“Benim için biraz çirkin”: The Curse - 6. bölüm

Yazı: Utkan Çınar

Emma Stone, Nathan Fielder ve Benny Safdie ortaklığı The Curse, yarattığı heyecan dalgasını boşa çıkarmıyor. Dizinin “It’s A Good Day” isimli 5. bölümüne burada göz atmıştık. Haftalık The Curse incelememiz, 6. bölüm “The Fire Burns On” ile devam ediyor.

*Bu yazı, henüz ilk altı The Curse bölümünü izlememiş olanlar için bazı sürprizleri bozabilir.

Bölüm 6: “The Fire Burns On”

Bu bölüm için kulağı tersten göstereyim istedim. Çünkü yine 4. bölümdeki biraz sallandık. Çok popüler bir yorum olmayacağını düşünsem de yakın zamanda izlediğim Anatomy of a Fall’a bir gönderme ile başlayalım. İzlemeyenler için çok da sürpriz bozmayacaktır diye umuyorum. Açıkçası bu yıl Altın Palmiye başta olmak üzere olmak birçok ödül kazanan film kötü bir yapım değil kanımca. Hatta bir evliliğin anatomisi olarak da oldukça gerçekçi şeyler de söylediği kanısındayım. Ama bir konu var ki filmin yere sağlam basmasına biraz engel oluyor. Bunun için kısaca ve bir Hollywood yapımcı klişesiyle “Lose the kid” (“Çocuğu ele”) demek istiyorum. Filmde, ki dava için önemli de bir karakter olan, çocuğun olmasının suyu bulandırdığını düşünüyorum. Evet belki dava onsuz çok daha kolay çözülecekti ama o başka bir yolla hâlledilebilirdi. Ayrıca nedense aklıma Sixth Sense filmi geldiği için de sırıtmadan edemedim arada. Yani orada çocuk “orada olmayan ölü insanları yaşar hâlde” ama net görüyordu. Burada ise çocuk “orada olan ve gerçekten ölü olan insanları” net göremiyordu. 

Neyse lafı uzattım. The Curse’ün bu bölümünde diziyi de adını veren “lanet” hikâyesine geri döndük. Her ne kadar büyük ihtimalle sonundaki çözülümde önemli bir yeri olacak olsa da artık 6. bölümdeyiz ve bu hikâyenin ne dizinin mizahi tonuna ne de gayet güzel işaret ettiği insani ve toplumsal dertlere bir faydası olmadığını düşünüyorum. Bu bölümün sallanma nedeni de Ash’in lavabo kenarında tavuk parçaları bulması ve Nala’nın psişik yeteneklerini test etmesi gibi aslında kendi başında hafif sürreel tatlar verse de (özellikle dizinin saklı yıldızlarından Barkhan Abdi’nin sahneleri kendi başına bir kısa film olarak gayet başarılıydı) genel olarak ritme katkı sağlamayan ve aynı Anatomy of a Fall’un çocuğu gibi “olmasa da olur” hissi yaratan sekanslar olması. Bir de ne bileyim bu kadar gerçekçi yaklaşıma sahip bir yapımın bu kadar sürreele selam çakması ve yaslanması konsantrasyonu zorlayabiliyor. Bunun karşılığında bu işlerin çözümünün görkemli olmasını umuyorum.

Şimdi de güzel yanlara gelelim. Bu bölüm benim aklımda Dougie’nin Ash’i sabote çabaları ile eğlendiğim bölüm olarak kalacak. Fliplanthropy’nin* de ilk cutlarının sıkıcılığı ve depresifliği o kadar güzel verilmiş ki. Kahramanlarımızın da bizim gibi bunu hissetmesi güzeldi. Başlarda Dougie’nin bu sıkıcılığın teyidi için Whitney’e bir bakışı vardı. Çok sade, güzel bir andı. Ayrıca zaten ilişkileri sonlarına yaklaşmış bir Jenga oyununa benzemekteyken hâlâ Ash’le uğraşması da eski tip, tercihan Ben Stiller’lı, Amerikan romantik komedilerini andırıyordu. Whit’in verdiği Green Queen fikriyle (son bölümün adı da bu, bu açıya dikkat etmeli) coşmaları, sıkıcılığı bozmak için önerdiği ve tamamen Ash’i gömme amaçlı fikirler çok eğlenceliydi. Bir de ben miyim bilmiyorum ama Dougie’nin Cara Durand ile muhabbetleri konusunda duraksamadan yaptığı “benim için biraz çirkin” şeklindeki hafif tabirle son derece yersiz yorumuna kahvemi püskürttüğümü belirtmeliyim.

Nathan Fielder’a da ayrıca tekrar değinmek istiyorum. Televizyon programının kamera önünde olsun, “lanet” işiyle mücadelesi olsun; eşiyle ilişkisi olsun her yerde çok verimli, çok taze bir oyunculuk sergiliyor. Hakikaten komedi tarihinde bu yaptığına benzer bir iş görmediğimi söylemeliyim. Oyunculuğu dizi başlamadan önceki beklentimden çok daha iyi. Hatta bundan sonra rahatlıkla dramatik işlerde de yer alabileceğini düşünüyorum. Bölümler geçtikçe mimiklerini kullanımı, yer yer çok da alttan alta “kendinin farkında” aurası her sahnesinin senaryo veya sinematografiden bağımsız dikkat çekici olmasını sağlıyor. Son iki bölümün yönetmen koltuğunda onun olduğunu da söylemeli. İlk dört bölümdeki Zellner Kardeşler kadar öğelerine uzak durmasa ve daha hareketli olsa da yine belli bir tutarlılık ve akışkanlık var. 

Diziyle ilgili şu ana kadarki yorumlarda şikayet edilen genellikle hızı ve belki bu bölüm gibi duraksayan anlar olmuş dış basında okuduğum kadarıyla. Bunlara hak verebiliriz. Ama bir yandan da daha önce de belirttiğim gibi “olaylar nasıl çözülecek, sonunda ne olacak” gibi bir beklentiyle izlemek yerine anlara kendimizi kaptırmak, ayrıntılara odaklanmak; güzel ve yaratıcı kadrajları; ilginç figürasyonları ve usta işi müzikleri tatmak bu yapımı çok daha önemli ve keyifli bir tecrübe hâline getiriyor. En düşük ânında bile tabanı gayet yüksek. 7. bölümü merakla beklerken “lose the lanet” demek istiyorum.


*Programın pilot bölümü de Fielder tarafından yayımlandı. Buradan izleyebilir ve altına fokus grup yorumlarınız yazabilirsiniz.