Tünay Akdeniz’in 1970-1980 arası yayınladığı şarkılarının toplandığı “The Godfather of Turkish Punk” plağı Ironhand Records tarafından geçtiğimiz Kasım ayında yayınlandı. Enstrümantal versiyonlar ile birlikte 12 parçanın yer aldığı albümde iki de sürpriz şarkı bulunuyor. Bu vesileyle Erinç Güzel, Tünay Akdeniz’le derinlemesine bir sohbete oturuyor.


Image

Bugün size “Nick Cave mi daha punk yoksa Ozzy Osbourne’mu yoksa Dadaloğlu’mu?” diye sorsalar şöyle bir oturup etraflıca düşünmek gerekir. O düşüncenin de haliyle bir sistematiği olması gerekir. Çünkü punk dediğin insanlığın koskoca mücadele tarihinde başkaldırı biçimlerine verilmiş isimlerden sadece biri olmasının yanı sıra, hem yakın tarihin estetik üsluplarından biri hem de müzik türlerinden birkaçı değil midir? Hangisini baz alıp da cevap vermek lazım? Üç akoru mu, isyanı mı, bireyciliği mi, kolektivizmi mi, estetiği mi, görsel dili mi?..

Tünay Akdeniz, ne zaman müzik muhabbetlerinde gündem olsa yeniden bu konu da gündeme gelirdi keza Türkiye’nin popüler müzik tarihinde “Punk Rock” teriminin görüldüğü ilk yer Tünay Akdeniz ve Grup Çığrışım’ın “Mesela, Mesele” 45’liğidir. Kimisi, o Punk Rock damgası bir şakaydı diye yazar, kimisi de müzik punk değil ama der. Ben de hep aynı soruları yöneltir dururum: Punk’ın en ünlü grupları arasında bir sound birliği var mı? Pistols ve Clash’in arasında politik ve müzikal açıdan dağlar kadar fark yok mu? Peki ya Crass ve Ramones arasında? Henry Rollins’ten yaklaşık yirmi sene evvel “Salak” 45’liğinin kapağına “Kafanı, mideni ve kalbini boş şeylerle DOLDURMA!” yazan, grindcore veya death metalin türemesine daha on sene varken kameralara ceketine astığı sakatatla poz veren; “Rock müziğinin havası ağırdır ben onu mizahla dağıtmayı seçtim” deyip “İşte aşkın tarifi” ve “Salak” kadar nüktedan ve muazzam şarkılara imza atan, kendi plaklarını kendi yapan (d.i.y), kapak tasarımlarında kes-yapıştırdan ilham alan, şarkıları yasaklanan, sonra yasaklayanları ülkede dava etmeye ilk cesaret eden müzisyene 70’lerin şahane sıfatlarından en yakışanı “PUNK” değilse nedir? 

“1975’te henüz bu tabirler yoktu. ‘Rock’ tanımı bile çok sonraları kullanıma girdi. ‘Underground’ deniyordu bizim yaptığımız müziğe o zaman.”

Image
Image

“Mesela, Mesele” 45’liğinin kapağındaki Punk Rock damgasının bir hikâyesi var değil mi? 1978’de Türkiye’de punk dinliyor muydunuz? 
Evet elbette. Biz “Mesela Mesele”nin henüz daha kayıtlarını yaptığımız dönemde punk ve Sex Pistols yeni bir furya olarak yayılıyordu dünyaya. Sonradan 45’liği basan Nazmi Şenel de o dönem İngiltere’deydi. Benim de ilgimi çekeceğini tahmin etmiş. Sonradan Sex Pistols’ın Anarchy in the UK plağını Türkiye’de ilk basan Nazmi Şenel’dir. Çok açık fikirli bir insandır. Yani bizim plağımız hazırdı ama kapağı hazır değildi. Cağaloğlu’nda bir stüdyoya çekime gittik. Zincirler, pinler… O zaman henüz sakatat asılı değil ceketimde. Elektrogitarımız da yoktu. Düşününce akustik gitarlı bir Punk çok absürt bir görüntü aslında.

“Salak” döneminde müziğinizi hangi janrayla tanımlıyordunuz? 
1975’te henüz bu tabirler yoktu. Rock tanımı bile çok sonraları kullanıma girdi. Underground deniyordu bizim yaptığımız müziğe o zaman. Türkiye’de hep ritim ve içerik tartışmaları olmuştur müziği tanımlama hususunda. Bu punk mevzusunda da aynı şey geçerli; “ritmi punk değil” diyorlar. Ancak içeriği punk. Her ülkenin bir toplumsal müziği var. Rock n’roll zaten bize ait bir müzik yapısı değil. İçerikte de batıdaki muadillerin kadar sivrileşme imkânın yok. Ben toplumsal absürtlüğü kadın erkek ilişkileri üzerinden işlemeyi seçtim. Ritim, kompozisyon konusunda da bambaşka bir bakış açım vardı. Mesela “İşte Aşkın Tarifi” için bu bir rock şarkısı mıdır değil midir diye sorsan, “Değildir” diyen çıkmaz. Halbuki o da tür olarak batıdaki özdeş gruplarından farklı bir noktada duruyor. Çünkü ben ne şimdi ne de o zaman standart ritim ve kompozisyon yapılarından hoşlanan bir insan değildim. Bir ritimle başla, sonra solo koy vesaire… Bence müzikteki o akıcılık değişmeli, dinleyicinin dikkatini bozmalı. Basitçe tarif etmeye çalışayım; Zager and Evans’ın “In the year 2525”ını bilirsiniz. Çok tekdüze kurgulandığı için şarkının içinde iki üç defa modülasyon yapma ihtiyacı duymuşlar. Ama ben modülasyon da sevmiyorum. Kastettiğim ve yapmaya çalıştığım hep müziğin içindeki değişimler oldu. 

Dinleyicinin bu duruma tepkisi nasıldı? 1960-1980 arası Türkiye müzikte özgünlük konusunda eşsiz bir dönem yaşamış, halk müziği sentezi ya da batı müziği devreye girdiğinde özellikle… 
Bambaşka bir boyutu da var bu konunun. Türkiye’deki müzisyenlerin ta o zamandan günümüze dek geçerli olan bir handikapı vardır: Kendilerini hızlıca lanse edebilmek adına kısa yoldan halk ezgilerine başvururlar. Çünkü cover yaparken seçtikleri müzik zaten insanların kulağında, beyninde ve kalbinde yer etmiş ezgiler olduğu için insanlara kabul ettirmekte ve kendi isimlerini duyurmakta zorluk çekmezler. Bunun pekâlâ kolaya kaçmak olduğunu söyleyebiliriz, şöhret olmak adına hızlı bir yol. Halbuki halk müziğinin kulağa hoş gelen ezgilerini bateri veya bas kullanarak yeniden söylediğinde “sentez müzik” yapmış olmuyorsun.  

Kendi eserini üretmek buna kıyasla çok daha zor gibi görünüyor ama ben o kadar da zor olmadığını düşünüyorum. Yaklaşım meselesi. Dünyada birçok grup sayısız eser üretmiş. Lennon üretmiş, Zeppelin üretmiş, Pink Floyd üretmiş. Elbette sonu var üretimin longplayde yer kısıtlı sonuçta. 

Elbette bahsettiğim Erkin Koray, Cem Karaca, Tülay German gibi, Ersen ve Dadaşlar gibi isimler değil. Onlar da halk müziği temelli ezgilerle eser ürettiler ama mükemmel ürettiler. Hem çok iyi müzisyenler hem de düşüncelerini işleyebiliyorlardı. Cover yapmak o kadar kolay bir iş değildir çünkü. Bir de cover’la çıkış yapmakla müzik kariyerinin bir döneminde sevdiğin şarkıyı yorumlamak farklı şeyler. Cover yapmak kötüdür demeye çalışmıyorum yani. Yoksa daha yakın tarihteki isimlerden Pentagram da cover yaptı mesela, ama bu şekilde meşhur olmadı. Aşık Veysel cover’ladıklarında neredeyse yirmi yıldır kendi müziklerini yapıyorlardı. Çok severim Pentagram’ı, bahsi geçmişken belirteyim.

“Gölgeler’de davul çalıyordum. Toplantılara, düğünlere gidip çalıyorduk ama düğün demem sizi yanıltmasın. O dönemin düğünlerinin şimdikilerle alakası yok. Bulabildiğimiz 45’liklerden çalışarak Fransızca ve İngilizce şarkılar icra ediyorduk.”

Image
Image

Siz kendi müziğinizde nasıl bir yol çizmek istediniz bu yaklaşım konusunda?  Çünkü ilk grubunuz Gölgeler; Çığrışım’ın ilk ismi Çığrışım Folk. O dönemde de hem bağlama çalıyorsunuz hem gitar. 
O yıllarda henüz rock tabiri kullanılmıyordu. Rock müzik ve türevleri; heavy metal, death, thrash gibi sınıflandırmalar çok sonraları dillendirilmeye başlandı. 1965 civarları Yardbirds, Animals gibi grupları dinliyordum. Beatles çok sevmezdim mesela. Hep sert müziklere ilgi duydum. Dolayısıyla sonradan Led Zeppelin, Black Sabbath gibi gruplar hayatıma girdi. Hâlâ da ikisini çok severim, gerçi Houses of the Holy’den sonra Led Zeppelin de türde kayma yaptı. Neyse o dönem ben Karabük’te lisedeyken Gölgeler’i kurduk. “Karagözlüm Efkarlanma Gül Gayrı”yı beat şeklinde aranje etmeyi denedik. Milliyet’in liselerarası müzik yarışmasına katıldık ve bu benim için bir milat oldu. Çığrışım Folk, Makine Mühendisliği okumak için İstanbul’a geldiğim zaman kuruldu. Bilinen birtakım türküleri bağlama, gitar, tumba veya kaşık gibi enstrümanlarla, darbuka kullanmadan çaldığımız uyarlama müziğiydi. O dönem için geçerli bir üsluptu. Zaten o zamanlar Türkiye’de rock diyebileceğimiz anlamda bir batı müziğini kimsenin icra edilebildiğini düşünmüyorum. Erkin Koray yapabildi bunu. Bir de Anadolu Pop güzel bir yaklaşımdı. Her şey bir aşama neticede.

Sivas Divriği doğumlu olduğunuzu okumuştum. Köklü bir Alevi kültürüyle bilinir. Yetişirken kulağınıza etkisi oldu mu? 
Elbette, olmaz mı! Babamın mesleği gereği Sivas Divriği Demir Madenleri’ndeydik. Üniversiteden sonra ilk hizmet verdiği yer orasıdır. Dede diye tabir ettiğimiz bağlama ustaları vardır orada. Kimi zaman yalnız, kimi zaman iki veya üç kişi bir araya gelir çalarlardı. Aynı Urfa sıra geceleri gibi, hep beraber söyledikleri geceler oluyordu. Bağlama bir enstrüman olarak orda hemen dikkatimi çekti. Aslında mızıkayla başladım müziğe. İlkokulda da mandolin vardı elbette o zaman. Ben tabii ki babamdan bağlama istedim. O dönem Erzincan’dan bağlama getirtti bana. O sene de orta sonda bekliyorum tek dersten… Bir arkadaşım daha geldi o yaz, hem bağlama hem de darbuka çalıyordu. Darbukayı ondan öğrendim. Sonra babam Karabük’e tayin olunca 1964 yılında bateri çalmaya başladım. Tabii o seti bateri diye tabir edebilirsek! Tenekeden yapılmış yeşile boyanmış bas altosu, zili olan bir davul. Ama davul üzerine çok çalıştım. Gölgeler’de davul çalıyordum. Toplantılara, düğünlere gidip çalıyorduk ama düğün demem sizi yanıltmasın. O dönemin düğünlerinin şimdikilerle alakası yok. Bulabildiğimiz 45’liklerden çalışarak Fransızca ve İngilizce şarkılar icra ediyorduk.

1960’larda Anadolu’dan batı müziğine kolay ulaşılabiliyor muydu ? 
Sivas Divriği’den ulaşılamıyordu elbette. O dönemlerde orada radyo bile çekmiyordu. Karabük’te olduğum dönemlerde de çekmiyordu ya neyse… Zar zor, uzun dalga kısa dalga ne denk gelirse havanın durumuna göre… Ancak 45’likler geliyordu. İstanbul’da ne çıkıyorsa, Türkçe 45’liklerle beraber yabancılar da dağıtılıyordu. Tom Jones, Stones, Beatles… Biz de dinleyerek çalışıyorduk ve icra etmeye çalışıyorduk. Karabük’te iken Yenişehir sinemasında bir Erkin Koray konseri olmuştu. Biz de ön grubu olarak çıkıp yarım saatlik bir program yapmıştık. “Send me a Postcard” ve “Na Na Hey Hey Kiss Him Good Bye” gibi şarkılar çalmıştık.

“Rahmetli Atilla Ceyhan’la Beşiktaş Kulübü’ne ait bir yüzme havuzunda sadece kadınlara özel yapılan programlarda çalışıyorduk. Çarşamba günleri matine yapılırdı, kadınlar kendi aralarında ses yarışması, yüzme yarışması yapardı ya da sadece eğlenirlerdi. Biz de onlara yüzerken dinlemeleri için müzik yapardık.”

Çığrışım’ın üç dönemi var. İlk iki plağınız “Çığrışım Folk”, sonra “Grup Çığrışım”, ardından punk rock mühürlü olan “Tünay Akdeniz & Çığrışım”. Bir de Karacaoğlan 45’liğiniz var Atilla Ceyhan’la. Rıza Silahlıpoda da vardı kadroda yanlış hatırlamıyorsam. 
Rahmetli Atilla Ceyhan… Güzel bir sesti, sevdiğim bir müzisyendi. O ve ben bir dönem Beşiktaş Kulübü’ne ait bir yüzme havuzunda sadece kadınlara özel yapılan programlarda çalışıyorduk. Çarşamba günleri matine yapılırdı, kadınlar kendi aralarında ses yarışması, yüzme yarışması yapardı ya da sadece eğlenirlerdi. Biz de onlara yüzerken dinlemeleri için müzik yapardık. Ben davul çalardım, Atilla Ceyhan keyboard çalardı. Metin Ersoy, Edip Akbayram, Tanju Okan gibi sanatçılar gelirdi. Hatta o dönem bir şapkam vardı. Dedemin fötr şapkasının kenarlarını keserek modifiye etmiştim. Her programda onu takar, eşlik ettiğimiz müzisyenlere de imzalattırırdım. 

Atilla Ceyhan da müzik piyasasında iyi isim yapmış biriydi. Ona hep neden plağı olmadığını sorarlardı. Bir gün dedim, “Gel benim bir bestem zaten var, gidelim Coşkun Plak’a verelim”. O da bir beste yapmış, bir Yunan şarkısının üzerine Karacaoğlan’ın sözlerini uyarlamış. Şarkının ismi “Karacaoğlan 9/8”dir. Rıza Silahlıpoda da klavye çaldı. Plağın öteki yüzü de benim şarkım “Dadduk”. 

“Dadduk”un anlamı nedir ? 
“Tatlı” demek Karadeniz şivesinde. “Mesela mesele” ise başka hikâye… Safranbolu’da “mesela” kelimesini çok kullanan bir bakkal varmış zamanında. Gidermişsin şeker istermişsin, “Yok mesela” dermiş. Çığrışım ise Karadeniz şivesinde “Çığrışmak, çığlık, haykırmak” anlamına gelir. Yakınını kaybeden cenazesinde ağladığında “çığrıştı” derler. Gerçi ondan da çok eleştiri aldım ya neyse. Söylemesi zormuş, çok fazla yumuşak ses bir araya geliyormuş. Öyle dedi müzik eleştirmenleri. 

Bunlar hep Türkiye’de müzik eleştirmeni yokluğundan oluyor…
Hiçbir zaman var olmadı ki. Biz zaten toplum olarak eleştiriyi kaldırabilen bir yapıda değiliz, bu bir. İkincisi, eleştiriyi kaleme alan kişilerin müzikle yapısal olarak da çok az teması oldu daima. Müzikle ne kadar ilgin var da ne kadar üzerine kalem oynatacaksın. 

Düşünün benim müziğimi Nida Tüfekçi denen bir adam –halk müziği bağlama sanatçısı biri kendisi hem de–  TRT denetleme kurulundan geçirtmedi. “Dişi Denen Canlı”yı denetlemiş ve diyor ki “Sözler basit”. Akort da bozukmuş üstelik, öyle de diyor. Ya sen distortion gitarda akordun bozuk olduğunu nasıl anladın mübarek adam ya? Mümkün mü böyle bir şey! Sonra senin benim şarkı sözüme “basit” deme hakkın yok. Şairlik nedir? Şiiri kim denetler? Böyle bir hak kimsede yok ki. Ben de doğrudan dava açtım. TRT’yi mahkemeye veren ilk kişi benim. Ama kazanamadım. 

“Salak” plağından itibaren müziğiniz değişiyor. Artık folk öğeler yok. Bugün bile hâlâ zamanın ötesinde kalabilmeyi başaran muazzam bir sound. Plak kapağında da “Denenmemiş müziği yapmaya çalıştık” diye not düşmüşsünüz. 
Evet, değişti çünkü ben kendi bestelerimi yapmaya başladım. Ayrıca röportajın başında da belirttiğim gibi kompozisyon yapısıyla ilgili farklı fikirlerim vardı ve daima sert müziklerden hoşlandım. İddia sevmem ancak “Salak” ile “Babam yazdı, ben besteledim, işte aşkın tarifi” yapılmış gerçek anlamda ilk Türkçe sözlü rock müziktir. Bu konuda iddialıyım. 

Nasıl bir yöntem izlediniz peki? 1970’lerin Türkiye’sindeki yaratıcı müziğin diğer dönemlere bu kadar açık ara fark atmasının ardında bir sebep olmalı diye düşünüyor herkes. “Salak” ve “İşte Aşkın Tarifi”ne yapılan yorumlarda ortak soru şu: Nasıl yazdınız o riff’leri? 
Kısaca başkalarının yaptığını yapmamaya dikkat ederek diyebilirim. Kıyafette bile dikkat ederim. Diğerlerinin giydiklerini olabildiğince giymemeye çalışırım. Bu hususta babamdan da bahsetmem gerekir. Babam aslen konservatuvarı kazanmış ancak müsaade etmemişler gitmesine, “Çalgıcı mı olacaksın?” demişler. O da maden mühendisliği fakültesine yazılmış. Bana bir gün nasihat verdi, dedi ki, “Oğlum, ne tür müzikle uğraşırsan, uğraş. Başka bir grubun, başka bir müzisyenin eserini ister bir gün ister on gün çalışırsın, ama mutlaka yaparsın. Yüzde yüz olmaz belki ama doksan oranında yaparsın. Ama asıl sen kendin bir şey yap. Başkası senin şarkını çalsın, söylesin.” dedi.

Ben beste yapmaya başladığım dönemlerdeyse Türkçe hiçbir şey dinlememeye başlamıştım. Çünkü Türk müziği beyninizdeki armoni yapısını, şarkının gidişatını ya Hicaz’a kaçırıyor ya Nihavend’e ya da Muhayyer Kürdi’ye kaçırıyor. İlla ki oluyor bu. Bugün bakın Türkiye’de üretilmiş müzik eserlerinin, Barış Manço’da dâhil, birçoğu Hicaz makamındadır. Ben de müzik üstüne düşünce yapıma baskın etki yapacağını düşündüğüm için dinlemedim. Değişik şeyler yapmak, denenmemişi denemek istiyordum. Elbette distortion gitarı herkes deniyor, kullanıyordu ama yaygın olana bile özgün katkılar yapabilirsiniz. Mesela “Salak”ta özellikle mizahi sözler kullandım ki rock müziğin o ağır havasını dağıtsın. Plak kapaklarını da kendim yapıyordum 68 il ve ilçelerine. 

Image

Bu da tam bir sonraki sorumdu. “Eskidenmiş” 45’liğinin kapağını zarf olarak tasarlamış, Bugs Bunny’i pul olarak eklemiş ve “Sayın: Müziksever 67 Vilayet ve Kazası” diye not düşmüşsünüz. Müthiş kapak tasarımları… Siz yapmışsınız. 
Evet, ne tesadüf ki o plak kapağından on yıl sonra Üsküdar’daki müzik dükkanımı açtığım dönemde de 67 vilayetten 57’sine kaset gönderiyordum. O derece, yetişemiyordum taleplere. Çığrışım’da genel prodüksiyonu ben üstleniyordum, plak kapakları da elimden çıkmadır. Ama normalde tek kişinin hâkimiyet kurduğu işleri sevmem. Çığrışım’da sadece birkaç konuda fikir ayrılığımız oldu. Birincisi o sakatatlı fotoğraflardır. Grup arkadaşlarım takmak istemediler. Aslında o ciğeri bölüştürüp takacaktık ama ben aldım taktım ceketime. İkinci konu “Dişi Denen Canlı”nın şarkı ismiydi. Ben “Dişi Denen İnsan” olsun istiyordum. Çünkü ağaç da bir canlıdır. Şarkıda canlının dişisinden bahsetmiyoruz ki insanın dişisinden bahsediyoruz.

“Mesela Mesele” sonrasında da projelerim vardı. “Dikkat İnek Çıkar!” diye Türkiye’deki magandaların işleneceği bir plak düşünüyordum: “Hayat bir tren, ana rahmi kalkış, toprak varış”. İnsan hayatının doğumdan toprağa karikatürize bir betimlemesiydi. Bir tren istasyonunda endüstriyel seslerle başlayan kayıtlar düşünüyordum. Eşek anırmasıyla başlayacaktı ama! Tabii projeleri icra etmeniz için çalıştığınız müzisyenlerin kafa yapıları da çok önemli. Bence bir müzik grubunun ana temelleri ortak müzikal beğeni olmalı.

Image

“Mesela ‘Salak’ın kaydı için stüdyoya gideceğiz… Yüksek Kaldırım’dan enstrüman kiraladık. Pedalımız yok, Unkapanı’ndan Türk malı bir distortion kiraladık. Davul geleceği için Bostancı’dan taksi lazım. Onu da deri ceketimle ödedim. Çıkardım verdim taksiciye.”

Bu nedenle mi gerçekleşmedi projeleriniz? 
Bu projeler askerden döndükten sonra işsiz kalmam sebebiyle gerçekleşmedi. Plaklarım kendi prodüksiyonumdu. İşsiz kalınca mümkün değil. Öncesinde bile kolay değildi. Mesela “Salak”ın kaydı için stüdyoya gideceğiz, Yüksek Kaldırım’dan enstrüman kiraladık. Pedalımız yok, Unkapanı’ndan Türk malı bir distortion kiraladık. Davul geleceği için Bostancı’dan taksi lazım. Onu da deri ceketimle ödedim. Çıkardım verdim taksiciye. 

Yoksa “Mesela mesele” plağımdan sonra yapacağım plağımı da hazırlamıştım: “Es kısa kes”. B yüzüne de babamın yazdığı “Gelmişiz bu dünyaya haberi olmadan” diye bir şarkıyı eklemiştik.

Üsküdar’daki müzik dükkânını açmaya nasıl karar verdiniz? İstanbul’da bir jenerasyonun kültür merkezine dönüşmüş orası, hep o şekilde anılıyor. 
Sadece İstanbul’da değil aslında, dedim ya bir dönem geldi, 67 vilayetin 57’sine albüm gönderiyordum. “Mesela mesele” sonrası gittiğim askerlik döneminde elimdeki besteleri fiziksel formata dökecek zamanım olmadı. Askerlik dönüşüyse işsiz kaldım. Mühendislik okumuştum ama 1980 ihtilali olduğu zaman kamu teşekkülünden ayrılanları ve askere gitmiş olanları yeniden işe almadılar. Bu durum tam altı yıl sürdü. Dolayısıyla artık kendi prodüksiyonlarıma bütçe ayıramadım ve besteler rafa kalktı. Gençliğimden itibaren hep aldığım plaklar vardı. Pikabım yoktu ama şimdi almazsam sonra bulamam endişesiyle daima harçlıklarımdan ayırarak sevdiğim grupların longplaylerini alırdım. Askerdeyken de baktım HEY! Dergisi’nde – o dönem tek müzik dergisi oydu – AC/DC, Judas Priest falan yazılmaya başlanmış. Demek ki Türkiye’de biraz biraz bu müziğin kültürü oluşmaya başladı dedim. Kendi plaklarımı aldım ve Üsküdar’da bir dükkân tuttum. 13 no’lu bir posta kutusu da aldım. Birçok grup burada bilinmiyor, dağıtım yok. Plaklarımı kasete çekip en azından dinleyiciye ulaştırayım, insanlar müziğe ulaşabilsin diye düşündüm. 

Siz yurtdışında da takip ediyorsunuz müziği o zaman? 
Tabii. Melody Maker’a da aboneydim, ağır müzik türleri dışında caz ve alternatif müziğe de yer veriyordu onlar. İngiltere’den de Metal Hammer ve Kerrang!’e aboneydim, onlar da geliyordu. Mektubun içine 100 pound koyup yollamıştım bana dergileri göndermeleri için. O sıra çünkü Türkiye’deki rock severlerin okuyacağı dergi de yoktu, yabancı dergiler de yoktu. Çok sonradan piyasaya girdi hepsi. O nedenle müzik dinleyen çocukların tüm kültürü görebilecekleri bir yer açmak istedim. Gelsinler, dergilere baksınlar, plakları görsünler, konuşalım. Üsküdar’da adliyenin karşısındaydı dükkânım. Buraya gelirken yine baktım, süpermarket olmuş sanırım. 

Sonra takip ettiğim grupları da getirtmeye başladım çünkü ne gruplar biliniyordu ne de albümlerinin dağıtımları vardı. Hatta şunu da rahatlıkla söyleyebilirim, bugün Türkiye’de popüler olmuş yabancı grupların çoğu plakları vasıtasıyla ilk olarak benim tarafımdan tanıtılmıştır. Venom, Metallica, Slayer, Exodus, Metal Church, Mercyful Fate, Iron Maiden… Ve daha nice underground olan ama mükemmel müzik yapan grup… Ben dükkânımın müzik skalasını daima geniş tuttum. Hep Iron Maiden hep Saxon gibi bir düşüncem olmadı. Bazen dergilerde anlamadığım dilde gruplara da bakıyordum ama zaten yanında verilen yıldız değerlendirmesinden ya da içeriğinde yazan “thrash”, “death” gibi birkaç kelimeden anlıyordum. Zaten kapaktan belli oluyor! Ona göre sipariş veriyordum. Tabii genelde bana albüm siparişi veren için tek grup oluyordu. A yüzü Slayer, B yüzü de Slayer olsun. A yüzü Motörhead, B yüzü de Motörhead olsun. Ya diyordum biraz ufkunuzu açın ya! Şu dükkâna bakın, envai çeşit müzik dolu. Ben mesleğime daima saygı duydum ne yaptıysam. Kasetlerin sonu boş kalıyordu hep, diyordum ben bu kafa yapısını söylemimle değiştiremiyorsam en azından biraz o plaktan şu plaktan dinleyicinin tahmin ettiğim sevdiği sound’dan çok da uzaklaşmadan farklı müzikler ekleyeyim. En azından kültürel dağarcığı genişler dinleyicinin. 

Müzik dinleyicisi olmayı teşvik etmişsiniz. Ne kadar süre açık kaldı dükkânınız? 
Evet bana bunu çok söyleyen oldu, sağ olsunlar. “Bize çok şey öğrettin” derler. Kimisi de der ki “Bizi bu müziğe bağladın, okuldan olduk”. Ama eline silah almasından iyidir. Müzik dinlesin çocuk. Aileler de suçlu o açıdan. Bırakın müzik dinlesin çocuklarınız ya. İstanbul’da da bu mahalle baskısı, ötekileştirme vardı. Yok Ozzy Osbourne civciv çiğnedi vesaire. Tişört yaptırmıştım önünde bana takılan lakap olan “Big Rocker” yazıyordu, arkasında da Ingilizce “Herkes Rock’çı olamaz”.

Dükkânım iki buçuk yıl açık kaldı. Sonra Türkiye’de telif yasası çıktı, geldiler, korsan kayıt yapılıyor deyip her şeyi topladılar. Ben de sıkıntılı işleri hiç sevmem. Kapattım dükkânı. Babamın mesleği vesilesiyle gençliğim Karabük’te geçmişti. Oraya geri döndüm. Demir çelik fabrikalarına girdim ve oradan emekli oldum. Ama dükkânımın açık olduğu süre içerisinde burada hiç dağıtımı olmayan bilinmeyen birçok grubu getirdim, kaydettim, dinleyiciye tanıttım. Üç kafa teyp almıştım, kayıt yaparken çıkan sesi dinleyebiliyorsunuz. Diğer teyplerde öyle değildir; kaydedersiniz ses seviyesi düşük mü yüksek mi kanal düştü mü göremezsiniz. Ben bağdaş kurup karşısına oturup gözlerim o iki tane ibrede saatlerce kayıt yapardım. LP’nin isimlerini yazardım, grup elemanlarının adlarını, şarkı isimleri, bestecileri hepsini detaylıca dinleyiciye aktarmaya özen gösterirdim. Albüm kapaklarını da kuş bakışı çekip matbaaya götürdüm ki insanlar dinliyor ama orda bir de görsel dil var, onu da görsün. Sonra Alman televizyon kanallarından müzik video kliplerini çekerdim ki dükkâna gelen izlesin. Benim dükkânım ilkti bu konuda. Sonra benden aldıkları kasetleri kötü kopyalarla çoğaltıp satan çok oldu. İlgilenmiyorum tabii. 

Dükkânınıza gelenler sizin de müzisyen olduğunuzu, Çığrışım’ı biliyorlar mıydı? 
Bilmiyorlardı. Hiç bahsetmemişimdir. Kendini övmek gibi olmasın diye. Benim yaptığım müzik on yıllardır toprak alanda kalmıştı. Ama demek ki bir tomurcukmuş. Sevgili Ercan ve Cem (Ironhand Records) su verince yeniden filizlendi. Şimdi Amerika’da, Fransa’da, Norveç’te, Yunanistan’da, Almanya’da, İngiltere’de radyolarda çalıyor şarkılarım. 

Image
  1. Tarık Töre’nin güneş sistemine hoş geldiniz: Whellkom

    Tarık Töre’nin ilk solo sergisi Whellkom geride bıraktığımız sene sonunun en etkilendiğimiz sergilerinden biriydi. Sergiyi gezip görüp biraz da tuvaller arasında kaybolduktan sonra aklımızda kalanları konuşmak için Töre ile sohbete oturduk.

  2. Anların arasını yakalamak: Brian ‘B+’ Cross

    İrlandalı fotoğrafçı, yapımcı ve DJ Brian “B+” Cross, bugüne kadar siyahi sanat akımı, dub, Etiyopya cazı ve Brezilya sambasına dair özel birçok an belgelemiş olmanın yanı sıra DJ Shadow'un 1996 yılına can vermiş ilk albümü "Endtroducing"in kapak fotoğrafının da sorumlusu.

  3. 2017: En iyi 50 albüm

    Her sene dergi ekibinin birbirini yiyip kendi arasında küçük alevlenmelerin çıkmasına sebep veren Yılın En İyi 50 Albümü listemizi hazırlarken işleri biraz daha karıştıralım dedik ve değerlendirme ekibini çevremizden çeşitli müzisyen, yazar, DJ ve organizatörlerle genişlettik. Ortaya çıkan kabarık albüm havuzunu 50’lik bir listeye sığdırmak her ne kadar zorlasa da yıl boyunca ne denli nitelikli ve fazlasıyla özgün albüm çıktığı gerçeği bir kez daha yüzümüze çarptı. İşte Bant Mag.’ın 2017 yılından seçtiği en iyi 50 albüm burada!

  4. 2017: Yerli sahnede yılın en iyi 30 albümü

    Her geçen gün daha fazla ayakları yere basan albümün yayınlandığı yerli müzik sahnesi 2017’de de fazlasıyla hareketliydi. Köklü grupların ihtişamlı albümlerinden fazlasıyla tatmin edici ilk albümlere, işte 2017’de yerli sahnede üretilmiş uzunçalarlardan Bant Mag. ekibinin ve kalabalık jürimizin radarında en belirgin şekilde yerini alan 30 albüm!

  5. 2017: Müzik klipleri, yeniden basım ve derleme albümler

    2017’den göz alıcı klipler ve yeniden basılmış kimisi gizli kimisi çoktan âşık olunmuş albümler...

  6. Gökçen Kaynatan neden bir efsane?

    Geçtiğimiz Aralık ayında Gökçen Kaynatan’ın Finders Keepers etiketiyle yayınlanan ve erken dönem elektronik kayıtlarından özel bir koleksiyonu dinleyiciyle paylaşan plağının lansmanı kapsamında Bant Mag. Havuz’da gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, kendisinin neden bir efsane olduğunun temeline inmeye çalıştık.

  7. İstanbul punk mitolojisi: Tünay Akdeniz

    Tünay Akdeniz’in 1970-1980 arası yayınladığı şarkılarının toplandığı “The Godfather of Turkish Punk” plağı Ironhand Records tarafından geçtiğimiz Kasım ayında yayınlandı. Enstrümantal versiyonlar ile birlikte 12 parçanın yer aldığı albümde iki de sürpriz şarkı bulunuyor. Bu vesileyle Erinç Güzel, Tünay Akdeniz’le derinlemesine bir sohbete oturuyor.

  8. Aklımdakiler: kim ki o

    Yeni albüm "Zan"ın perde arkasını kim ki o'nun bir hayli uzun yolculuğunda çeşitli şekillerde yer almış müzisyenler, prodüktörler, DJ’ler ve sanatçıların gruba yönelttiği sorularla aralıyoruz.

  9. Aklımdakiler: Tuğçe Şenoğul

    Seni Görmem İmkansız ve Kahinar gruplarıyla yaptığı üretimlerin ardından kariyerinin ilk solo albümünü yayınlayan Tuğçe Şenoğul’a yakınındakiler, dostları ve hayatına bir noktada dokunmuş olan isimler merak ettiklerini sordu.

  10. Şarkı şarkı: Nilipek. – “Döngü” albümü

    Nilipek.'e gizemli sularda özgürce gezindiği, taptaze keşiflerle içtenliği bir araya getirdiği yeni albümü "Döngü"deki 12 parçayı sorduk, Merve Vural da hepsini tek tek resimledi.

  11. Aydınlıkları ve karanlıklarıyla 2017: Moon Duo

    Moon Duo’nun nefis synth partisyonlarından sorumlu Sanae Yamada’yla geride kalan yılı gözden geçirdik.

  12. 2017: En iyi 50 film

    İşte Bant Mag. ekibinin dünyada ilk kez 2017 yılı içerisinde vizyona girmiş ya da festival prömiyerini gerçekleştirmiş filmler arasından seçtiği en iyi 50 film!

  13. 2017: Yılın dizileri

    Dünyada ilk kez 2017 yılı içerisinde yayın hayatına başlamış olan yeni drama ve komedi dizileri ile mini diziler arasından, Bant Mag. ekibinin seçtiği en iyilerin yer aldığı 10’luk listeler!

  14. 2017: Ağlamaklı liste, yerli filmler, kuir filmler ve belgeseller

    2017’nin ilgiye değer diğer filmleri, yılın en iyi yerli filmleri, belgeselleri, kuir filmlerinin yer aldığı diğer listeler burada!

  15. A Yüzü B Yüzü: Jim Carrey

    Her sayı tartışmalı bir isme, filme ya da olaya iki farklı bakış açısından yaklaşan iki ayrı yazının sıralanacağı A Yüzü B Yüzü köşesinin ilk konuğu Jim Carrey. Geçtiğimiz aylarda Jim & Andy - The Great Beyond ile adından söz ettiren komedyen hakkında Melikşah Altuntaş açık, güneşli, Binnaz Saktanber ise sağanak yağışlı bir köşeden bildiriyor.

  16. 2017: Dikkat çeken kitaplar

    Severek takip ettiğimiz beş yayınevine 2017 içinde hem kendi yayınladıkları hem de diğer yayınevlerinden çıkan ve dikkat çekmek istedikleri kitapları sorduk.

  17. İnsanı duvara çarptıran bir belgesel: Lüfer

    Kimisine göre boğazın prensi, kimisine göre yırtıcı piranası olan lüfer balıklarının soyunun tükenmesi, yüzyıllardır lüfer etrafında örülen aşkın, muhabbetin ve afiyetin de sonuna işaret ediyor.

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler