Oluşturma, uyumlanma, derinleşme: Taşıdıklarımız

Yazı: Tuvana Adalı - Fotoğraf: Ilgın Erarslan Yanmaz

Taşıdığımız şeyler aslında ihtiyacımız olan şeyler mi? Bizi hayatta tutan şeyler mi bunlar? Yoksa hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz, hayatı devam ettirmemizi sağlayan şeyler mi? Sonucu olmayan hareketleri, ne kadar keyfi olduklarını fark etmeden yapıp duruyor muyuz, yoksa onlar olmadan boşluğun yavaşça içeri süzüleceğini bildiğimiz için mi tekrar ediyoruz bunları? Hayat laboratuvarının ipleri tamamen elimizde mi, yoksa kararlarımız, bütün tecrübemizi sorgulamamıza sebep olacak yüzleşmeyi erteleme biçiminden başka bir şey değil mi? Bu sorulara hep birlikte yanıt aramaya çağıran Çıplak Ayaklar Kumpanyası imzalı Taşıdıklarımız, 31 Temmuz akşamı ENKA Eşref Denizhan Açıkhava Tiyatrosu’ndaydı. 

Leyla Postalcıoğlu, Mihran Tomasyan ve Berke Can Özcan’ın sahneye taşıdığı performansa dair izlenimlerimiz burada. Fakat henüz Taşıdıklarımız deneyimini yaşamamış olanlar için bazı sürprizlerin bozulabileceği uyarısını da yapalım.

İlk intiba?

Taşıdıklarımız, performansçılar Leyla Postalcıoğlu ve Mihran Tomasyan’ın henüz seyirci alana geldiği, koltuklara yerleştiği esnada sahnede bekliyor olmalarıyla sanki başlangıcı çok önceye dayanan, uzun süredir kendini tekrarlamakta olan bir yolculuğun bir kesitine denk gelmek üzereymişiz gibi bir hisle açılıyor. Postalcıoğlu ve Tomasyan’ın bakışları eşliğinde salon/amfide konumlanırken çift yönlü bir etkileşimin çoktan başlamış olduğu ya da bu başlangıçta, hemen önümüzde canlanmakta olan bu dinamikteki payımızın ne olabileceği üzerine kafa yorduruyor.

Yerde, hemen önlerinde dizili hâlde duran envai çeşit eşya; gündelik hayatın merkezine oturan, epey alışık olduğumuz, dolayısıyla pek de dikkatimizi çekmeyen eşyalar ilk bakışta. Onlarla bir yığın hâlinde, kendi bağlamlarından kopuk, “taşıdıklarımızın” cisimleşmiş hâlleri olarak karşılaşmak da birden her birini daha görünür kılarak bu düzlemdeki işlevlerine dair merak uyandırıyor.  

Yolculuk, ikilinin eşyaları üzerlerine giymeye ve bunu yapmanın farklı yollarını bulmaya koyulmalarıyla ritmine oturuyor. Her eşya işlevinden bağımsız olarak performansçıların bedeniyle de tanımlanır hâle geliyor. Bir bedene nasıl yerleşir bu eşya? Ya da bir beden nasıl yerleşir bu eşyaya? Bir bedenin neler taşıdığına ve taşıyabileceğine dair düşünsel bir egzersizin kapılarını da aralıyor. İkilinin arasında bir etkileşim de başlıyor bu kanal üzerinden; taşıma çabasının ortaklığı bazen birbirlerini giydirmeye, beraber çözüm üretmeye gidiyor ve nesneler aracılığıyla kurulan bir birlikteliğe tanık oluyoruz. Bu birliktelik daha sonra genişleyerek bir yaşam alanı oluşturma ve buradaki yaşamla uyumlanma denemeleriyle canlanıyor, şekil değiştiriyor, derinleşiyor.

Taşıdıklarımız hem fikirlerin, duyguların, zihinsel ya da psikolojik kalıntı veya katmanlarımızın ve tüm bunlara tutunma eğilimimizin bir metaforu olabilir. Bir yandan somut dünyada yüklendiğimiz ve bağlı olduğumuz nesnelerin çokluğu, dolayısıyla kısıtlayıcılığı üzerinden yerleşikliğe, göçebeliğe ve maddiyata dair de bir anlatı oluşturur nitelikte.

En çok neyi sevdin?

Belki seslere ve dinlemeye olan zaafımdan, belki de Leyla Postalcıoğlu ve Mihran Tomasyan’ın hipnotize edici konsantrasyonları ve derin bir akış hissi yaratan performanslarına büyüleyici bir uyumla eşlik ederek deneyimi farklı bir boyuta taşımasından, Berke Can Özcan’ın yarattığı ses evrenini. Oyun bittikten sonra uzun süre kulaklarımda gezinmeye devam etti sesler ve devam eden bir dansın, yolculuğun parçası gibi hissettim. Bir yandan müziğin ve seslerin hikâyesini anlattığı evrenin, ses verdiği hikâyenin içinde konumlanması; ondan bağımsız ve dışında durmaması da hoşuma gitti. Eşyaların formlarını ve beden uzuvlarının hareket kalitesini; hafifliğini, ağırlığını, sertliğini, yumuşaklığını sesler üzerinden algılamak da çok keyifliydi.  

En çok hangi âna yükseldin? 

Uzunca bir süre derin bir odaklanma hâliyle her bir eşyanın birbirine eklemlenmesini ve performansçıların kontrollü hareketlerle kısıtladıkları bedenlerinin bu dizilimi devirmemeye özen gösterişini; sonraki aşamalarda bu eşyalar düzenine sağlanan uyumu ve işlevleri üzerinden belirlenen bir yaşam şeklini izledikten sonra bu düzenin yıkılacağı ânı beklediğimi fark ettim hevesle. En çok yükseldiğim an da buydu; eşyaların devrilerek düzeni bozması, yeniden bir yığın hâline gelmeleri ve bedenlerin özgürleşerek dans etmeye başlaması, neşeyle.   

Ambiyans / ortam / mekân / kurgu / dekor için neler söyleyebilirsin?

Performansın oldukça net bir hareket ve olay akışını takip ederken aynı anda tesadüfe ve riske de çok açık bir yapıya sahip olması, dolayısıyla her izleyişte farklı bir forma kavuşabileceğini fark etmek de ilgi çekici. Dekor, performansa yön veren bir yapıya sahip bu anlamda; eşyaların beklenmeyen bir anda düşmesi ya da performansçıların üzerine giydikleri eşyalara dolanması bazen, bir eşyayı onlarca katmanın altında yerden alamamak gibi her seferinde değişebilecek / önceden kestirilemeyecek zorluklar doğaçlamaya da alan açıyor. Bir yandan mekân da öyle – özellikle açık havada izlemek dışarıdan gelecek sesleri de performansa dâhil ediyor. Işık tasarımı da alana farklı imgeler davet ederek hikâyeyi oldukça besleyen ve çeşitlendiren bir yapıya sahip; bazen performansçıların perdeye vuran gölgeleri, bazen güneşin ya da ayın doğup batması ve belki ormanda yanan güven verici bir ateşin etrafında edilen dans.

Oyun, modunu nasıl etkiledi?

Oyun bittiğinde, alkış sırasında ve kalkıp giderken hâlâ oyunun içinde, akıp giden bir ses ve görsel bütünlüğü takip ediyor olduğum hissindeydim – öyle ki alkışlar keskin bir kopma hissi getirdi bana. Bir süre etraftaki çöp kutusu ya da sahne kurulum malzemeleri gibi nesnelere birer “prop” gibi baktığımı fark ettim. Taşıdığım ve taklidini yaptığım rolleri düşündürdü.

Soru işaretleri / varsa açtığı tartışmalar…  

Performansın ne kadarı doğaçlamaydı ne kadarı planlanmıştı ve farklı bir mekânda ya da aynı mekânda birkaç kere daha izlediğimde neler değişirdi, merak ettim.