasıyla nasıl mayalanır; oradan özgün bir eserin varlığa gelmesine nasıl vesile olur, “ses” olgusuna özgür bir yaratıcı ahlakla bakan yönetmen, sinemasal anlatıma nasıl kapılar açabilir sorularınının tartışılabileceği bir masterclass yapılabilir mesela. Aslında Başka Sinema’yla böyle bir gösterim / etkinlik yapılsa ne güzel olur!

Sonra Wanda (1970, Barbara Loden), Jeanne Dielman, 23, quai du commerce, 1080 Bruxelles (1975, Chantal Akerman)… Özellikle Wanda’nın haberi bize ne geç geldi! Ah onu Cassavetes’in Faces’ını (1968) izlediğim zamanlar izleyebilseydim ne olurdu!? Tabii bir de ilk dönem Naomi Kewase filmleri… Özellikle Tarachime / Birth/Mother (2006) ve Katatsumori (1994). Bu filmleri daha erken, son iki filmimi yapmadan önce izleyebilmiş olmayı çok isterdim.


Hiç sevmedim, seveni de sorguladım dediğin film? 

Sorgulama kısmını bilemiyorum ama hiç sevmediğim; parama, zamanıma acıdığım son film: Barbie (2023, Greta Gerwig).


Müziğine tutulduğun bir film? 

Teyzem (1986, Halit Refiğ) sanırım.


Zaman geçtikçe sendeki yerini sağlamlaştıran bir film?

Un lac

La mujer sin cabeza / The Headless Woman


Önden kendini hazırlamayı gerektiren bir film?

Caniba (2017, Lucien Castaing-Taylor ve Verena Paravel). Çok, çok zor izlemesi. Ama hem sinemasal önermesi anlamında hem varoluşsal sorgulaması anlamında, hakikaten bu konular sizin için çok önemliyse, izlenmesi gerekli bir film. İzlemediyseniz ve değilse, hiç yaklaşmayın derim.


Mekânlarıyla aklına kazınan bir film?

Bir Zamanlar Anadolu’da (2011, Nuri Bilge Ceylan) sanırım… Tabiri caizse “ciğerini bildiğim” mekânları bana bambaşka bir şekilde gösteren bir film ve şöyle bir duygu vermişti: “Aa evet, aslında hep böyleydi.” Artık tabii çok tekrar edildiği için hakkını veremeyebiliriz ama memleketimin elma ağacı, deresi, muhtarımın köy evi öyle resmedilmemişti bu filme kadar. O çok iyi bildiğim, sevdiğim, sık sık geri dönmeyi istediğim mekânları başka bir gözle göstermeyi başardı bana. Hikâye örgüsünden ve filmin akışından ayrılmadan, formalliğe düşmeden… Bir de Zama yine tabii ki. 


İçmiyorsan bile sigara yaktırma potansiyeli taşıyan bir film? 

Doraibu mai kâ / Drive My Car (2021, Ryûsuke Hamaguchi). Çok efkârlı bir film ya… Çok hoş.


Hakkı verilmemiş / yeterince anlaşılmamış olduğunu düşündüğün bir film? 

L’envol / Scarlet (Pietro Marcello, 2022). O da yepyeni olanaklara gebe. Sinema tarihinin unutulmuş, köşede kalmış anlatım imkânlarına yeni bir soluk getiren bir film. 


“Bu bir film değil, bu bir deneyim” dediğin film? 

Window Water Baby Moving (1959, Stan Brakhage). 


Şu sıralar en çok merak ettiğin film? 

Pietro Marcello, Lucrecia Martel, Lucien Castaing-Taylor, Verena Paravel ve Philippe Grandrieux yeni film çeksin diye bekliyorum. Oldukça beğendiğim O que arde / Fire Will Come’ın (2019) yönetmeni Oliver Laxe da yeni film çekmiş. Onu merak ediyorum. Emin Alper’in de çekimleri yeni bitti. Aklıma ilk gelenler bunlar. Yolları açık olsun, rast gelsin.