Teftiş: Filmekimi 2014

11-17 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen Filmekimi 2014’te izlediğimiz filmler hakkında yorumlarımız!

2days1night

Two Days, One Night / Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne

Dardenne kardeşlerin Cannes’da yarışan son filmi, depresyon yüzünden kısa süreliğine işten izin alan ve kovulduğunu öğrenen Sandra’nın hikayesini anlatıyor. Patronunun, iş arkadaşlarına kendisini işten çıkarmak karşılığında 1000’er avro prim teklif ettiğini öğrenen Sandra’nın, pazartesi günkü oylamaya kadar arkadaşlarını ikna etme çabasını izliyoruz.

16 iş arkadaşına, iş yapabilir durumda olduğunu ve depresyondan tamamen çıktığını kanıtlamaya çalışırken, Sandra kendisini de sorguluyor. Gerçekten depresyonundan çıkıp çıkmadığını, bu işi aslında ne kadar istediğini anlamaya başlıyor. Tüm ilginç yan karakterler ve Marion Cotillard’ın güçlü oyunculuğuyla Two Days, One Night heyecanlı ve ilham verici bir film.

Boyhood / Richard Linklater

Richard Linklater’ın tam 12 yılda çektiği Boyhood, bir filmden çok daha fazlası aslında. Daha önce yapılmamış bir deney ya da en basitinden bir aile albümü olarak da görülebilir. 7 yaşındayken tanıdığımız bir çocuğun anne-babasıyla, kız kardeşiyle ve arkadaşlarıyla ilişkileri üzerinden 12 yıllık büyüme öyküsünü izliyoruz.

Before serisinde de gerçek zaman kavramına değinmeyi seven Linklater bu sefer seyirciye 7 yılı en güzel şekilde özetlemiş. O yıla ait müzikler, giyim tarzı ya da teknolojik gelişmeler üzerinden filmi takip etmek çok keyifli bir hale geliyor. Büyümeyi en basit ama aynı zamanda da komplike biçimde anlatıyor.

Mommy / Xavier Dolan

Bu yıl Cannes’da Jüri Ödülü kazanan Mommy’nin senaryosunu, yönetmenliğini, kurgusunu ve kostüm tasarımı 25 yaşındaki Xavier Dolan üstleniyor. Film, hafif şiddete meyilli ergen Steve ve dul annesinin Diane’in ilişkisini konu alıyor. Hayatlarına bir anda giren komşuları Kyla da onlardan biri oluyor.

Filmi Xavier Dolan’ın ustalık eseri olarak tanımlamak mümkün. Mommy, güçlü senaryosu ve oyunculuklarıyla, denediği yeni kurgu teknikleriyle şu ana kadarki en olgun filmi. Filmin çoğunluğunu 1:1 ölçekte izlememiz Steve’in kendi içinde ve o durumda ne kadar sıkışmış olduğunu bize hissettiriyor. Toplumda kabul gören ideal anne-oğul ilişkisine tam olarak oturmasa da bu anne-oğulun ilişkisi gerçek ve çok etkileyici. Dolan yine de tarzından vazgeçmemiş, filmde yer yer klip izler gibi hissettiren anlar da var.

whitebird

White Bird in a Blizzard / Gregg Araki

Gregg Araki’nin üç yıl aradan sonra çektiği filmi White Bird in a Blizzard, annesi gizemli bir şekilde ortadan kaybolan 17 yaşındaki Kat’in bu olayla başa çıkma çabasını ve büyüme öyküsünü anlatıyor. Uzaktan bakıldığında kusursuz ve ideal Amerikan ailesi gibi görünen ailelerinin aslında hiç de öyle olmadığını yavaş yavaş anlıyoruz.

Anneye ne olduğunu anlamaya çalışırken polisiye bir film izler gibi olsak da Araki, bize rutinin, ailenin, günlük hayatın karanlık yönlerini gösteriyor aslında. Yaşına göre olgun ve sakin Kat ile şımarık ve nevrotik annesi arasında bir zıtlık kurulmuş. Filmin 80’lerde geçmesi de kadın-erkek rollerini, ideal aile yaşantısını daha da gözümüze sokuyor ve sorgulamamızı sağlıyor.

Jimmy’s Hall / Ken Loach

Ken Loach’un Cannes Film Festivali’nde yarışan son filmi, 1930’lar İrlanda’sında yaşamış Jimmy Gralton’ın gerçek hayatından esinlenen bir adaletsizlik hikayesi. Kasabaya müzik, dans, edebiyat ve boks derslerinin verildiği, toplantıların ve partilerin düzenlendiği bir salon açtığı için sınırdışı edilen Jimmy’nin on yıl sonra salonu tekrar açma hikayesini izliyoruz. Gençler salona destek verirken, Katolik Kilisesi ve kasabanın ileri gelenleri salona savaş açıyorlar.

Yönetmenin kariyerinin son filmi olduğu iddia edilen Jimmy’s Hall’da, Jimmy karakterini canlandıran Barry Ward’un oyunculuğu dışında heyecan veren hiçbir şey yok. Her filminde bir haksızlık ve adaletsizlik teması işleyen Ken Loach, bu filmde klişe bir iyi-kötü hikayesi anlatmaktan öteye gidememiş. Hangi tarafın kötü, hangi tarafın iyi olduğunu anlamamamızdan çok korkmuş olacak ki, gelişmeyen ve değişme ihtimali olmayan karakterler yaratmış.

Whiplash-7121.cr2

Whiplash / Damien Chazelle

Bu yıl Sundance’te Büyük Jüri Ödülü kazanan film, Amerika’nın en iyi konservatuarlarından birinde davul eğitimi alan 19 yaşındaki Andrew’un ve disipliniyle tanınan ünlü caz hocası Terrence Fletcher’la ilişkisini anlatıyor.

Klasik bir sert ve disiplinli öğretmen hikayesi gibi başlasa da Whiplash, en az öğretmeni kadar hırslı, yetenekli ve başarısız bulduğu babası gibi olmaktan ölesiye korkan Andrew karakteriyle öne çıkıyor. Chazelle ise, bir başarı öyküsünden çok, iki karakter yarattığı psikolojik gerilimin üstüne gitmeyi tercih ediyor. Müzik ve enstrümanların da karakterler kadar ön planda olduğunu da unutmamak gerek.

Palo Alto / Gia Coppola

James Franco’nun yazdığı Palo Alto Stories kitabından uyarlanan film, daha önce fotoğrafçılıkla uğraşan Gia Coppola’nın ilk yönetmenlik denemesi. Banliyöde yaşayan lise öğrencisi April’in liseden arkadaşı Teddy ve James Franco’nun canlandırdığı futbol koçunun arasında kalmasını izliyoruz.

Coppola, bu hikayenin çokça ötesine geçip sıkıcı banliyö hayatını, ergenlik sıkıntılarını, yabancılaşmayı, fiziksel değişimleri güzelce betimleyerek sakin ve net bir coming of age hikayesi anlatıyor. Bir ilk film olmasına rağmen Palo Alto, senaryosu, oyunculukları ve müzikleriyle aynı türe ait Sofia Coppola’nın The Virgin Suicides filminin yanına koyulabilir nitelikte.

THE DISAPPEARANCE OF ELEANOR RIGBY

The Disappearance of Eleanor Rigby / Ned Benson

Film, yönetmenin 2013 yılında çektiği, bir ilişkinin bitişine kadın ve erkek gözünden bakan Him ve Her filmlerinin tek bir film haline getirilmiş ve Them adını almış hali. Mutlu bir evlilikleri olan Connor ve Eleanor’un beklenmedik bir kayıp yaşamasıyla evliliklerinde problemler başlıyor ve Eleanor bu durumla başa çıkabilmek için ortadan kayboluyor.

Filmin sıradışı kurgusu, ayrılığa iki kişinin gözünden de bakabilmemizi sağlarken senaryo da ilk andan itibaren olaydan çok karakterlerin ruh hallerine odaklanarak merakımızı arttırıyor. Filme adını veren ünlü The Beatles şarkısında da olduğu gibi, aslında iki karakterin de ne kadar yalnız olduklarını ve bunun kaçınılmaz olduğunu görüyoruz. The Disapperance of Eleanor Rigby sakin ama vurucu bir aşk hikayesi.

Yazı: Zeynep Naz İnansal