80’lerden bugüne video nasty: Neydi, ne oldu, ne olacak?

Korku filmlerinin altın çağı denince, tür sinemasına az çok hâkim olan hemen herkesin aklına tek bir dönem gelir: 80’ler. Türün içine işlemiş konseptleri, sonraki yıllarda yapılan parodileri ve bugünün sinemasının verdiği ilhamlarla, dönemin filmlerinin korku külliyatı üzerindeki etkileri hâlâ devam ediyor. Bunun en son örneği de İngiliz yönetmen Prano Bailey-Bond‘un Censor (2021) filmi şüphesiz. 40. İstanbul Uluslararası Film Festivali seçkisinde yer alan Censor, 8 Ekim’de vizyona da girdi ve daha geniş bir kitle tarafından izlendi.

Censor, İngiliz Film Sınıflandırma Kurulu’nda (British Board of Film Classification, kısa adıyla BBFC) filmlerin belli sahnelerini kesip sansürlemekle yükümlü genç memur Enid’in (Niamh Algar) hikâyesini konu ediniyor. Enid, bu dönemin furyası olan aşırı şiddet ve vahşet içerikli filmleri izleyip belli sahnelerini sansürleyerek toplumu bu filmlerin zararlı etkilerinden korumakta. Normalde işine oldukça profesyonel yaklaşan Enid, küçük kız kardeşinin kayboluşunu hatırlatan bir filmle karşılaşması sonrası tetikleniyor ve sanrılarıyla karışan gerçek hayatı kendi içinde bir korku filmi hâline geliyor.

Censor‘ı ilgiye değer kılan birçok etmen var kuşkusuz. Filmin doyurucu görselliği, çabasızmış illüzyonu yaratan oyunculuk performansları ve kadın odaklı bir anlatı olması bunlardan bazıları. İlginç bir diğer yönü de aslında bir film içinde film anlatısı olması itibariyle, korku türünün algılanışıyla ilgili yorumları da içinde barındırıyor olması. Bu noktada Enid’in çalışmakta olduğu BBFC’nin gerçek bir kurum olması, Enid ve mesai arkadaşlarının bu dönemde yürürlüğe giren 1984 Video Kayıtları Kanunu doğrultusunda kimi filmleri sansürlemesi veya gösterimine izin vermemesi, 80’ler ve dönem bağlamında korku sineması üzerine bir tür içgörü sağlıyor.

Ufak bir araştırmayla “80’lerin korku filmleri furyasının” ve “toplum üzerindeki olası olumsuz etkilerinin” dönem manşetlerini sıklıkla süslediğini teyit edebiliyoruz. Censor’da ise dönem gerçekliğinin yansımaları olarak, sansürcülerin medyada topa tutulması ve ellerinde flaşlı kameralarıyla BBFC’ye akın eden basın mensupları karşımıza çıkıyor. Video kaset (VHS) teknolojisinin yaygınlaşmasıyla insanların hiçbir müdahale olmadan kendi ekranlarında bu tarz filmlere erişim sağlayabilmeleri, sansür tartışmalarının ateşini harlayan en büyük etmenlerden. “İnsanları bu tip vahşetlere duyarsız kılıp suça teşvik ettiği” iddiaları ise özellikle tutucu politik partiler tarafından çokça tartışma konusu hâline getirilmiş. Bu filmler üzerinden politika yaratan isimlerden, sosyal liberalizm karşıtı aktivist Mary Whitehouse; olumsuz bir çağrışım yapan video nasty tabiriyle bu alt türe isim kazandırıyor.

Video nasty 101

İlk olarak Whitehouse tarafından (tiksintiyle) kullanılan “video nasty” tabiri sonraları basın mecraları tarafından benimsenince, özellikle Britanya’da, bu tür ekstrem vahşet içeren tüm filmleri tanımlamak için kullanılan bir şemsiye terim hâline gelmiş. Dönemsel bağlamda resmî olarak video nasty unvanına sahip olan, bu dönemde yoğun sansüre uğramış veya tümüyle yasaklanmış toplam 72 adet film var. Zaman içerisinde bazılarının yeniden gözden geçirildiğini ve farklı versiyonlarıyla tekrar yayımladığını da not düşmek gerek.

Bu 72 filmden bazılarının çoktan unutulmasına, hem teknik işçilikleri hem de içerikleri nedeniyle izlemesi oldukça zor ve bayağı yapımlar olarak nitelendirilmesine rağmen günümüzde türün mihenk taşları olarak kabul edilen, janr tanımlayıcı ve kült statüsüne ulaşmış video nastyler mevcut. Listeye şöyle bir baktığımızda; korku türünün öne çıkan yönetmenlerinden Dario Argento’nun Tenebre (1981) ve Inferno’su (1980), 2000’li yıllarda çeşitli remakeleri ve seri filmleri yapılmış I Spit On Your Grave (1978) ve The Evil Dead (1981), başta Cannibal Holocaust (1981) olmak üzere başlığında “cannibal”, “don’t” ve “nightmare” geçen birçok film, geçtiğimiz günlerde 4K formatında restore edilerek tekrar gösterime gireceği duyurulan Andrzej Żuławski klasiği Possession (1981), karşımıza çıkan meşhur yapımlardan bazıları. 

Bu dönemde bu listeye adını yazdırmasa da aynı derecede vahşi ve rahatsız edici birçok başka video nasty’nin yapılmış olduğunu biliyoruz. Filmlerin listeye girebilmesinin ilk koşulu şüphesiz nasty kabul edilen temalara sahip içerikleri olacaktır. Bu son derece tetikleyici temalardan öne çıkanlar; vahşet, bolca kan, hayvan zulmü, cinselleştirilmiş şiddet ve tecavüz, intikam, bilinmeyen/ötekine duyulan korku ve virüsler olarak sıralanabilir. Bir diğer önemli koşul ise bu filmlerin şu veya bu şekilde belli kitlelere sahip olması. Bu noktada tüm liste gözden geçirildiğinde filmlerin çoğunun ABD ve İtalya yapımı olması dikkat çekici bir detay. Filmlerin İngiltere’de yasaklanmış olması, bu filmlerin uluslararası pazarda kendilerine yer bulamadıkları anlamına gelmiyor; dolayısıyla yerel kitlelerince ilgi ve talep gördüğünü varsayabiliriz.

İtalya ve ABD’de korku türünün zirvesi

Video nasty listesindeki neredeyse tüm filmlerin İtalya veya ABD yapımı olduğunu göz önüne aldığımızda, bu ülkelerde dönemin dominant türünün korku olduğunu söyleyebiliriz. Sinema akımlarının bir arz talep dengesiyle oluştuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çoğu zaman sınırları zorlayan, janr değiştirici bir filmin beğenilmesi ve kendine bir kitle yaratmasıyla belli türdeki işlere karşı bir talep ortaya çıkar ve film yapımcıları da tadı kaçana ve sonrasında da parodiye dönüşene kadar mekanik bir şekilde, aynı tip üretimlere devam ederler.

80’ler Amerikan slasher filmleri buna örnek olabilir. Slasher filmlerini; yukarıda nasty olma koşulu olarak verdiğimiz rahatsız edici temalara sahip, örneklerine 72 filmlik listemizde bolca rastladığımız, 90’larda çeşitli parodileri yapılmış filmler olarak tanımlayabiliriz. İlk tohumları Psycho’yla (Alfred Hitchcock, 1960) atılan bu filmler, altın çağını 70’ler sonu ve 80’lerde yaşamıştı. Altın çağın bu yıllara tekabül etmesinin çeşitli nedenleri olduğunu söylemek mümkün. Hâlihazırda yapılan filmlerin popülerliği, İtalyan korku sinemasının attığı temeller ve 80’ler ABD’sinin içinde bulunduğu toplumsal iklim; kitlelerin korku türüne iştahını kabartan etmenler olarak değerlendirilebilir.

70’lerin sonu ve 80’ler ABD’si deyince ilk olarak neon kıyafetler ve partiler tahayyül ediyor olabiliriz ancak bu dönem aynı zamanda toplumsal eşitlik hareketlerinin getirdiği hoşgörü ortamının Vietnam Savaşı sonrası dağılmış olduğu, Soğuk Savaş’ın en hırçın dönemlerine şahit olmuş, sağcı görüşün tekrar yoğun bir şekilde taraftar kazandığı yıllar olarak tarih sayfalarında yer alıyor. Bunlara ilaveten birçok korku hikâyesine konu olan (ve olmaya da devam eden) Richard Ramirez, Jeffrey Dahmer gibi ünlü seri katillerin aktif olduğu, yüzlerce insanın bir amaç bulmak uğruna Peoples Temple ve Manson Family gibi kötü niyetli kültlerin aktivitelerine katıldığı bir dönem olarak da bilinmekte. Ayrıca o zamanlar daha ne olduğu bile bilinmeyen AIDS krizinin de baş gösterdiği ve etkilerinin dalgalar hâlinde hissedilmeye başlandığını ekleyelim. 80’ler ABD’sinin geniş resmine bakıldığında, artan kült ve satanizm aktiviteleri, bilinmeyen bir virüs ve savaşların yarattığı korku ve gerginlik havasının dönemin toplumunun; dolayısıyla izleyicilerinin ve yapımcılarının üzerine buram buram sindiğini varsaymak yanlış olmayacaktır.

Slasher filmlerinin doruğa ulaşmasında İtalyan korku sinemasının etkisinden de bahsetmiştik. Bu dönem sineması, özellikle 60’ların sonu, 70’ler ve sonrasında; bazıları video nasty listesinde de yer alan giallo (sarı) filmler olarak biliniyor. Giallo filmler ilhamlarını o dönemde yazılmış ucuz İtalyan suç romanlarından almış; türün ismi de bu tarz romanların alamet-i farikası olan parlak sarı renkli kapaklarından geliyor. Türün ilk filmi La ragazza che sapeva troppo / The Girl Who Knew Too Much (Mario Bava, 1962) olarak kabul edilse de aslen giallo olarak bilinen sadistik video nastylerin başlangıcını Dario Argento’nun 1970 yapımı başyapıtı L’uccello dalle piume di cristallo / The Bird with the Crystal Plumage işaretliyor. Sonraki işleriyle bu ilk filmlerin üzerine koyan İtalyan yönetmenler, birçok filmleriyle video nasty listesine de isimlerini ilk sıralardan yazdırmayı başarmışlar.

Giallo filmlerin ortaya çıktığı dönemde İtalya’ya baktığımızda da ABD’dekine benzer bir tablo çıkıyor önümüze. İtalya’da 60’lar sonundan 80’ler sonuna kadar olan bu süre zarfı, sosyal ve politik olarak oldukça çalkantılı yıllar olarak karakterize edilen Anni di piombo, yani Kurşun Yıllar olarak biliniyor. Ekonomik olarak refah yılları olmasına rağmen bu dönem beraberinde getirdiği çok sayıda bombalı eylem, suikast ve katliama sahne olarak; aşırı sağcı ve solcu politik terörizm dalgalarının ülkeyi sarstığı sancılı bir dönem olarak hatırlanıyor. İlginçtir ki dönem Anni di piombo ismini de Margarethe von Trotta’nın yönettiği 1981 yapımı Batı Almanya filmi Die bleierne Zeitden almış. Film, kadın hakları için mücadele eden feminist gazeteci ve onun radikal solcu bir örgüt üyesi kız kardeşinin hikâyesini konu alıyordu. Sinemayla tarihin kesişiminin vurucu örneklerinden olan bu durumdan da yola çıkınca, İtalya’nın bu çalkantılı döneminin giallo türünün doğuşu ve popülaritesiyle paralelliği dikkat çekiyor elbette.

Korkudan kaçıp korkuya sığınmak

Bir toplumun sosyal, kültürel ve politik süreçlerinin sanatın her mecrasını etkilemesi ve şekillendirmesinin sanatsal üretim sürecinin en doğal unsurlarından biri olduğunu biliyoruz. Filmler de şüphesiz bu fenomenden bağımsız olarak düşünülemez. Toplumsal olarak çalkantılı dönemlerde korku türüne olan rağbeti; kitleleri sarmalayan korku dalgasının bir tür dışa vurumu, film yapımcıları tarafından gişe beklentisiyle bu korkunun istismar edilmesi ve hatta yer yer hissedilen korkuyla bir çeşit baş ediş olarak bile yorumlamak mümkün olabilir. Hangimiz kendimizi türlü türlü eziyetlerden geçip filmin sonunda düşmanlarını alt eden üstü başı kana bulanmış final girlün yerine koymadık ki? Yine aynı uzantıda, korku türünün psikanalitik film eleştirisiyle bu denli haşır neşir olmasına da şaşmamalı. Bir insanın veya toplumun psikolojisinin derinine inmek için korku ve travmalar ilk bakılan yerler değil mi en nihayetinde? Dolayısıyla filmleri ve sinema akımlarını da anlamak için cevapları yine buralarda aramak doğal bir düşünce süreci gibi gözüküyor. 

Korku türünün bu dönemdeki popülerliği ve hakkında çokça yazılıp çizilmesinin toplumsal, politik ve ideolojik birçok katmanı olduğunu söyleyebiliyoruz. Bunun yanında, Censor yönetmeni Prano Bailey-Bond da bir röportajında başka bir katman olarak, video nasty karşıtı propagandalarda video kasetin yeni bir teknoloji olması ve her tür yeni teknolojinin toplum tarafından öncelikle şüphe ve olumsuzlukla karşılanmasını göstermiş. Ayrıca Britanya’da 80’lerin, sağcı fanatizminin popüler olduğu Thatcher dönemine denk gelmesi ve bu dönemin insanlar üzerinde yarattığı tedirginlik ve stres ortamının günah keçisi olarak video nastylerin sözde olumsuz etkilerinin kullanıldığını da ifade etmişti. 

Toplumsal korkularla korku sinemasının kesişiminden bahsederken günümüz sinemasında gözlemlediğimiz korkuya geri dönüşe de değinmeden geçemeyiz elbette. Özellikle son beş yılda, sosyal medyanın günlük hayatımızın tam merkezine yerleştiği bu zamanda, dünyanın dört bir yanından akın akın gelen doğal afet, savaş, mültecilerin sorunu, iklim krizi gibi gündemler ve bunun da üstüne eklenen pandemiyle beraber belki de hiç olmadığı kadar fazla korkuya sahibiz. Korku türünün de hem anaakım medyadaki hem de eleştirel çevrelerdeki varlığı ve topladığı takipçi sayısı felaket haberleriyle paralel olarak artıyor.

Günümüzün korku türü değişen kültürel yapıyla beraber 80’lerden bazı kilit noktalarda farklılaşsa da gerek sinema gerek televizyonda birçok yapımın ilhamı, yine 80’lerde ve dönemin ürpertici ambiyansında bulduğu doğru. Özellikle popüler kültürde, fazlaca türeyen true crime belgeselleri, tamamıyla slasher filmlerden esinlenilen Richard Ramirez’li American Horror Story: 1984 (2019) ve çekimleri taze biten Monster: The Jeffrey Dahmer Story (2022), yediden yetmişe herkesin pek bir sevdiği Stranger Things, Netflix yapımı Fear Street üçlemesi (2021), adından çokça bahsettiren It (2017) ve It Chapter Two (2019) uyarlamaları, aradığı korku elementini 80’ler nostaljisinde yakalayan Summer of 84 (2018) ve Vicious Fun’a (2020) eşlik eden birçok dönem filmi remake’i…

Genel olarak korku sinemasına baktığımızda ise önceden çoğunlukla beyaz erkek tekelinde olan, dolayısıyla sık sık ırkçı ve kadın düşmanı tonlara sahip türün öncü filmleri yerlerini gittikçe gürleşen azınlık seslerine bırakıyor yavaş yavaş. Jordan Peele’in son yıllardaki Siyah karakterler odağındaki korku filmleri akla gelen ilk yapımlardan. Palme D’or sahibi yönetmen Julia Ducournau’nun ilk uzun filmi Raw (2016), modern slasherlardan Revenge (2017), ses getiren yapımlardan The Babadook (2014) ile Midsommar (2019) ve nicesi… Yakın zamanda korku türünün yeni bir altın çağ yaşayıp yaşamayacağını bilemiyoruz ancak 21. yüzyılın korku altın çağının 80’lerin video nastylerinden bir hayli farklı olacağı ve kendi içinde daha çeşitli tonlara ev sahipliği yapacağı kesin gözüküyor. Video nasty sınıflandırılmaları hâlâ yürürlükte olsa da video kaset sisteminden streaminge geçtiğimiz göz önüne alınırsa, online platformlarda sansür tartışmalarının nasıl şekilleneceğini ve önümüzdeki süreçte nasıl gündeme geleceğini bekleyip göreceğiz.

Yazı: Esra Hiçyılmaz – İllüstrasyon: Mert Tolga Geçer

Bant Mag. Kasım-Aralık 2021 sayısı No:76