Yine genç olmak gibi: Sen anlat Stephin Merritt, dinliyoruz

Röportaj: Utkan Çınar - Fotoğraf: Cem Gültepe

30 yılı aşkın kariyerinde kısa şarkıları ve uzun albümleri; cin fikirli şarkılarıyla kalplerde taht kuran yetenekli müzisyen / besteci Stephin Merritt ve grubu The Magnetic Fields, 21 Kasım akşamı Salon İKSV’de yılın en keyifli gecelerinden birini yaşattı. Ustaca icra ettikleri performans, Merritt’in etkileyici sesi ve mekânı dolduran coşkulu hayranların da sayesinde.Konserden önce Stephen Merritt ile buluştuk ve işin aslı astarını öğrenmeye çalıştık. Sohbet annesinin plak koleksiyonundaki folk rock albümlerinden, Taylor Swift ve Lil Nas X gibi günümüz starlarına uzanıyor.


“Şarkıyı yazarken nasıl tınlaması gerektiğini düşünmem. Aranjmanları, enstrümanları hiç düşünmem. Melodi ile sözler arasındaki bir sohbet olarak algılarım.” 

İlk olarak turnenizin nasıl geçtiğini sormak istiyorum. Son albümünüz Quickies’i pandeminin zirve zamanlarında yayımlamıştınız. Albüm sonrası hemen turneye çıkamamak nasıl bir tecrübeydi?

Turne dün akşamki oda servisine kadar iyi gidiyordu! Üç yıl boyunca konser yapma şansımız olmamıştı. O yüzden bu aralar mümkün olduğu kadar çok turne yapmak istiyoruz. Tabii bizim için “mümkün olduğu kadar” hiçbir zaman tek bir turne için birkaç haftadan fazla olmuyor. Pandemi zamanı aslında çok da yabancı bir durum değildi bizim için. 90’larda da öyleydi. Herhangi bir turneye çıkmadan önce sanırım beş tane albüm yayımlamıştık. Yani yine genç olmak gibiydi!

Müzikal serüveniniz boyunca teknolojik anlamda birçok değişim yaşandı. Buna bağlı olarak müzik yapma konusuna yaklaşımınız nasıl dönüşümler geçirdi?

Önceleri her şeyi kendi başıma kaydediyorum. Önce bir 4 kanallım, ardından dijital bir 4 kanallım oldu. Birkaç albümü onda kaydettim. Sonra 16 kanal ve bilgisayara döndüğümde de 92 kanalım oldu. İlk başladığım zamanlarda tanıdığım bilgisayarı olan tek kişi bendim. Sadece müzik yapmak için de değil, herhangi bir bilgisayarı olan tek kişi bendim. İlk e-posta adresimi aldığımda başka e-postası olan kimseyi tanımıyordum ve kimseye e-posta atamıyordum! 

Önümüzdeki yıl The Charm of the Highway Strip albümü 30. yaşına girecek. Uzun süredir üreten bir grup olarak bu tarz yıldönümleri hakkında ne hissediyorsunuz? Bugünden bakınca o albümle ilgili fikrinizi de merak ediyorum.

Bir süredir o albümü dinlemedim. Genelde yayımladıktan sonra albümleri kendi hâline bırakırım, geri dönüp dinlemem. Bu sayede o tecrübenin keyfini tekrar yaşayabiliyorum. The Charm of The Highway Strip benim için her zaman arabada dinlenecek bir albüm oldu. En iyi o şekilde, tercihen gece keyif alınabileceğini düşünüyorum. Anladığım kadarıyla da kötü yaşlanmadı. Yayımlandığı zaman da “yeni” tınlamıyordu. Hâliyle şimdi de yeni tınlamıyor ve yeni tınlamaya çalışıyormuş gibi durmuyor. Önümüzdeki yıl ise ABD ve Avrupa’da, 25. yılı dolayısıyla 69 Love Songs albümünü tamamıyla çaldığımız bir turne yapacağız. 

69 Love Songs veya 50 Song Memoir gibi işlerinizde olduğu gibi konsept albüm konusuna özgün bir yaklaşımınız var. Bunların ortaya çıkma sürecini sormak istiyorum. Baştan belli bir konseptle mi yola koyuluyorsunuz yoksa bağdaştırıcı temalar şarkıları yazarken mi ortaya çıkıyor?

Albümüne göre değişiyor. Bazen bir fikir ile yola çıkıyorum, bazen bir şarkıyla. Bazen de albümü yaptıktan sonra konseptine karar veriyorum. 69 Love Songs için düşünürsek; not defterimde bir sürü aşk şarkım vardı. Eğer aşk şarkıları üzerine bir albüm yapmak istersem albümün yarısı hazır diye düşündüm. 30 tane vardı ve 39 tane daha yazmalıydım. 

Şarkılarınızı çoklukla barlarda yazdığınızı okumuştum.

Tamamıyla barlarda. Müzikal yazdığım zamanlar dışında. O zaman piyano başında olmam gerekiyor. Ama genelde bir elimde kokteyl bir elimde kalem, bir barda oluyorum.  

Mizah ve alaycılığın şarkılarınızda her zaman yeri oldu. Bunların sizin için bir başa çıkma mekanizması olduklarını da söyleyebilir miyiz? Hâlâ işe yarıyor mu?

Mizah ve alaycılığa sahip değilseniz zaten, ne olabilir ki elinizde? Dürüstlük mü? Eğer elinizde bunlar yoksa kanımca onlara tekrar sahip olabilmek için haftada birkaç defa psikoloğa gitmelisiniz. Çünkü büyük ihtimalle çok büyük bir travma geçirmişsinizdir.

The Gothic Archies’i de sormak istiyorum. O grupla “Crows” (kargalar) diye bir şarkınız vardı ki en sevdiğimdir; Karga isimli bir barda sıklıkla çalardım. O projenin akıbeti ne durumda?

Çok fazla planım var aslında ama hangileri gerçekleşir bilmiyorum açıkçası. The Gothic Archies benim özel çocuğum. Çünkü orada gerçekten kendi sesimle tınladığım gibi şarkı söyleyebiliyordum. Diğer albümlerde kendimi biraz hızlandırıyorum normal bir insan gibi, başkaları gibi tınlamak için. “Crows” bu arada annemin yazdığım şarkılar arasındaki favorisi. 

Arcade Fire, The Shins, The Divine Comedy gibi gruplar şarkılarınızı yorumladı şu âna kadar. Eğer seçmek zorunda olsaydınız kimin bir albümünüzü yorumlamasını isterdiniz? 

Taylor Swift. Şu anda en çok satan müzisyen o. 

Beğeniyor musunuz şarkılarını?

Bir tanesini beğeniyorum: “Anti-Hero”. Biri bana “Taylor Swift senden araklıyor.” diyene kadar haberim yoktu aslında. Bana komik gelmişti. Ama hakikaten de benim yazabileceğim, içinde yaşayabileceğim bir şarkı gibi. Sürekli anti-kahramanların tarafını tutmak yorucu olmalı. Tamamen benim de söyleyebileceğim bir şey. 

Şarkı yazarlığınızın ilk yıllarında üzerinizde etkisi olan albümler, isimler hangileri?

Annemin albüm koleksiyonu folk ve erken dönem rock albümleriyle doluydu. Erken dönem folk rock isimler: Simon & Garfunkel ve The Mamas & The Papas… Folk ve rock tabii birbirinden ayrı türler aslında ve bunlara isyan etmek zor. Synthesizer da çalıyorum sonuçta; folk veya rock değil bu. Yine de pozisyonum folk rock diyebilirim. Tabii klasik eğitimim de var, caz kompozisyon üzerine de eğitim aldım. Bu açılara da sahibim. Ayrıca The Nonesuch Guide to Electronic Music ile büyüdüm. Yani herkesle aynı synthesizer eğitimini aldım. Bu konuda kendi kendinizi eğitmeniz gerekiyordu o zamanlar. Bilgisayarda olduğu gibi uzun zaman tanıdığım ilk synthesizer’ı olan kişi bendim. 14 yaşındaydım. Etrafımda esinleneceğim insanlar yoktu.  

Peki bir albümde synthesizer kullanıp kullanmama konusunda karar süreciniz nasıl?

Albümüne göre değişiyor. Ben her zaman şarkı ve şarkının kaydını farklı projeler olarak düşünürüm. Şarkıyı yazarken nasıl tınlaması gerektiğini düşünmem. Aranjmanları, enstrümanları hiç düşünmem. Melodi ile sözler arasındaki bir sohbet olarak algılarım. Müzikal yazarken farklı tabii. O zaman şarkıyı söyletecek oyuncular belirlenmiş oluyor ve belli bir kısıtlamayla yazıyorum. Söyleyecek sesi, oynayacak karakteri bildiğiniz zaman şarkı yazmak, hâlihazırda yazılmış bir şarkıya bir ”aktör” aramaktan daha kolay. 

Aslında bu soruyla çok karşılaştığınızı düşündüğüm için sormak istemiyorum ama çoğu kişiye göre daha kısa şarkılar yazıyorsunuz. Mesela fazladan bir kuple çıktığında nerede duracağınızı nasıl planlıyorsunuz?

Aslında o eskidendi. Son yıllarda insanlar yine kısa şarkılar yazıyorlar. Lil Nas X, “Old Town Road”u yazıp bir hit sahibi olduğundan beri insanlar kısa şarkılar yazmaya başladı. Ben her zaman kısa şarkıları sevdim ve birden anaakımın bir parçası oldu bu. Benim için de çok iyi bir şey! Ben enteresan ve garip olmak için böyle yazmıyordum. Başlayıp bitiyorlar ve yapmaları gereken işi yapıyorlar. Tekrarlara girip; sürüp, sürüp, sürüp gitmiyorlar. Bir de şarkıyı daha kısa olması için hızlandırıyorum. Artık bunu kaydettikten sonra da yapabiliyorsunuz. Belki sadece vokali tekrar kaydetmeniz gerekiyor. Eskiden çok kötü tınlardı bu. Şimdi ise gayet makul. 

Bu aralar neler dinliyorsunuz? Bant Mag. okuyucularına önerebileceğiniz müzikler var mı?

Fransız barok klavsen sanatçısı ve besteci François Couperin’i önerebilirim. Onu bu aralar baya dinliyorum. Bir Mini Cooper’ım var. Epey kalın bir motor sesi var. İçinde bas olan müzikleri dinlemek çok anlamı olmuyor, motorla karışıyorlar. Klavsen dinlerken kafanız karışmıyor. Solo banjo müzik de arabada iyi gidiyor. Perküsyon da. Ayrıca ayda bir olmak üzere DJ’lik de yapıyorum hem bir gece kulübünde hem de internet radyosunda. (thelotradio.com, program “fuzzy radio”) Onlar için de müzikler dinliyorum tabii ki. 

New York’ta yaşıyorsunuz. How to with John Wilson isimli programı izlediniz mi? Seveceğinizi tahmin ediyorum.

Bir televizyonum yok. 90’ların başından beri herhalde. Biri bana bir televizyon programı önerdiğinde onlara Absolutely Fabulous’tan daha iyi olup olmadığını soruyorum. Biraz düşündükten sonra bana “hayır” diyorlar. Absolutely Fabulous’tan daha iyi bir şey bekliyorum hâlâ. Ben şu pencereden resimler çekmek istiyorum şimdi… Şuradaki büyük bayraktan her yerde var mı?

Evet şehrin farklı noktalarında var. Herhalde bize Türkiye’de yaşadığımızı hatırlatmak için.

Tabii, unutmanız hâlinde hatırlamanızı sağlıyor, değil mi!