Bekleyişler, sonlar, kayıplar: Tanca’ya Gece Feribotu üzerine

Kevin Barry’nin Harfa Yayınları’ndan çıkan romanı Tanca’ya Gece Feribotu, iki kocamış sokak filozofunun acıklı, şiddetli ve eğlenceli hikâyesi. “Dostlukla düşmanlık, pişmanlıkla kabulleniş, hayat bıkkınlığıyla bilgelik, kaderle karar arasındaki sınırları bulandıran, yoğun bir roman.” olarak tarif ediliyor.

Ne hakkında? Hikâye ne?

Charlie ile Maurice yıllardır birbirinin hayatına tutunan hatta dadanan, aynı muhitte uyuşturucu ve kaçakçılık gibi tehlikeli işler yürüten; bu işlerin getirisi olan zorbalıkları, pişmanlıkları geçmişleri ve şimdileri arasında presleyerek 50’li yaşlarına gelmiş iki dost. İspanya’nın Algericas limanında, Tanca’dan gelen bir feribottan inecek yahut binecek rastalı bir kızı bekliyorlar.

Dilly, geçmişleri birbirine harmanlanmış bu iki dostun âdeta merkezi konumunda. İkilinin âşık olduğu aynı kadının, kendini kurtarmasını (aslında kaçmasını) tembihlediği 20’li yaşlarındaki kızı. New Age yolcularına katılmak için yollarda, İspanya ile Kuzey Afrika arasındaki ley hatlarında gayretle ilerliyor. Hikâye tek bir gecenin içinde, limanın información alanını mesken tutarken, karakterler birkaç on yıl geriye gitmekten çekinmiyor; duyguların başlangıçları, hayatın gelgitleri ve zamanın akışı birlikte sahneleniyor.

Zaman dilimi ve mekân

2018 yılında Algeciras limanı açılış mekânı olsa da tek güzergahı geçmiş olan bir zaman tüneliyle, minik bir İspanya turu yaptığımızı söylemek mümkün: Malaga, Barcelona, Sevilla, Cádiz Segovia… Ve biraz da İrlanda, Cork, Beara.

Okumadan önce bilmemiz gerekenler

Beatlebone, City of Bohane romanları, Dark Lies the Island, There Are Little Kingdoms adlı öykü kitapları bulunan, oyun ve senaryo yazarlığı da yapan Kevin Barry’nin, Türkçe’ye çevrilen tek kitabı, Tanca’ya Gece Feribotu. Kendisinin oyun yazarlığı ile kurduğu derin ilişki, kitabın hemen her bölümüne, hem yazınsal tercihleri hem diyalog akışkanlığı anlamında sinmiş durumda. Satırlar Beckettvari bir deneyimi andırıyor, kesintiye uğrayıp anlamsızlaşıyor ya da tüm anlam dünyaları fışkırırcasına boca ediliyor. Barry, The Guardian’a verdiği bir demeçte, baş karakterleri için “Onları bir oyuna ve kısa bir hikâyeye sığdırmaya çalıştım ama ikisi de çok büyük ve kavgacı oldukları için mahvettiler.” diyor.

Kitap, John Lennon’ın -gerçek hayatta 1967’de satın aldığı- İrlanda’nın batı kıyısındaki ıssız bir adayı ziyaret etme girişiminin sıradışı hayali olan Beatlebone’un da tematik anlamda devamı niteliğinde. 

Kitaba dair en çok neyi sevdin?

Barry, yaş almış iki erkek karakterini yüceltmeden veya acımadan, geçmişin paslı yollarında yalınayak yürüttüğü anlarda, ciddi suçların ve gerçek sonuçlarının yıkıcı tasvirlerini vermekten çekinmiyor. Öte yandan bu ikilinin yıllara yayılan dostluğunu yaşananlara rağmen sınamıyor, aralarındaki duygusal bağın gerekliliğini ve insani hâllerini sahici şekilde ortaya koyuyor. Erkekliğin ve babalık deneyiminin alt kültürler içindeki anlamını ise duru bir bilinç ile sorguluyor. Üstelik affetme, merhamet etme tuzağına düşürtmeyen kara mizahı ile de bolca güldürüyor.

En az neyi sevdin?

Kitapta Dilly ve annesi Cynthia’nın ağzından yazılmış, anne-kızın ilişki ilmeklerini söken sadece tek bir bölüm var. Bu bölümün daha uzun olması ya da akışın farklı bir noktasında konumlanmasını tercih ederdim. Sona ulaştıran anahtar, soruların bittiğini düşündüren bir aks gibi hissettirdi mevcut hâliyle.

Yazıma dair neler söyleyebilirsin?

İki karakter, bozguna uğramış şakalar ve küstahlıklardan oluşan esnek bir akışı değiş tokuş ederken, dile hayran olmamak mümkün değil. Kitap fazlaca bölümü ve geniş satır aralıkları ile bazı anlarda bir tiyatro metni görünümüne bürünüyor. Karakterler çoğunlukla alan tasvirinin yapıldığı kısa bir girişin ardından replik formunda konuşuyor, âdeta sıralarını bekliyor. Yine de metin hızlı, zihinleri okşayan lirik bir ırmak gibi akıyor.

Kısa sürede sürüklenerek mi okudun? Yoksa biraz sürünerek mi?

Kesinlikle sürüklenerek. Bir kitaba tutunamadığında gönül rahatlığı ile bırakma hakkına inanan bir okur olarak bu keşfi büyük bir haz ile karşıladım ve tek günde yuvarladım.

Çok etkilendiğin / dönüp tekrar okuduğun bölüm(ler) oldu mu?

Akışın karıştığı, hikâyelerin lineer ilerlemediği bazı kitaplarda bunu bir ihtiyaç olarak hissetsem de Tanca’ya Gece Feribotu için öyle olmadı. Bunun yanında akıl hastanesinde babasını ziyaret eden Dilly’ye, annesinin, “Hâlâ ikisi bir aradayken odayı tıklım tıkış dolduruyor mu?” sorusunu hayatımızdaki bazı insanların ağırlığını düşündürecek nitelikte buldum.

Kitap, modunu nasıl etkiledi?

Modumuzun malum nedenlerle sıkça sınandığı, mücadele alanlarımızın sanatsal üretimlerden güç aldığı bugünlerde, zehirli erklik tohumunu ekmeyen, büyütmeyen bir metin okumak nefes aldırıcı.

Okurken hiç Google’ladığın şeyler oldu mu?

Yazarın diğer kitapları, Harfa Yayınları ve Tanca’nın haritadaki konumu.

Bu kitabı seven şunları da sever 

Maurice ve Charlie ayarında erkekleri, Elmore Leonard’ın Bücürü Ayarla’ ve Rom Kokteyli’nde bulabilir; Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken’i ile sıkı fıkı edebilirsiniz. Kaybolmuşluk teması ile benzer buhranlara sürüklenmek için ise Clemens Meyers’ın Biz Rüya Görürken’i imdada yetişir.

Formu dolduran: Esin Çalışkan