Yazarı ve oyuncularıyla “I Know This Much Is True” üzerine

Wally Lamb’in 1998’de yayımlanan aynı isimli romanından mini dizi olarak uyarlanan I Know This Much Is True, 10 Mayıs’ta yayına başladı. Derek Cianfrance tarafından uyarlanan dizi, ikiz kardeşler Dominick ve Thomas Birdsey’in yaşadıkları zorlukları ve aile geçmişlerine dair yaptıkları keşifleri konu ediyor. İkiz kardeşlere Mark Ruffalo’nun hayat verdiği HBO yapımı dizi her salı ABD yayınından 48 saat sonra beIN Connect’te yayımlanıyor.

Dizinin yönetmeni Cianfrance ve başrol oyuncularından Mark Ruffalo ve Rosie O’Donnell’la yaptığımız söyleşileri geçtiğimiz günlerde yayımlamıştık. Sırada kitabın yazarı Wally Lamb’le ve oyuncu kadrosundan Juliette Lewis ve Kathryn Hahn var. Wally Lamb’den kitabın ilham kaynaklarına ve dizi uyarlamasının hayata geçtiği döneme dair ayrıntılar dinliyoruz. Lewis ve Hahn da hem karakterleri hem de I Know This Much Is True’nun alışılmışın dışındaki çekim sürecini anlatıyor.

Röportaj: Martyn Palmer

I KNOW THIS MUCH IS TRUE KİTABININ YAZARI WALLY LAMB CEVAPLIYOR

“Ben zaten yazdığım her şey için biraz mahcubumdur. Taşa kazınmış ve kati oldukları gibi bir tavra asla sahip olmadım.” 

Diziyi ilk ne zaman seyrettiniz ve tepkiniz neydi?

Yayımlanmasından öyle çok uzun zaman önce değildi. Yönetmen Derek Cainfrance düzenlemesine son dakikaya kadar devam ettiği için ancak mart sonu gibi beni yaşadığım Connecticut’tan New York’a davet etti. Bana ilk üç bölümü gösterdi. Sonra, bir sonraki pazartesi günü dördüncü, beşinci ve altıncı bölümü seyretmek için tekrar gittim. Şimdi dönüp bakınca, korkunç bir şeymiş aslında çünkü o zamanlar COVID-19 virüsüne pek odaklanmamıştım ve New York’ta metroya biniyor, sinemaya gidiyor, etrafta dolaşıyordum. Öyle tehlikeli şeyler yaptığımın farkında değildim. Oradayken virüs kapmadığım için şükrediyorum. O zamandan beri Connecticut’ta inzivadayım. Seyrettiğim bölümler aklımı başımdan aldı. Mark’a, Derek’e ve tüm oyuncularla ekibe minnettarım. Mark’la romanı uyarlaması ve yönetmesi için Derek’i seçtiğimizde Derek bana “Kitaba sadık kalacağıma ve kitabı onurlandıracağıma seni temin ederim” demişti. Ona “Bu çok hoş ve minnettarım, ama kendine mal etmeyi de unutma” dedim. O yazdığı sırada senaryoyu hiç okumadım. Okumak istemedim de çünkü tepesine dikilmiş gibi olmak istemiyordum. Bunların birbirinden çok farklı iki araç olduğunu ve ne yapması gerekiyorsa yapmasını söylerken samimiydim.  Eserimi hem onurlandırdığı hem de kendine mal ettiği için sonuçtan büyük heyecan duydum. 

Yani sözüne sadık kaldığını ve kitabınızı onurlandırdığını söyleyebilirsiniz.

Evet. Diziyi seyrederken nelerin değiştirildiğine bakmıyordum. Hatta farkında bile değildim. Birinci ve ikinci bölümü üst üste izledikten sonra bazı değişiklikler gördüm. Bence en önemlisi gerçekçiliği sevmesi. Ben romana, özellikle de İtalyan bölümüne biraz büyülü gerçeklik de katmıştım. Derek onu kullanmayı ya içine sindiremedi ya da zamanı olmadı. Belki de bunu yapmamayı seçti ama yapılan işe bakarken eksikliğini hiç hissetmedim. Yapmasını umduğum şey, aynen böyle bir şeydi. Kitapta, uyarlamayı içine sindiremediği şeyler çıktıysa benim için hiç mahsuru yok çünkü benim yaptığım şey iki kapak arasında yaşıyor. Onun yaptığı şey bambaşka. Hikâye açısından demiyorum. Oyuncularla, filmle hayat kazandırması açısından diyorum. Herkesin projedeki emeğini alkışlıyorum.

Mark ve Derek’e işi kendilerine mal etmeleri için onay vermiş olmanız büyük cömertlik. Herhalde her yazar bu şekilde düşünmüyordur.

Ben zaten yazdığım her şey için biraz mahcubumdur. Taşa kazınmış ve kati oldukları gibi bir tavra asla sahip olmadım. O yüzden, yürüyün! Bazen kitaplarımı okurken diğer insanların basılmış olan kopyalarını okuyor olması beni huzursuz ediyor çünkü aslında onları hâlâ değiştiriyorum. Hâlâ düzeltmeye çalışıyorum. 

Seti ziyaret ettiniz mi?

Evet ve harika zaman geçirdim. Oraya ilk defa daha çekimler başlamadan gittim ve beni o kadar iyi karşıladılar ki heyecan duydum. Daha oyuncular gelmemişti. Mark, Derek, set görevlileri ve sanat yönetmeni oradaydı. Ne kadar iyi yağlanmış bir makine olduğunu gördüm. Zevk aldım. Öğle yemeği yedik, onlara kitabı yazdığım sırada olan bazı olayları anlattım. Beni gezdirip topladıkları aksesuarları gösterdiler. İlk ziyaretim buydu. Sonra, Mark, Dominick’i oynarken tekrar gittim ve gün boyunca Rosie O’Donnell’la çektikleri sahneyi seyrettim. Gabe Fazio da oynuyordu. 

“Mark Ruffalo’nun Thomas karakterini betimleyişi aklımı başımdan aldı.”

Gabe bu işte görünmeyen bir kahraman aslında, değil mi?

Kesinlikle öyle. Onu kamerada çok az görüyorsunuz aslında. Dominick’in kamyonetini topladığı sahnede bir sigortacı geliyor. O sigortacı Gabe Fazio işte. Onu Mark’la çalışırken seyrettiğimde o sahneden çok etkilendim. Thomas ve Dominick birbirlerinden ayırılmışlar ve Dominik geçen zamanın ardından onu ilk kez görüyor. Rosie O’Donnell’ın canlandırdığı Lisa Sheffer odasında bir de gardiyanın katıldığı bir görüşme ayarlamış. Gabe’in performansı inanılmazdı. İş tamamlandığında orada da Mark’ın suratının olacağını biliyordum ama ikisi de muazzam oyuncular. Mark ile Gabe’in aralarındaki karşılıklı anlayış da muhteşemdi. Derek bana Mark’ın başta o sahneleri başka biriyle oynamaktan emin olmadığından bahsetti. Ama sonra kabul etti ve sonucu iyi oldu. Çekimlerdeki ikinci ziyaretim, İtalyan göçmenlerin olduğu bölüme denk geldi. Bu göçmen karakterler kabaca kendi akrabalarıma dayanıyordu aslında. Tekstil fabrikasındaki sahne mesela… Derek, oyuncuları Roma’ya gittiğinde seçmişti. Mükemmel bir seçim olmuş. Kavga sahnesini seyrettim. Ciddi bir koreografi hazırlanmıştı. Küçük çocukların ikizlerin gençliklerini canlandırdıkları çekimler vardı. Onlarla tanışıp frizbi oynadım. Sette beni çok iyi karşıladılar ve onları ziyaret etmek bir zevkti. Son ziyaretimde Mark kilo almıştı ve şelale sahnesinde Thomas’ı oynuyordu. Karakteri betimleyişi aklımı başımdan aldı. Gabe bu sefer Dominick’i oynuyordu. Dominick’in onu eve götürüp Thomas’ın ortadan kaybolmasından hemen önce, şelalenin yanında suya baktıkları sahneydi. Neler yaptıklarını kapsamlı bir şekilde görmüş oldum. Filmleri severim ama nasıl yapıldıkları ve gerektirdikleri, hazırlık süreçleri hakkında pek fazla bilgim yoktu o yüzden  benim için çok eğitici oldu. 

Kitabınız 1998 yılında yayımlandı. Ekran hakları hemen mevcut oldu mu?

Evet, doğru. 1998 yazının başlarında çıktı. Çok gözde bir kitap kulübü olan Oprah Winfrey beni aradı. İlk romanım She Come Undone bir yıl önce, 1997’de zaten seçilmişti. 1998’de I Know This Much is True çıktı ve Oprah beni tekrar arayıp bu kitabı da tanıtacaklarını söyledi.  Belki de Oprah’dan kaynaklanan ilgiden, ama kitap doğruca 20th Century Fox’a satıldı. Amaçları bir sinema filmi haline getirmekti. Sorun kitabın 900 sayfa olması… Bu uzunluktaki bir şey iki saate sığmıyordu. Dikkate değer biçimde kesmezlerse aktaramayacakları kadar büyük bir hikâyeydi. O yüzden birkaç senaryo yazarına ve yönetmene başvurdum. Yaşadığım yere geliyorlardı, onları gezdirip hikâyeyi yazarken faydalandığım şelale gibi bölgedeki şeyleri gösteriyordum. İlgilenen oyuncular da vardı. Biri Will Smith’ti. Fox’un o zamanlar bu işi verdiği yönetmen Gina Prince-Bythewood o rol için Will’i düşünüyordu. Çok umut vardı ve sonra o umutlar suya düştü. Sonunda hikâyeyi iki saate indirgeyemediler. 

Romanın ekrana uyarlanacağına olan inancınızı yitirdiniz mi?

Evet. Kesinlikle öyle oldu. İlk romanım She Come Undone’da da aynısı olmuştu. Filmini çekme fikriyle çok ilgilenilmişti, Reese Witherspoon’la görüşülmüştü, harika bir yönetmen olan Lasse Hallström bir süre ilgi göstermişti. Ama hiç gerçekleşmedi. Kabalığımı bağışlayın ama Hollywood’un saçmalık olduğunu düşünmüştüm. Bununla barıştım. “İşte, yine ölü doğmuş bir proje.” Ama sonra bir gün, I Know This Much is True yayımlandıktan on beş yıl sonra menajerim tekrar aradı ve “O zamanlar sözleşmene eklediğimiz o ufacık şeyi fark etmiş miydin?” dedi. “Film 15 yıl içinde çekilmezse hakları tekrar senin oluyor” Sözleşmeyi hiç okumadığımı itiraf ettim. Hakları bir anda geri almıştık ve artık ortada HBO ve diğerlerinin başlattığı bir kaliteli televizyon dizileri akımı vardı. Başka bazı romanlar başarıyla dizileştirilmişti. Menajerim dizi fikriyle ilgilenen birileri olacak mı diye etrafa soruşturmaya başladı. Bana öylesine “İkizleri oynaması için ilk tercihin kim olurdu?” diye sordu. “Çok kolay. Mark Ruffalo.” dedim. Ajansı üzerinden Mark’a ulaştı. O sırada çekimler için Avrupa’daydı. Ona kitabı gönderdi. Bir hafta kadar sonra inanılmaz tatlılıkta bir e-posta aldım. Bana yazılmamıştı, menajerime yazılmıştı ve Mark’ın hikâyeye verdiği tepkiydi.

Ne yazıyordu?

Aslında o e-postanın bir kopyası önümde duruyor. Birkaç cümle okuyayım: “Bu kitabı ne kadar sevdiğimi anlatamam. Çok etkileyici ve benim için birçok açıdan çok kişisel. Bu insanları tanıyorum. Onlarla büyüdüm. Lütfen Bay Lamb’e elimden geleni yapacağımı ve bunu yapmak istediğimi şimdiden bildiğimi iletin.” diyordu. Repliklerini ezberlemekle meşgul olduğu için kitabın ancak yarısına kadar geldiğinden bahsedip özür de diliyordu. “Onun yeteneğindeki birinin bu iş için beni düşünmüş olması çok anlamlı. Gerçekleşmesi için doğru bir zaman. Kültürel açıdan artık bu malzemeyi eskiye kıyasla daha iyi işleyecek durumdayız. Bu gerçekleşecek. Sizi temin ederim.” Eski tecrübelerim nedeniyle, “Hmm, peki. Palavra da olabilir ama kesinlikle içten.” dedim. Samimi olduğu bilgisiyse beni çok mutlu etti. Kısa süre sonra buluştuk ve sözünün eri çıktı. Projeye sadık kaldı. Birkaç farklı yapımcıyla görüştüm. O sırada çekip gidebilirdi. Gitmediği için müteşekkirim. Sonra Derek’i getirmek istedi. Derek’in iki filmini seyretmiştim ve çok beğenmiştim. Bağımsız filmlerdi. Derek harika bir yönetmen. Gözlemlerim sonucunda onun aslında çok iyi bir oyuncu yönetmeni olduğunu anladım. Biraz oyunculuk da yapmıştı ama bu kadar iyi bir yazar olduğunu bilmiyordum. Bence filmin düzenlemesi de muhteşem. Sette, o iş başındayken herkesin profesyonelce davrandığını ve odaklandığını gördüm. Ona çok büyük bir saygım var.

Mark’ın hikâyeyi kendi adına kişisel bulduğundan bahsettiniz. Kitapta ele aldığınız temalar sizin için de kişisel mi?

Evet, bazı açılardan. Lise öğretmenliği yaptım, Connecticut’ta bir yazım merkezinin yönetiminde yer aldım. Hazırladığım bir projede genç öğrencilerden Büyük Buhran döneminde genç olan kişilerle söyleşiler yapmalarını istedim. Yazım merkezi öğretmeni olarak çok farklı sınıflarla çalışıyordum. Bu bir tarih dersi içindi. Gazeteye ilan verip “1930’ların gençlerindenseniz ve gelip öğrencilerimizle konuşmak isterseniz sizi ağırlamayı çok isteriz” dedim. Telefon durmaksızın çalmaya başladı. Artık emekli olmuş, geçmiş hayatlarını tartan bu insanlar katılmayı çok istiyorlardı. Üç günlük bir program hazırladım. İlk gün çocuklar ve misafirlerimiz kendilerini tanıtacaklardı. Sonra ben onları eşleştirecektim. Gelenlerden biri ilk gün hiç konuşmadı. Sonunda ona “Gitme zamanımız geliyor. Kendiniz hakkında bir şey söylemek ister misiniz?” diye sordum. Koyu renk bir gözlüğü vardı, ellerini bağlayıp koltuk altlarına sokmuştu. Gözlüğünü çıkardı, kollarını açtı. Bir gözü ve bir eli eksikti. Bize İkinci Dünya Savaşı sırasındaki barış yanlılarından olduğunu, kendini dindar bir bağnaz olarak görmediğini ama öyle olduğunu anlatmaya başladı. Çocuklar onunla söyleşi yapmaktan korktu. Aslında ben kimseyle söyleşi yapmayı düşünmüyordum ama o adamla yaptım. Yıllar sonra I Know This Much is True’ya başlarken, 1993 civarında, o adam geri döndü ve Thomas Birdsey doğdu. Farklı bir dönemde ama yine savaşa karşı öfkeli. Roman bir otobiyografi değil ama İtalyanlarla ilgili bölümlerin aile hayatımda kökleri var. Anne tarafından İtalyan göçmeni büyükannemle büyükbabamın 11 çocukları var. Büyükannem birkaç düşük de yapmış. Hayatlarının ileri bir aşamasından kocası, yani büyükbabamın öldüğünde beyin tümörü olduğunu öğrendik. Saldırgan biri haline gelmiş ve büyükannemi öldürmeye çalışmıştı. Büyükannem de onu Norwich Eyalet Hastanesi’ne yatırmıştı. Bir akıl hastanesine. Ölene kadar orada kaldı. Bu derin ve karanlık bir aile sırrıydı. Annem çok utanırdı. Bundan hiç bahsetmezdi. Kitapta büyükbabasının hikâyesini yazmaya başladığımda galiba kendi içimdeki boşluğa uzanmaya çalıştım çünkü ben de büyükbabamı hiç tanımamıştım. Hastanede ölmüş olması ilgimi çekiyordu. Bir kısmı kendi tecrübelerimden geliyor, bir kısmıysa öyle değil.

Bazı yazarlar karantina günlerindeki bu yalnızlığın alışık oldukları bir şey olduğunu söylüyorlar. Sizin için nasıl? Yazdıklarınızı etkiledi mi?

Galiba yazdıklarımı daha anlamadığım şekillerde etkiledi. Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Romanlara başlamak benim için çok zordur. Aylardır kafamda çevirip duruyorum. Belki bir yılı bulmuştur bile. Sonra bir virüs çıkageliyor ve evet, kurgu yazarken çoğu zaman yaptığım gibi oluyor. En azından sabahları kedimi sosyal olarak izole ederim. Çalışmak için mümkün olduğunca erken kalkmaya çalışıyorum. Yaratıcı zihnim öğlen bir veya iki gibi kapanır. Sonra gidip işlerimi halledip arkadaşlarımla konuşabilirim. O yüzden benim için ayak uydurmak o kadar zor olmadı. Ne tezattır, neredeyse suçluluk hissedeceğim ama hikâye yazma konusunda çok daha üretken oldum. CNN’i veya NBC’yi açıp Trump’a maruz kalmadığım sürece iyiyim ama açarsam çalışamıyorum. O bilgi akışını en alt düzeyde tutmaya çalışıyorum.

NEDRA FRANK KARAKTERİNİ CANLANDIRAN JULIETTE LEWIS CEVAPLIYOR

“Büyük şeyler yapmaya çalıştığınızda düşüşünüz fena veya başarınız güzel olabilir.” 

Nasılsınız?

İyiyim. Teşekkür ederim. Genelde “hayatta kalıyor ve serpiliyoruz” deriz ama galiba sadece hayatta kalıyorum. Tuhaf bir dönem.

I Know This Much’ı seyredebildiniz mi?

Hiçbir şey görmedim. Ama tanıtımı çok enfes görünüyor, tam da Derek’in söylediği gibi. Altı saatlik bir film olacağını söylemişti ve öyle geliyor. Bir film hissi var. Mark Ruffalo’nun ikizleri oynayarak neyin altına girdiğini düşünmek bir oyuncu olarak bana tuhaf geliyor. Büyük şeyler yapmaya çalıştığınızda düşüşünüz fena veya başarınız güzel olabilir. Mark’ın ikizleri oynayarak bu işe nasıl emek verdiğini biliyorum. Mark’ın hal ve tavırlarına tamamen ters bir insanı benimsemesi gerekiyor. Bu büyük bir hedef. Ve tabii, oyuncu kadrosu baştan sona harika ve parçası olmak benim için bir onur.

Kitabı biliyor muydunuz?

Hayır. Söylemek zorundayım, uzun zamandır bu işin içindeyim. “Otuz yıl” ağızdan öyle kolay çıkmıyor ama bu işi otuz yıldır yapıyorum. Bazı kitapların sinema ve televizyon uyarlamalarında yer aldım. Eldeki esere bakıp kitabın içeriğine fazla bağlanmaya karşıyım. İşin özü, kitabı hiç okumadım ama Derek’le çok konuştum ve bana karakterim olan Nedra Frank’ten bahsetti. 

Sympathy for Delicious’ta yönetmenliğinizi yaptığında da Mark Ruffalo’yla çalıştınız. Bu sefer oyuncu olarak birlikte çalışmak nasıl bir deneyimdi?

Derek’le buluşup güzel bir görüşme yaptık. Bana işi hemen orada teklif etti. Bu az rastlanır bir şeydir ama galiba Derek’le Mark daha önce benim üzerimde konuşmuşlar. Mark’la yönetmeni olarak çalışmıştım ama bir oyuncu olarak beraber çalışacağımız hiç aklıma gelmemişti. Yine de onunla çalışmayı çok istiyordum. Derek de Mark da belli ki beni ayrı ayrı düşünmüşlerdi. Sonra Derek’le görüşmeye gittim ve sete geldim.

“Nedra çok yaralı bir kadın. Kendini çok önemli, profesyonel bir kadın gibi sunmaya çalışıyor ama içinde aslında nevrozlar patlıyor.” 

Derek, Nedra ve hikâyedeki yeri hakkında neler söyledi?

Karakter çalışmalarını severim. Derek, karakteri geliştirebilmem için bana bazı araştırma malzemeleri verdi. Bu, “Nedra Frank Şov”da yaşayan bir kadın. Derek ve Mark, Nedra Frank usulü bir patlama istediler. Nedra Dominick’in yörüngesine giren bir kasırga gibi. Hikâyeye çok ilginç bir şekilde hizmet ediyor çünkü ikizlerin büyükbabaları hakkındaki bilgiyi ondan ve büyükbabasının yazılarından alıyoruz. Bunları biraz da aslında söylemediği şeylerden fark ediyoruz. Derek, öğretim görevlisi olması açısından ne kadar ileri gideceğim konusunda bana yardımcı oldu. Ama aynı zamanda bu karakterle hayatının en stresli ayında tanışıyoruz. Araştırma için Vassar Üniversitesi’ne gittim ve çekimleri de bizzat yerleşkede yaptık. Ofisini orada yeniden yarattık ve çok gerçekçi oldu. Çektiğimiz her şey enerjiyi ve hikâyeyi güçlendirdi. Böylece içinde yaşadığımız dünyayı yarattık.

Bir rolü aldığınızda yaptığınız ilk şey nedir? Karakteri nasıl kavrarsınız?

Oyunculuktan bahsederken bunu çok metafizik bir şey gibi görürüm çünkü buna bir bakıma “enerji işi” diyorum. Benim için enerjide bitiyor o kişinin kalbini ve ruhunu bulmak. O titreşimleri hissetmeye çalışırım. Nedra çok yaralı bir kadın. Kendini çok önemli, profesyonel bir kadın gibi sunmaya çalışıyor ama içinde aslında nevrozlar patlıyor. Karakteri geliştirirken önce senaryonun bana ne anlattığına bakarım. Her zaman metne başvururum ve bu metin çok iyi yazılmıştı. Böyle iyi yazılmış malzemelerle çalışmak harika. Sonra boşlukları doldururum. O hafta ne yapıyordu? O sahneden hemen önce ne yapıyordu? Sonra nereye gidecek? Çünkü onu ilk görüşümüzün üzerinden beş yıl geçtikten sonra Nedra’yla yine karşılaşıyoruz. Bu ilginç çünkü giysileri bile çok şey anlatıyor. Yani hem iç hem dış yönü var. Profesyonel hayatı üzerine araştırma yapıyorum. Sonra kıvırcık saçlarla başlayan görsel yanı geliyor. O kıvırcık saçlara bayıldım. Karakterin geliştirilmesi için hepsi bir bütün. Onunla ikinci karşılaşmamızdaki kılığını Derek’e ve kostüm tasarımcımız Kasia Walicka Maimone’ye borçluyuz. Sonra onunla karşılaştığımızda şık bir “cowgirl” kılığında ki bunun ne anlama geldiğini ancak hayal edebiliyoruz. Hayatının Jane Fonda-Ted Turner döneminde mi? Bence öyle.

Nedra’nın Dominick’in evine habersiz gidişi ve parti yapmaya başlamaları harika bir sahne. O sahnenin çekiminden bahsedebilir misin?

O sahne tam bir cümbüştü. Bu sahneyi oynamak çok eğlenceliydi. Derek’le olan süreçten de bahsetmeliyim çünkü bir oyuncu olarak beni çok aydınlattı. Epey bir zamandır böyle bir yaratıcı tecrübe yaşamamıştım. Derek karakterini keşfetmeni istiyor. Onu ezip, dağıtmanı yani sayfadan alıp karman çorman edip kimsenin beklemediği bir şekilde ona hayat vermeni istiyor. Günümüzde, özellikle de televizyon için bu kadar çok tekrar çekimi yapmak radikal bir yaklaşım aslında. Çok eğlenceliydi. Çekimler arasındaki bir aşamada “Çocuklar, kötü bir oyunculuk çıkardığımı hissediyorum” dedim. Bana gülüp “Evet, Nedra rol yapıyor. Korkunç ve çok huzursuz.” dediler. Bayıldım ve çok iyi zaman geçirdim.

Yani o gün doğaçlama yapmanızı mı istiyordu?

Çok doğaçlama yaptık. Özellikle de Nedra’yla Dominick’in tartışmalarının sonda tatsızlaştığı yerde. Derek “Evet, bu yönde itelim. Daha uçucu olsun.” diyordu. Öyle bir hale getirdik ki Nedra arabasına gidene kadar tartışıp bağırıyor. Sonra başka bir sihirli an geliyor. Sihirli hata. Banyoya kilitlendiğini zannediyor ve “Beni içeri kilitledin” diye bağırıyor. Ama aslında kazara oluyor. Kapı sıkıştığı için çıkamıyorum. Öyle birçok sihirli an var.

Bu sana Natural Born Killers’ta Woody Harrelson ve Oliver Stone’la çalıştığın günleri hatırlattı mı? Onda da doğaçlama yapmıştın, değil mi?

Evet, ben de onu söylüyorum. Bu iş kolu çok dönüşüm geçiriyor ve değişiyor. Ben bu işe kendi bakış açısını filmlerde yansıtan insanlarla başladım. Oliver Stone, Martin Scorsese, Lasse Hallström, Kathryn Bigelow… Bu insanların hepsinin yaratım süreci çok canlı, heyecanlı ve keşfe izin veriyor. Yıllarca yazı üzerinden giden projelerde çalıştım ve bu iyi de bir şey. Ama orada olduğunu bilmediğin bir şeyi keşfedecek alana sahip olduğunda da güzel oluyor. Derek şahsına münhasır biri. Onu Oliver Stone’la kıyaslayamam ama çok eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Ona “Aman Tanrım, beni koşulsuzlaştırıyorsun. Film yapımcılığı hakkındaki bilgilerimin köklerine döndürüyorsun.” dedim. Mark ve Derek’le çalışmak çok radikal ve nefes kesen bir tecrübeydi. Bu tecrübeden canlanmış ve yenilenmiş olarak çıktım. 

“Derek Cianfrance, her sahnede yaşamamızı ve nefes almamızı istediği için uykuda olan bazı içgüdülerimin tekrar canlanmasını sağladı.”

Mark ikizleri oynarken nasıl zorluklarla karşılaştı?

Sanatında tehlikeli bir şekilde yaşamak basit bir şekilde nasıl açıklanır bilmiyorum. Kötü yaparsan, çok kötü düşersin. Bunlar yol boyunca yapılan tercihler. Bir yanda güvenli yol var, onu kesinlikle yapabilirsin. Ama Mark ikizlerin ikisini de oynayacağını söylediğinde aklım gitti. Fiziksel olarak altından kalkmak için zor bir iş. Yüzüstü yıkılmak istemezsiniz. İşte yönetmenle oyuncunun bağı burada devreye gidiyor. Scorsese ve De Niro’nunki gibi, böyle bir ikili olduğunda, bu ortaklık olduğunda emin ellerde olduğunu biliyorsun. Bence Mark’la Derek’in yolculukları da böyleydi. Neler konuştular bilmiyorum ama eminim ki Derek, Mark’ı bunu beraber deneyeceklerine temin etmiştir. Bence Derek de Mark gibi tehlikeli yaşamayı seviyor. Sette söylediklerinden alıntı yapmak gerekirse, “Haydi s..ip atalım!” Tam rock‘n’roll bir iş. Çekimlerden önce de hep öyle diyordu. “Güvenli sularda oynamayı bırakın!” demek gibi. Mark’ın bu işi yapacağını duyduğumda bir hayranı olarak arkama yaslanıp “Bunu görmek için sabırsızlanıyorum” dedim.

Bir seferinde her rolden farklı şeyler aldığınızı söylemiştiniz. Cape Fear’da daha 18 yaşındayken Scorsese ve De Niro ile yaşadıklarınızdan neler hatırlıyorsunuz?

Cape Fear benim için şekillendirici oldu. Geçen sene Scorsese’ye hürmetlerimi sunabildiğim için çok mutluyum. Bana yaratıcı kanatlarımı verdi. İçimde doğal olarak bulunan yanlarımı yüreklendirdi. Her yeni çekimde her şeyi en baştan ve farklı yapmayı öğretti. Bazıları okula gider ve çok iyi bir eğitim alır. Tekrarcı olurlar ve bu da bir yoldur. Ben öyle değildim ve Scorsese neye ihtiyacım olduğunu öylece anladı, çünkü o dahiyane bir yönetmen. Her oyuncunun en iyi halinde olması için neye ihtiyacı olduğunu biliyor. İhtiyacım olduğunda bana onay verdi ve beni cesaretlendirdi. Bana her şeyi verdi çünkü nasıl geliştireceğimi, içgüdülerime nasıl güveneceğimi öğrendim. Bu genç bir oyuncu için her şey demektir. Derek de her sahnede yaşamamızı ve nefes almamızı istediği için uykuda olan bazı içgüdülerimin tekrar canlanmasını sağladı. Derek bir de “hareket” ve “kes” sözlerini kaldırdı. Bunu ilk duyduğumda “Gösteriş için mi?” diye düşündüm. Sete gelip tecrübe ettiğimde görüşüm değişti. Mikrofonunu takıyorlar, saçını düzeltiyorlar, seti hazırlıyorlar, aksesuarları ayarlıyorlar ve öylece sahneye dalıyorsun. “Hareket” ve “kes” olmadığında daimi olarak sürecin içinde kalıyorsun ve durmuyorsun, başlamıyorsun. Bunu tam açıklayamam ama bir akış gibi. Yaratıcı serüveninde okyanus kadar büyük ve güçlü olabiliyorsun. Hiç böyle bir şey beklemiyordum. Tamamıyla Derek’e özgüydü. Marty’yeyse sonsuza dek borçluyum. Mesleğimi borçlu olduğumu söyleyebileceğim bir avuç insan vardır ve o da onlardan biri.

Bir gün yönetmenlik yapmak istiyor musunuz?

Üç yıl önce, babamın ölümünden sonra üzerinde kafa yorduğum hikâyeyi tamamladım. Sonunda senaryoyu yazdım ve eninde sonunda çekilmesi için adım atacağım. Ama piyasa altüst olduğu için ne şekle bürüneceğine karar vermem lazım. Bir film olacak ve yönetmenlik yapmayı hiç istemediğimi belirtmeliyim ama hikâyenin öyle bir anlatımı, öyle görselleri ve öyle bir başrol gidişatı var ki bu şartlarda başrolü de oynayacağım için yönetmem de gerekecek. Ama iyi bir iş birliğine ihtiyacım var. 

Son yıllarda başka televizyon projelerinde de çalıştınız. Televizyonun sunduğu daha uzun formda çalışmayı seviyor musunuz?

Tuhaftır çünkü televizyon malzemesiyle çalışmakta zorlanıyordum. İş için minnettar olmak lazım ve çok minnettarım çünkü bu iş kolunda çoğunlukla işsizsinizdir. Ama bununla beraber benim DNA’larım sinema yapısına uygun. Bir şeyi yıllarca devam edebilecek bir şekilde dizileştirmek bir sanat. Bu bir oyuncunun rol yapmasından çok farklı bir şey. Bu diziyle bunu daha iyi anladım çünkü bir başı var, ortası var ve sonu var. Daha çok uzun bir film formu gibi. Ama belirtmeliyim, mini dizileri seviyorum. Oyuncu olarak nereye gittiğimizi bilmediğim için dizileştirilmiş işlerde bocalıyorum ama yine de bir mücadelede ve tetikte olmanızı sağlıyor. Sinemayla ilgili romantik düşüncelerim var. Salonda oturup film denen muazzam şeyi izliyorsunuz. Sinema filmlerinin de bir gün plaklar gibi olmasını umuyorum. Her zamankinden canlı, büyük bir sanat formu.

İçinde olduğumuz bu karantina durumu sizce ilerde televizyon dizilerini, filmleri, kitapları ve müziği etkileyecek mi?

Yüzde yüz. Yaratıcı arkadaşlarımın nasıl etkilendiklerini görüyorum. Benzetmek gerekirse bir baraj gibi olacak. Suyu engellediğinizde başka bir yöne gitmek zorundadır. İşin yaratıcı yanında yer alanların yaratabilmek için kendilerini şartlara göre nasıl değiştirdiklerini gördük. Bu tecrit, alıştıkları yaratım sürecini değiştirecek. Kapaklar bir açıldı mı uzun zamandır görmediğimiz kadar çok tutku ve enerji akacak. Havaya bu hakim ve sabırsızlanıyoruz. Evet, sağ salim geri döneceğiz ve işe koyulduğumuzda olan olacak. Devletler halkların güvenliğini sağladığında yaratıcı insanların işbaşı yapma zamanı gelecek.

Mark da Derek de İtalyan asıllı kökenlerden geliyor. I Know This Much is True da böyle bir ortamda geçiyor. Hikâyenin onlar için bir bakıma kişisel olduğunu söyleyebilir misiniz?

Yüzde yüz. Bakış açılarında ve beraber geliştirdikleri lisanda neler olduğunu tam anlayabiliyormuş gibi yaparsam tanık olduğum şey, kardeş gibi olduklarıydı. Bu dünyayı soludular ve içinde yaşadılar. Bu erkek dünyasını, dağılmış aile dengelerini, benlik arayışını yaşadılar. Bu sırada onlarla o ortamda olabildiğim için çok mutluyum. 

DESSA CONSTANTINE KARAKTERİNİ CANLANDIRAN KATHRYN HAHN CEVAPLIYOR

“Oyuncular ön planda, derin, hakiki, karmaşık insan duyguları yüklü…” 

Diziyi seyrettiniz mi?

Beşinci ve altıncı bölümleri seyretmedim. Dörde kadar seyrettim. Sıkı bir iş. Mark Ruffalo muazzam. Daha çok gurur duyamazdım. 

Bu dizi önünüze gelmeden önce kitabı biliyor muydunuz?

Hayır. Derek’le buluşmak için arandığımda kitabı duymuştum ama hiç okumamıştım. O yüzden epey yoğun bir hafta oldu. Onunla buluşmadan önce dünyasına iyice girebilmek için kitabı bir haftada yuttum. Onu görmeye gidişim çok tuhaftı çünkü bir haftamı tamamıyla I Know This Much is True’ya adamıştım ve artık kemiklerime kadar işlemişti. Bana sanki onunla ilk kez Dessa olarak görüşecekmişim gibi geldi. Daha önce bir karakterle hiç böyle bir tecrübe yaşamamıştım. O dünyanın içine düşmüştüm.

O aşamada herhalde Mark artık kadrodaydı.

Evet, öyleydi. 

Herhalde Derek’in yönetmenliği altında Mark’la oynamak sizi çok teşvik etmiş olmalı.

Evet, Derek’in işlerini severim. Blue Valentine aklımı başımdan almıştı. 70’lerin o sevdiğim sinemacılık tarzını yad ediyor. Oyuncular ön planda, derin, hakiki, karmaşık insan duyguları yüklü… Bir oyuncu olarak o ikisiyle, Derek ve Mark’la çalışmak rüya gibi bir şey olacaktı.  Mark, eşine az rastlanır varlıklardan biri. Baştan sona tam bir oyuncu. O ikiliyle çalışmanın yaratıcı açıdan bir hüsran olmasının imkânsız olduğunu biliyordum ve haklı da çıktım. Çok heyecanlıydı. Onları beraber çalışırken görmek de bir imtiyazdı. Beraber o kadar güzel çalışıyorlar ki. İnsan Derek’le Mark’ın arasındaki şeyin bir kardeş sevgisi olduğunu hissediyor.

Kitabı ve senaryoyu kısa bir dönem içinde okudunuz. Kitabın sadık bir uyarlaması olduğunu söyleyebilir misiniz?

Evet, özüne sadık kaldığını söyleyebilirim, şüphesiz. Kitabı okuduğumda kafamda hayal ettiğim birçok sahneyi dizide de gördüm. Çekimler sırasında da kitabın hissiyatına sadık olduğumuzu hissettim. Bu kitabı uyarlamak insanın gözünü korkutuyor. Büyük bir roman. Bence Derek, kitabın özünü çıkarmakta muhteşem bir başarı yakaladı. Duygular aynı. Bu küçük bir şey değil, bunu başarmak çok zordur. Okuduğumda ve seyrettiğimde hissettiğim şeyler aynı noktadan canlanıyor. Bunu başarmak kolay değil.

Derek’in çekimlere olan yaklaşımı nasıldı? Üzerinde detaylı bir şekilde konuşmak için çekimlere başlamadan önce hep beraber bir araya geldiniz mi?  

Evet. Çekimlerden önce çok fazla zamanımız yoktu. Kısa bir zaman içinde karakterlerin geçmişini şekillendirmemiz gerekiyordu ama zaten oyuncuların işi de budur. Bu, Dominick ile Thomas’ın hikâyesi. Bir de hayatlarına girip çıkan diğer insanlar var. O insanların karakterlerini bulmak ve oturtmak zor bir iş. Ama Mark ve Derek’in de varlığı sayesinde Dessa’yı ararken kendimi çok güçlü hissetim. Mark’la biraz zaman geçirdik. Çok sık mesajlaştık. Dominick’le Dessa arasındaki o bağı, o nabzı canlı tutmaya çalıştık. Derek oyuncularına yüklenen biri değil. Bir şey önerir ve sonra sizi kendi yaratıcılığınıza bırakır. O yüzden sete misafir veya yabancı gibi gitmiyorduk. Mark da Derek de son derece sıcaktı. Bu bizim için çok önemliydi.

“Ben her şeyi sette bırakabilen oyunculardan değilim.  Hayatınızın büyük bir parçasına dönüşüyor ve oynadığım her rolde kendim hakkında da bir şeyler öğreniyorum.”

Oynadığınız bir karakter olarak Dessa’yı bulma serüveniniz nasıldı?

Çok bağışlayıcı ve çok iyi bir insan olduğu için biraz zordu. Dominick’e duyduğum öfkeyle biraz bocaladım, o açıdan ilginçti. Dengeyi bulmaya çalıştım. Nihayetinde ailevi bir dengeydi ve birbirlerine öyle bir bağları vardı ki ne olursa olsun birbirlerinin hayatlarındaydılar. Dessa için Dominick ne olursa olsun aileden, onun içindeki iyiliği görebiliyor. Dessa’nın Thomas’la olan ilişkisinden Dominick’i de tanıyorsunuz. Thomas’taki o masumiyeti ve o iyiliği Dominick’in içinde de gördüm ve bunların faydası oldu. Sorunuzun yanıtına gelirsek, Dessa’yı bulmak zordu çünkü özünde benden çok farklı biri. Açıkçası, onu Dominick’in gözlerine baktığımda buldum.

Dessa’nın bir süre uzak kaldıktan sonra Dominick’le birbirlerine kavuştukları harika bir sahne var. Dominick ona vasektomi yaptırdığını açıklıyor. Çok önemli bir sahne çünkü o ana kadar kaybettikleri çocuklarının trajedisinin üstesinden gelme şansları var ama ona bunu söylediğinde her şey değişiyor. O sahnenin çekimi nasıldı?

Sarsıcıydı. Zalimlik, gerçekten. O evde beraber birkaç gün geçirip onca şeyi konuştuktan sonra büyük zalimlik. Bu, Dessa için olabilecek en büyük ihanet çünkü artık geri dönüşü yok. Korkunçtu, bir oyuncu için korkunç bir durum. Derek çok samimi bir hava yarattı. Sadece görüntü yönetmeni, bir sesçi, Derek, Mark ve ben vardık ve çok zor bir gündü.

Dediğiniz gibi, insanı duygusal olarak tüketse bile böyle harika bir malzemeyle çalışmak size çok şey katıyor. Peki gündelik çekimlerin ardından bunları geride bırakabiliyor muydunuz? 

Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ben her şeyi sette bırakabilen oyunculardan değilim.  Hayatınızın büyük bir parçasına dönüşüyor ve oynadığım her rolde kendim hakkında da bir şeyler öğreniyorum. Asıl sebebi olmasa da bu işi sevmemin sebeplerinden biri de bu. Dizinin çekimlerinin yaşadığım şehirde yapılmaması iyi oldu. Doğruca eve, iki çocuğuma gitmiyordum. O günü sorgulayacak zamanım oluyordu. Duygusal açıdan, adeta biriyle beraber uçurumdan atlamaya benziyor. Büyük bir boşalma yaşıyorsunuz. Özünde insan olmak var. Bu dizinin böyle tatmin edici olmasının sebeplerinden biri de insani bağlar ve duygular üzerine olması zaten. Ne tuhaftır, bu kadar ağır bir hikâye olmasına rağmen setteki hava harikaydı. Büyük bir enerji vardı ve sette kendimi çok hafif hissettim. İşe giriştiğimizde işe girişiyorduk ama sette öyle ağır bir hava yoktu.

Mark’ın Thomas rolüne hazırlanması için çekimlere altı hafta ara verildi. O dönem nasıldı?

Şahsen, benim için Dominick’in işi bitince bitti denebilir. O yüzden Mark, Dominick’le vedalaştığında oyuncu kadrosundaki epey bir insanla da vedalaşmış oldu çünkü diğer oyuncularla kesişen çok fazla sahne yoktu. Ama dönüşümünün fotoğraflarını gördüm. Çok etkileyici. Sadece fiziksel değişimi kastetmiyorum, gözleri bile bambaşkaydı. Bambaşka bir insan oldu, muhteşem bir şeydi.

“İnsanlar umarım izlediklerinde bir teselli bulurlar çünkü bu hikâyenin çok derin, insani bir yanı var.”

Dessa sizin için Mrs. Fletcher, Private Life, Transparent ve I Love Dick’ten sonra yine harika bir rol oldu. O karakterlerin arasında bir bağ hissediyor musunuz?

Galiba. Bu rollerin, bu kadınların derinliklerine inebildiğim ve içimde olan duyguları keşfettiğim akıl almaz bir dönemden geçtiğimi hissediyorum. Hepsinin birbirine bağlı olduğunu hissediyorum, şüphesiz. Bunu ben kasten seçmiyorum ama adeta bu kadınlarda benzer şeyler aranıp keşfediliyor. 

Dessa’yı oynamadan önce araştırma yaptınız mı? Mesela ani bebek ölümü sendromu gibi konularda…

Evet, yaptım. Aynı Private Life’da olduğu gibi ve YouTube’un inanılmaz bir kaynak olduğunu keşfettim. İfadesi mümkün olmayan travmalar yaşayan binlerce çiftin videoları var. Bazıları kaybettikleri çocukları için birer anıt gibi. Korkunçtu ama o tarif edilemez kayıpla bağ kurmak için çok faydalı oldular. Kendinizi birinin en korkunç kâbusuna dahil oluyormuş gibi hissediyorsunuz. Sanırım benim için okuduklarımdan daha faydalı oldu.

Sizden I Know This Much is True’da çalışma tecrübenizi özetlemenizi isteyebilir miyim?

Baştan sona bir zevkti. Mark’ın tüm riskleri göze alıp her şeyini verdiğine tanık olmak bir ayrıcalıktı. Çok cömert bir insan olan Derek’le çalışabilmek harikaydı. Şüphesiz derin bir tecrübeydi. İnsanlar umarım izlediklerinde bir teselli bulurlar çünkü bu hikâyenin çok derin, insani bir yanı var. Kan bağı olsun, olmasın aile ve o aile bağı üzerine bir hikâye.  Bence çok tatmin edici bir yanı var ve kendinizi daha az yalnız hissetmenizi sağlıyor.