Var olan yaşamlar, var olan sokaklar: The Stroll

Yazı: Sezen Sayınalp

“Nereden bakarsanız bakın, Siyahların özgürlüğünü ellerinden alan ve yaşamlarının her anında bu hırsızlığın keyfini süren beyazların üzerinde durdukları hiçbir ahlaki temel yoktu. Hâkimler, jüriler, çifteler, yasa, tek kelimeyle güç; onların elindeydi. Ama bu saygı duyulacak değil korkulacak, ne pahasına olursa olsun uzağında durulacak, suçla yüklü bir güçtü.”

James Baldwin – Bundan Sonrası Ateş*

Sokağın dili; o sokağın sesini, ruhunu, tarihini belirleyenlerle oluşur. Sokakların ne dediği, nasıl yaşadığı, neler konuştuğu ancak öznelerin sesleriyle ve kimlikleriyle duyulup görülebilir. The Stroll böyle başlıyor. Filmin yönetmenlerinden Kristen Lovell’ın başka bir belgeselden röportajıyla açılan filmde Lovell; Manhattan’daki Meatpacking District’te The Stroll adıyla anılan bölgeye ilk gelişini, seks işçiliğine nasıl başladığını, hayatta kalmanın ne demek olduğunu anlatıyor. O belgeseldeki röportajdan çıkıp, görüntüleri ekranda izleyen Lovell’a dönüyoruz. Günümüze ve günümüzdeki belgesele geliyoruz. Lovell özne olmaktan bahsediyor. O zamanlarda orada olan Siyah, trans, seks işçisi arkadaşlarının, seçilmiş ailelerin, birbirlerini yıllar boyu koruyan ve kollayan dostlukların merkezde olduğu öznelerden bahsediyor. Bir yönetmen olarak o yıllarda iletişim kurduğu trans seks işçileriyle konuşmak; onların sözlerini, yaşamlarını, dünden bugüne değişen şehri nasıl yorumladıklarını ve nelerin değiştiğini görünür kılmak istiyor Lovell. The Stroll’un hikâyesi de böylelikle biçimleniyor.

Yılın HBO yapımlarından The Stroll; Kristen Lovell ile Zackary Drucker’ın beraber yönettikleri, yapımcıları arasında Matt Wolf’un yer aldığı bir belgesel. Lovell da Drucker da dönemin özneleriyle yaptıkları röportajlarla hem 1970’lerden günümüze New York’un sosyal ve siyasal iklimini inceliyorlar hem de şehirde neredeyse korkulacak hayaletler gibi konumlandırılan seks işçilerinin mücadeleyle bezeli hayatlarına odaklanıyorlar. Kendini şehrin sahibi gibi gören “makbul ve steril” sakinlerinin rahatsızlık duyduğu bir topluluk çünkü The Stroll’daki. Belgeselin en önemli yönlerinden biri de ele alınan gerçekliğin sadece bir coğrafyayla sınırlı kalmaması ve dünya üzerinde kapsayıcılık, insan hakları, fobi karşıtı eylemler, aktivizm gibi başlıklarda karşılık bulabilmesi. Çünkü avantajlı addedilen, normlarla şekillenen allocishet (alloseksüel, natrans, heteroseksüel) dünyada ve beyazların baskıcılığının hissedildiği düzenlemelerde bu tanımlara uymayan herkesin dışlandığı, suçlandığı ve çeşitli fobik eylemlere maruz kaldığı bir düzen mevcut. Normların ve hiç bitmeyen toplumsal “hassasiyetlerin” düzeni bu. Şiddeti tahakküm kurduğu özneler üzerinde normalleştiren, ataerkiyi güçlendiren (hatta sorgulanamaz kılan), ayrımcı ve fobik dille birlikte gelişen nefret söylemlerinin ve eylemlerinin çoğalmasını amaçlayan ve baskı mekanizmalarını da bu eylemler ve söylemler sayesinde yeniden yapılandıran bir düzen bu. Tanımakta hiç de zorluk çekmiyoruz, değil mi? Baskı altında, yaşamın ve varoluşun değerini ve öznelerin seslerinin neler ifade ettiğini her an hatırlamak ve haykırmak gerekiyor hayatı savunmak, yeşertmek için. Önyargısız, sansürsüz, filtresiz gerçekliğin ve yaşamın biricikliğinin, özgürlüğün vazgeçilmezliğinin üzerinde durmak gerekiyor. İşte bu yüzden bu konuları merkezine taşıyan ve sesini çıkaran belgeseller, özneleri ve dönemleri de gölgelerden ve maziden çıkarıp bizlerle buluşturabiliyor. The Stroll’un yaptığı da bu. 

Özneler, katmanlar ve biçimsel tercihler

İlk olarak belgeselin biçimsel tercihlerinden bahsetmek istiyorum. Böylelikle ele aldığı konuyla görsel anlamda nasıl bir bağ kurduğunu anlamamız da kolaylaşacaktır. The Stroll öncelikle bölgeyi tanıtarak hikâyesini anlatmaya başlıyor. Başta da bahsettiğim gibi belgesel ve arşiv görüntülerinden kaynakları, fotoğrafları, dönemin Manhattan’ına ve Meatpacking District’e ait görüntüleri, gazete küpürlerini ve haberleri, bölgeyi ve seks işçiliğinin o dönemki yapısını anlatmak ve Siyah, trans öznelerinin yaşamlarına ışık tutmak için bir araya getiriyor. Belgesel türleri içinde röportajın ve arşivin yetkin bir biçimde kullanıldığına tanık oluyoruz. Bununla beraber hem kategorik hem de retorik biçimden yararlanıyor The Stroll. Dönemi tanıtmak ve analiz etmekle kalmıyor, tartışmaları da konuşulması ve üzerine düşünülmesi gerekenleri de seyircisine sorgulatıyor. Başlangıcını arşivle yapan film, ilerledikçe bölümlere ayrılıyor. Kız kardeşliğin önemine vurgu yapan bölümde ve sonrasında, seks işçilerinin varoluşları üzerinden nasıl zorluklara ve tehditlere maruz kaldıklarını dinliyoruz öznelerin anlatımıyla. Birbirlerini koruyan trans seks işçilerinin, yaşamlarını birbirleriyle var ettiklerine bizler de tanık oluyoruz. Ayrıca dönemin ırkçılığına, beyaz üstünlükçü yapısına da dikkat çekiyor bu kısımlar. Bir taraftan polis şiddetiyle hayatları tehdit edilen trans seks işçileri bir taraftan da ırkçılık sebebiyle beyazların baskı kurduğu şehirden dışlanıyorlar. Bu noktada filmin animasyonlarla biçimlenen ve 1970’lerin The Stroll’unu yeniden hayata geçiren yapısı da oldukça işlevsel kullanılıyor. Çünkü bu biçimsel tercihle birlikte bölgeyi o bölgede yaşayanların deneyimleri, bakış açıları ve hissettikleriyle yeniden görebilmemize ve bu hislerle empati yapabilmemize olanak tanıyan; bölgenin ruhunu ve dönemin şartlarını gözler önüne seren bir yapıyı da oluşturmuş oluyor belgesel. Arşiv görüntüleri, günümüz röportajları ve animasyonlarla şekillenen sahneler iç içe geçiyor. Bu sahnelerle birlikte zamanda da yolculuk edebiliyoruz. 

Belgeselin kendi içinde organik olarak bölümlere ayrılan yapısı tümüyle doğrusal olarak ilerlemiyor. Bu da anaakım anlatının dışına çıkmamıza olanak sağlayıp, doğrusal anlatının kurallarından dışarı çıkarak kuir bir yapının oluşmasına da imkân yaratıyor. Bölümler arasındaki geçişlerde zamansal olarak da geçmişe bakan ve geçmişteki sesleri bulup çıkaran yönetmenlere eşlik ediyoruz. Tek bir çerçeveyle sınırlı kalmayan kadrajlar hazırlıyor Drucker ve Lovell. Arşiv görüntülerin izlendiği odadaki ekranlar, o ekranların karşısında oturan Lovell ve onun anlatıcı olarak sesini duyduğumuz sahneler geliyor. Dünden bugüne bakarken bir taraftan da bugünden geçmişe dönüp, zamanın getirdikleri ve yok ettikleri üzerine bir sorgulama imkânı bulabiliyoruz. Zaman geçişiyle toplumsal farkındalık ve kapsayıcılık güçlenirken, sokağın sesi de değişen şehirlerle sessizleşebiliyor çünkü. Bu da belgeselin retorik biçimini güçlendiriyor. The Stroll’un şehir içindeki yerine ve yapısına, kız kardeşliğe baktıktan sonra dönemin aktivist ruhuna odaklanıp, oradan da ondalık dilimlerle yıllar içinde değişen ve bölgeyi etkileyen (bölgeyle beraber dünyadaki değişen söylemleri ve ataerkinin yarattığı baskıyı da inceleyebiliyoruz) siyasal dönüşümleri de gördüğümüz bölümler başlıyor. 1960’ların sonundan başlayıp 1980’lere, 1990’lara, 2000’lere, 2010’lara ve günümüze ışık tutan bu zaman yolculuğu; tüm bu zamanlara ışık tutmuş ve hâlâ da varoluşu aydınlatan isimleri de beraberinde getiriyor.

Filmin biçimsel kısmının konuya etkisinden bahsettikten sonra şimdi de özneleri konuşmak istiyorum. Bu özneler hayatlarıyla, dünya görüşleriyle, eylemleriyle ve arkalarında bıraktıklarıyla hem LGBTİ+ mücadelesine hem de azınlık mücadelesine etkisi olan isimler. Marsha P. Johnson, Sylvia Rivera, Amanda Milan gibi isimler hem unutulmayacak hatıralarıyla hem de bu mücadele içindeki varoluşlarıyla The Stroll’un Meatpacking District’ten taşan ruhunu tanımlayabilmek için ölümsüz mücadeleciler olarak belgeselde de var oluyorlar. Polisin LGBTİ+lara saldırıları sonrası 28 Haziran 1969’da başlayan Stonewall direnişinin öznelerinden Marsha P. Johnson ve Sylvia Rivera’nın LGBTİ+ haklarıyla ilgili mücadeleleri ve aktivizme kattıkları sebebiyle hem tüm dünyada fobiye karşı birlik olan insanların zihninde ve yüreğinde hem de belgeselde hayatlarına tanık olduğumuz isimlerin kendi hayatta kalma yolculuklarında büyük bir önem arz ettiklerine de şahit olabiliyoruz. Belgeselde de bahsi geçtiği gibi hayatı savunmak ve özgürlüğe sahip çıkmak sadece tek bir taraftan bakan ve mücadelenin bir yönüne odaklanan bir süreç değil. “Hepimiz özgür olana kadar hiçbirimiz özgür değiliz!” cümlesinde vurgu yapılan nokta gibi sadece kendi özgürlüklerimizi merkeze aldığımız kolektif bir yaşam imkânı mümkün olmayabilir. Tam da bu yüzden The Stroll’da çok yönlü ve çok katmanlı bir varoluş alanından bahsediliyor. Transların özgürlüğünün Siyahların özgürlüğüyle kesişmesiyle, kesişimsel feminizmle, çok seslilik ve birbirlerinin haklarını gözeten kapsayıcılıkla birlikte yaşamı savunmak büyük önem taşıyor. Azınlıkların, dışlanmışların, kabul görmeyenlerin, toplumdan kaçınanların, ırkçılığa uğramış insanların, fobiye ve şiddete maruz kalmış lubunyaların, şiddete maruz kalan kadınların; kısacası ataerkiyi sahiplenmiş natrans heteroseksüel erkek dünyanın dışında kalanları tüm sokaklardan dışlamaya çalışan kötücül bir güçten bahsediyoruz. Bu kötücüllüğün karşısında her birimizin özgürlüğü ve hepimizin hakları için yan yana ve omuz omuza durabilmeyiz.

The Stroll’un dikkat çektiği bir nokta da şehrin ve sokağın tarihi ve sesi üzerine. Yıllar geçtikçe bölgenin “steril” olmasını isteyen ama kendilerinden başkalarının haklarını umursamayan sakinlerinin New York City belediyesinden düzenleme beklemesi. Dönemin belediye başkanı da bu konuda oldukça ayrımcı ve dışlayıcı bir yerde kendini konumlandırıyor zaten. The Stroll şehir sakinleri ve de turistler için yeterince “cici” bir hâle getirildikten sonra hayatları 14. Cadde’de, Meatpacking District’te, Christopher Street’te geçmiş birçok ismin de hafızası yara alıyor. Özneleri hayaletleştirmek ve şehrin hafızasını silmek üzerine yapılan bir değişim çünkü bu. Hafızasızlaştımak, görünmezleştirmek ve sessizleştirmek… Belgesel arşivin, tarihin ve tanıkların önemini bu yönlerden de belirginleştirebiliyor. 

Erkin sınırlarını çizdiği adalete ve normların ortaya koyduğu düzene eskiden beri aşinayız. Zackary Drucker ve Kristen Lovell’ın bu incelikli belgeseli de buna The Stroll’un penceresinden bakarak, yerelden evrensele bir anlatı sunuyor.

*Baldwin, J. (2006). Bundan Sonrası Ateş (K. Güney, çev.). İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık