54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde, aralarında Türkiye’den Sibel’in de bulunduğu 16 film yarıştı. Bazılarını festivalle eşzamanlı olarak Filmekimi gösterimlerinde izleme fırsatı bulmuş olabileceğiniz bu filmlerin geriye kalanlarını da önümüzdeki aylarda ülkemizdeki farklı festivallerde ve vizyon takviminde görmemiz olası.


10-21 Ekim tarihleri arasında gerçekleşen 54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nin takip ettiğimiz Uluslararası Yarışma bölümünde, aralarında Türkiye’den Sibel’in de bulunduğu 16 film yarıştı. Kimi sinema diline getirdiği yaratıcı anlatım biçimleriyle, kimi insan ırkının iyi ya da kötü, çürümüş ya da saf yanlarını çarpıcı bir şekilde temsil eden karakterleriyle öne çıkan bu filmlere dair izlenimlerimizi bu yazıda topladık. Bazılarını festivalle eşzamanlı olarak İstanbul, Ankara ve İzmir’deki Filmekimi gösterimlerinde izleme fırsatı bulmuş olabileceğiniz bu filmlerin geriye kalanlarını da önümüzdeki aylarda ülkemizdeki farklı festivallerde ve vizyon takviminde görmemiz olası.

1964 yılından bu yana devam eden Chicago Film Festivali, Kuzey Amerika’daki, yarışma bölümü bulunan en uzun soluklu film festivali olma özelliği taşıyor. Festivalin büyük ödülü Altın Hugo’nun bugüne kadarki sahipleri arasında Wim Wenders’dan Michael Haneke’ye birçok usta yönetmen bulunması bir yana, sadece son 10 yıla bakıldığında bile, Carlos Reygadas, Steve McQueen, Aki Kaurismäki, Leos Carax, Cristi Puiu gibi isimlere rastlıyoruz. Bu isimlerin arasına bu yıl Lazzaro felice (Happy As Lazzaro) filmiyle Alice Rohrwacher eklendi. Chicago’da çekilen bağımsız yapımlara, Afro-Amerikan yönetmenlerin filmlerine, Latin Amerika sinemasına ve LGBTİ+ anlatılarına özel parantezler açan bölümleriyle, yaz boyunca Avrupa festivallerinde görücüye çıkan yapımları Ortabatı’ya taşıyan festivalin bu seneki 16 yarışma filmini (alfabetik sırayla) aşağıda bulacaksınız. Chicago Uluslararası Film Festivali Uluslararası Yarışma jürisi, İspanya’dan Pablo Berger, Türkiye’den Aslı Özge, İtalya’dan Andrea Pallaoro, Arjantin’den geçtiğimiz yılın Altın Hugo kazananı Diego Lerman ve Chicagolu oyuncu ve yönetmen Regina Taylor’dan oluşuyordu.

Image

Alice T.
Yön: Radu Muntean (Romanya-Fransa-İsveç)

Planlı olmayan hamileliğinin sonuçlarıyla başa çıkmakta zorlanan, bebeği doğurmak ve kürtaj yaptırmak arasında kalan liseli genç kadın Alice’in içindeki isyan etme arzusu her şeyden güçlü. Filmin Romanya’dan çıkışı ve konusu ister istemez akıllara Altın Palmiye ödüllü 4 luni 3 saptâmani si 2 zile (4 Months, 3 Weeks and 2 Days) filmini getiriyor. Artık zaman ve şartların değişmiş olması ya da Alice’in ebeveynlerinin hamilelik haberini soğukkanlılıkla karşılaması, isyanın ve başkaldırının çekiciliğine engel olamıyor. Andrea Guti’nin başarıyla canlandırdığı karakter, yolunu kaybetmiş bir genç kadından çok, kendi kararlarını verme isteğiyle yanıp tutuşan, büyümekte olan bir genç. Film, Romanya sinemasının uzun planla çekilmiş tuhaf ve gergin bekleyişler kataloğuna da bir yenisini ekliyor.

Image

Animal
Yön: Armando Bo (Arjantin-İspanya)

Latin Amerika sinemasının tanıdık yüzlerinden Guillermo Francella’nın başrolünde döktürdüğü Animal hakkında söyleyecek başka olumlu bir şey bulmak zorlayıcı. Film, böbrek nakli için organ bağışı sırasında beklemekten usanan bir adamın dramına odaklanan bir kara komedi. Antonio’nun yeni bir böbreğe sahip olmak için başvurduğu akıl almaz yöntemler, yeni bir böbrek için maddi ve manevi tüm birikimini feda etmeyi göze alışı ve tüm bunların hayvani içgüdülerle hayatta kalma arzusuna bağlanışı kesinlikle inandırıcı olmayı başaramıyor. Mantık dışı ve yer yer toplumun düşük gelirli kesimlerine karşı saldırgan ve ayrımcı oluyor hatta. Birdman’in senaristi Armando Bo’nun yönettiği ilk film, ne yazık ki Alejandro González Iñarritu’nun Birdman’de ustaca kotardığı, uzun planlar ve bateri ağırlıklı müzikler gibi bazı numaraları taklit etmeye çalışıyor ve bunda başarısız oluyor.

Image

Diane
Yön: Kent Jones (ABD)

Yarışmada ABD’yi temsil eden tek film olan bu bağımsız, Hitchcock/Truffaut belgeseliyle tanıdığımız Kent Jones’un ilk kurmaca filmi. Sadece “tuhaf” denilebilecek anlatım dili ve zamansal atlamalarıyla dikkat çeken Diane’in merkezinde filme adını veren bir kadın var. 50’li yaşlardaki Diane, geçmişteki pişmanlıklarının kefaretine kendisini o denli kaptırmış ki onu uzunca bir süre sadece başka insanların evlerinde, farklı mekânlarda, başkalarına yardım ederken izliyoruz. Bir gün eline boş bir günlük alıp, yazdığı “Bugün” sözcüğüne bakakalan, kendini ihmal ettiğinin farkına vararak bir “Gloria” anı yaşayan Diane’in bu anı, Lelio’nun filmindekinin aksine bir çöküşün başlangıcı oluyor. Karakter için de film için de… Filmin geri kalan kısmı, o günlüğe yazılacak şu cümleyle özetlenebiliyor: “Tüm sevdiklerim gitti ve ben olduğumla kaldım.

Image

Doubles vies (Non-Fiction)
Yön: Olivier Assayas (Fransa)

Özellikle Fransız sinemasında sıkça karşımıza çıkan, tek bir soruyu ya da sorunu ele alıp bunu uzun diyalog ya da tartışmaya açan, dost meclisinde dönen bir Siyaset Meydanı’nı andıran alttürün son temsilcisi, Olivier Assayas’ın Doubles vies (Non-Fiction) filmi olmuşa benziyor. Kiarostami’nin Copie conforme (Certified Copy) ya da Assayas’nın Clouds of Sils Maria’sı, bu alttürün başarılı örnekleri arasında. Juliette Binoche ve Guillaume Canet gibi tanınmış oyuncularla doldurduğu kadrosunu farklı kombinasyonlarla sahnelere yerleştiren ve onlara edebiyat dünyasının, yayıncılık sektörünün, e-kitapların ve kurmaca, otobiyografi ve özel hayatın ihlali arasındaki ince çizginin sınırlarını tartıştıran yönetmen, tartışmalarını ne yazık ki “hiç de aklıma gelmemişti!” diye düşündürecek zekice sorular ve cevapların derinliğinde değil, “biz de geçen gün arkadaşlarla onu konuşuyorduk” sığlığında sularda geziniyor. Assayas’ın ve karakterlerinin sorduğu “algoritmalar mı, eleştirmen yorumları mı”, “oto-kurmaca mı, başkalarının hayatını çalmak mı?”, “fiyat mı edebi değer mi?” gibi sorular endişeli entelektüellerin sohbetlerinden çok bir liselerarası münazara yarışmasına ait gibi… Hele bir de kendini zeki sanan bir “Juliette Binoche esprisi” var ki, filmin sonuna kadar dayanabilenler için kurulmuş son bir tuzak sanki…

Image

Duelles (Mother’s Instinct)
Yön: Olivier Masset-Depasse (Belçika-Fransa)

Olivier Masset-Depasse, içinde bulunduğumuz on yılda Belçika’dan çıkan en iyi filmlerden biri olan Illégal’in yönetmeni. Yönetmenin, şüphe ve paranoyanın başrolde olduğu, izleyicinin gerçeklik algısıyla durmadan oynayan Duelles (Mother’s Instinct) ile anlatıya ya da sinema diline herhangi bir yenilik getirmese de iyi bir iş çıkardığını söylemek mümkün. Yaşıt küçük çocukları bulunan iki komşu annenin arası, birinin açık unutulan pencereye tırmanıp aşağı düşen çocuğu ve diğerinin bu kazaya tanıklık etmesiyle bir daha düzelmemek üzere bozuluyor. Zamanla onarılmış gibi gözüküp bir anda yeniden daha güçlü bir darbe alan bu dostluğun etrafını saran ölüm kokusu film boyunca daimi kalıyor ve kaynağı gizemini koruyor. İzleyiciye kusursuz planlanan seri cinayetlerle mi yoksa sınırları oldukça geniş bir paranoyayla mı karşı karşıya olduğunu durmadan sorgulatıyor. Sıradan ya da klişe bulunabilecek bazı hamlelerine rağmen iyi bir dönem filmi – psikolojik gerilim harmanı Duelles.

Image

En guerre (At War)
Yön: Stéphane Brizé (Fransa)

En İyi Senaryo Ödülü (Stéphane Brizé ve Olivier Gorce)

Stéphane Brizé, özellikle Avrupa sinemasında her yıl etkileyici örneklerine rastladığımız sosyal gerçekçilik akımının önemli temsilcilerinden biri. En guerre’de (At War), bulunduğu kasabada binlerce kişiye ekmek kapısı olan bir fabrikanın, zarar ettiği için değil de yeterince kâr etmediği için, sahibi olan uluslararası şirket tarafından kapatılacağı açıklanıyor. Mağdur olan işçilerin hakları için verdiği mücadelenin nafile bir çaba olduğu gerçeğini, daha filmin konusunu okur okumaz, hem sinemadaki hem de günlük yaşamdaki deneyimlerimizden yola çıkarak tahmin etmek güç değil. Brizé, bu mücadelenin umut ya da umutsuzluk, birlik ya da bölünme dolu mihenk taşı anlarını, gayet gerçekçi bir şekilde kaydediyor. İzlediğimiz upuzun tartışmaların gündemde zerre kadar iz bırakmadığını da televizyonlarda her gün karşımıza çıkan o haber diliyle görüyoruz. Günümüz düzeninde yaşanan haksızlıklara, tartışmalara ve başarısızlıkla sonuçlanan mücadelelere ekranlarda, gazetelerde, sosyal medyada ya da meydanlarda tanık olmaya doymadıysanız Brizé’nin filmi ve Vincent Lindon’un her an kalp krizi geçirecekmiş gibi kendini verdiği başarılı performansı tam size göre.

Image

Før Frosten (Before the Frost)
Yön: Michael Noer (Danimarka)

Gümüş Hugo: En İyi Erkek Oyuncu (Jesper Christensen)

2010’da ilk filmi ile çok iyi bir başlangıç yapan Michael Noer’in yepyeni filmi, seyircisini 1850’lerin Danimarka kırsalına, yoksulluk, doğa koşulları ve insani zaaflarıyla mücadele etmekte zorlanan bir çiftçinin yaşamına konuk ediyor. Nordik sinemanın yaşayan en önemli oyuncularından, 70 yaşındaki Jesper Christensen, kusursuz bir performansla filmi neredeyse tek başına sırtlıyor. Trajedi ve şanssızlıklar, yaşlı aile babası Jens’in genç kızı ve iki yeğeniyle idare etmeye çalıştığı çiftliğin üzerinde -hem gerçek anlamda hem de mecaz anlamda- kara bulutlar gibi dolaşıyor. Çiftliği satın almak isteyen bir İsveçli zenginin ortaya çıkışıysa para ve güç sevdasının, gözükara bir bencilliğin su yüzüne çıkmasını kolaylaştırıyor. Bir diğer usta oyuncu Ghita Nørby’nin de kısa ama etkili bir rolde karşımıza çıktığı film, ağır temposuna ve tüm karanlığına rağmen içerdiği entrikalar ve sürprizlerle kendini zevkle izlettiriyor.

Image

Gräns (Border)
Yön: Ali Abbasi (İsveç-Danimarka)

Låt den rätte komma in (Let the Right One In) romanın yazarı, filminin senaristi olan John Ajvide Lindqvist’in 2005 tarihli bir kısa öyküsünden uyarlanan Gräns (Border)her fantastik metin ya da film gibi, dünyamızda ters giden şeylerden bir kaçış imkânı sunmak, gerçek dünyayı simgelemek için kurgulanmış masalsı bir hikâyeye sahip. İsveç’in bir limanında gümrük görevlisi olarak çalışan ve fiziksel görünümü nedeniyle çoğu zaman dışlanmaktan ve hor görülmekten kurtulamayan Tina, Vore’yle tanıştığı andan itibaren kendini keşfetmeye ve azınlık konumunda olduğu düzenin kurallarına göre oynamak zorunda olup olmadığını sorgulamaya başlıyor. Mültecilerden LGBTİ+ topluluklara her türlü azınlığın yaşadığı sorunlar ekseninde okunabilecek hikâyesiyle bu fantastik film, Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard (Belirli Bir Bakış) ödülünün sahibi olmuştu. En İyi Yabancı Dilde Film Oscar yarışında da İsveç’i temsil eden filmin bu kategoride finale kalıp kalmayacağını bilemiyoruz, fakat En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı kategorisinde de adaylık elde edebileceğini öngörmek zor değil.

Image

Jiang hu er nv (Ash Is Purest White)
Yön: Jia Zhangke (Çin)

Gümüş Hugo: En İyi Yönetmen (Jia Zhangke)
Gümüş Hugo: En İyi Kadın Oyuncu (Zhao Tao)

Sanxia haoren (Still Life) ve Tian zhu ding (A Touch of Sin) gibi filmlerin ardından bir kez daha modern Çin toplumundan insan manzaraları ve yolu aşkla ve şiddetle kesişen yaşam öyküleri sunan Jia Zhangke, merkeze zehirli bir aşkı alıyor. İki buçuk saatlik süresiyle bu destansı hikâye, kadın ve erkek arasındaki güç dengelerinin değişimini çarpıcı bir şekilde ortaya koyarken, buna paralel bir şekilde Çin’deki kent yaşamının evrimine de ışık tutuyor. Filmin 2001, 2008 ve 2017’de geçen üç bölümünde bambaşka karakterlere bürünen Zhao Tao’nun performansı dillere destan; Çin’in dağların arasında ve nehirlerin kıyısında yükselen dev kentleri ve (mimarlık değil ama) mühendislik gösterisine dönüşen yapıları da ondan rol çalıyor. Tüm bu başarılı yanları bir yana, filmin süresinin gereksiz uzatıldığına dair eleştirilere katılmamak elde değil.

Image

Joy
Yön: Sudabeh Mortezai (Avusturya)

Gümüş Hugo: Jüri Özel Ödülü (Sudabeh Mortezai)

Nijerya’dan Avusturya’ya uzanan Joy, gelenekle istismar arasındaki çizgiyi inceliyor ve sorunu çözmek yerine ortadan kaldırmayı seçen Batı’nın ikiyüzlülüğünü bir kez daha ortaya koyuyor. Yeni bir hayat vaadiyle Afrika’dan uzaklaşmalarını sağlayanlara “borçlarını” ödemek için Viyana sokaklarında fahişelik yapmaya zorlanan bir ev dolusu Afrika kökenli genç kadın, kısır bir döngünün isimsiz ve görünmez parçaları. Festival jürisi, jüri özel ödülünün gerekçesi olarak filmin dürüst ve tutarlı bir istismar döngüsünün içinde oluşunu gösteriyor. Sudabeh Mortezai, bu ikinci filminde en karanlık sahnede dahi ajitasyona ve gözyaşına oynamayan, sadece gerçekleri yansıtmayı görev edinmiş bir yol izliyor.

Image

Lazzaro felice (Happy as Lazzaro)
Yön: Alice Rohrwacher (İtalya-İsviçre-Fransa-Almanya)

Altın Hugo: En İyi Film (Alice Rohrwacher)

Daha önce Le meraviglie (Wonders) filmini izlediğimiz Alice Rohrwacher’in Lazzaro felice’i (Happy as Lazzaro), Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü paylaşmıştı. Saflık ve iyilik kavramlarının tüm izdüşümlerinin vücut bulmuş hali diyebileceğimiz ana karakteri Lazzaro, sadece duygulararası bir yolculuk değil zamanda bir yolculuğun da lokomotifi. “İnsanlar hayvanlar gibidir; onları özgür bıraktığın anda, aslında bir köle gibi yaşadıklarının farkına varırlar.” repliğinin hakkını veren bir saflığın-yitişi, gerçeklerin-acıtması öyküsü bu. Chicago’da festivalin en büyük ödülüne layık görülen Lazzaro felice (Happy as Lazzaro) için jüri gerekçe olarak filmin “son derece büyüleyici, şaşırtıcı ve hakiki, titiz, şiirsel bir sinema diline sahip oluşunu, geçmiş ve bugünü birbirine geçiren son derece orijinal, düşündürücü, katmanlı ve esrarengiz bir deneyim yaşatıyor olmasını ve izleyenleri kendi insanlığıyla gizem, zarafet ve lirizm yoluyla yüzleşmeye davet edişini” gösteriyor. Özetlemek gerekirse, “masalsı” sözcüğü, belki de hiçbir filme bu kadar ait olmamıştı.

Image

Pájaros de verano (Birds of Passage)
Yön: Cristina Gallego & Ciro Guerra (Kolombiya-Meksika-Danimarka-Fransa)

En İyi Görüntü Yönetimi Ödülü (David Gallego)
En İyi Sanat Yönetimi Ödülü (Angélica Parea )

2015’te El abrazo de la serpiente (Embrace of the Serpent) filminde yapımcı ve yönetmen olarak çalışan ikili Cristina Gallego ve Ciro Guerra, bu yeni filmlerinde yönetmenlik koltuğunu paylaşıyor. Pájaros de verano (Birds of Passage), ilk güzelliği bölümlerden değil de “şarkılardan” oluştuğunu söyleyerek yapıyor. Filmin (festival jürisinin de gözünden kaçmayan) muazzam görüntüleri ve ince işlenmiş detaylarla dolu sanat yönetimi, 1960’ların ve 1970’lerin Kuzey Kolombiyası’nda geleneklerine ölümüne bağlı bir yerli topluluğun çöküşüne tanık ediyor izleyenleri. Çöküşün tek sebebi sahip oldukları topraklarda yatan cevherin farkına varışları sanılabilir; fakat mesele sadece uyuşturucu meselesi değil. İnsan doğasındaki güç ve para hırsının yüzyıllardır süregelen bir düzeni nasıl 15 yıldan az bir sürede alaşağı ettiğini, kuşların gelip geçtiği şu beş “şarkıyla” anlatıyor yönetmenler: Yabani Otlar, Mezarlar, Refah, Savaş ve Araf. Kolombiya’nın En İyi Yabancı Dilde Film Oscar yarışı için seçtiği filmin, 2015 yılında adaylık elde eden El abrazo de la serpiente’nin (Embrace of the Serpent) izinden gidip gitmeyeceğini birkaç ay içinde göreceğiz.

Image

Podbrosy (Jumpman)  
Yön: Ivan I. Tverdovsky (Rusya-İrlanda-Litvanya-Fransa)

İki yıl önce Zoologiya’da (Zoology) kıvrak zekalı, mizah dolu, oyunbaz ve tuhaf bir hikâye anlatan Ivan I. Tverdovsky’nin üçüncü filmi, annesi yıllar sonra yeniden hayatına giren bir çocuğun yaşadıklarıyla ilgili. Doğduğu gün kimsesizler yurduna bırakılan 16 yaşındaki Denis, vahşi ve acımasız bir düzenbazlık silsilesinin parçası yapılmak üzere annesinin ilgi odağı olduğunun farkında olmasına rağmen bunu görmezden geliyor. Bir yandan kişisel ve bireysel hikâyesiyle, duygularıyla oynanan bir çocuğun dramını ve bencil bir annenin canavarlığını anlatan film, bir yandan da Rus bürokrasisinin ve toplumunun yozlaşmışlığına çomak sokuyor. Anne-oğul arasında yarattığı cinsel gerilimle huzursuzluğa huzursuzluk katan, her darbe ve her nefessiz kalışla Denis’in hissedemediği acıları izleyicisine biraz daha hissettirmeyi başaran film, tüm gerilimine ve rahatsız ediciliğine rağmen zevkle, merakla izleniyor.  

Image

Sibel
Yön: Çağla Zencirci & Guillauma Giovnetti (Fransa-Almanya-Lüksemburg-Türkiye)

Prömiyerini yaptığı Locarno Film Festivali’nin yanı sıra Adana Film Festivali ve Ulusal Yarışma’dan da ödüllerle dönen Sibel, daha önce Türkiye’de ve yurt dışında belgesellere de konu olmuş Kuşköy’ün ve Kuş Dili’nin özgünlüğünden ve ilginçliğinden faydalanıyor. Konuşamayan ve ıslıklardan oluşan Kuş Dili dışında bir iletişim yolu olmayan Sibel, yabancıların ve farklı olanların sevilmediği, kadınların kadınlara karşı birlik olduğu küçük bir köyde isyanın, karşı çıkmanın, sesini yükseltmenin ve özgürlüğün simgesi oluyor. Bu rol için ıslık çalmayı öğrendiğini söyleyen Damla Sönmez, benzersiz ve kusursuz bir performansla, kendini ve sınırlarını fiziksel olarak zorlayarak ortaya heyecan verici bir iş çıkmasına en büyük katkıyı sağlıyor. Sibel’in Ocak 2019’daki vizyon tarihi öncesi yolculuğunu izlemek heyecan verici, Chicago’daki yarışmada tanıdık bir film bulmak da öyle…

Image

Tarde Para Morir Joven (Too Late to Die Young)
Yön: Dominga Sotomayor Castillo (Şili-Brezilya-Arjantin-Hollanda-Katar)

Şili’de Santiago’nun dışındaki bir ormanlık alanda komün hayatı süren bir grubun içinde yetişmiş üç farklı yaştaki çocuğun hayatlarındaki belki de ilk hayal kırıklıklarıyla tanışmasına tanık olduğumuz Tarde para morir joven (Too Late to Die Young), 1990’larda geçiyor. Biri çocukluk, biri ergenlik, biriyse ilk gençlik yıllarındaki üç kahramanımız farklı kayıplar ve mutsuzluklar yaşıyor ve bunlardan kaçış yolunu farklı şekillerde buluyor ya da bulamıyorlar. Üç karakterli hikâyesini anlatırken hiçbir karaktere tam olarak yoğunlaşamamış hissi veren yönetmen, karakterlerinin içindeki yangınları somutlaştırarak kolaya kaçmayı seçiyor.

Image

Transit
Yön: Christian Petzold (Almanya-Fransa)

Anna Seghers’in aynı adlı ve 1942 tarihli romanını zekice bir uyarlama ve modernleştirme tekniğiyle, zamansız bir hikâyeye dönüştüren Transit, kış aylarında Berlin Film Festivali’nde yarışmış, İstanbul’da ise önce İstanbul Film Festivali’ne, ardından vizyona konuk olmuştu. Orijinal romandaki Nazi rejiminden kaçan ve mülteci konumuna düşen insanların yaşadığı kitlesel ve bireysel dramların zamana, mekâna, döneme ya da rejime özgün olmadığının farkına varan Petzold, bir edebi distopyadan çok, gerçekleşmesi maalesef günbegün daha olası gözüken korkunç bir düzene göndermelerde bulunuyor. Umutsuz ve bu mutsuz yolculuğumuzda bize (bu sayı için bir röportaj yaptığımız) Franz Rogowski’nin canlandırdığı Georg eşlik etse de, onun bekleyişi boyunca karşımıza çıkan yan karakterler mülteciliğin, kaçma isteğinin ve bilinmezliğin açtığı yaraların evrenselliğini ve zamansızlığını tekrar tekrar kavramamızı sağlıyor: Hastalıklar, yardımlaşmalar, intiharlar; vizeler, vize fotoğrafları, konsolosluk kuyrukları… Sadece Berlin, İstanbul ya da Chicago Film Festivalleri’nin değil, yılın en iyilerinden biri Transit.

  1. Amandine Urruty’nin baktıkça çoğalan, garip karnaval alemi

    Çocukluğundan bu yana kara kalemle derin bir gönül bağı kuran Amandine Urruty, yatağının konforundan kopmadan, kimi zaman günde 12-13 saat çalışarak yarattığı, garip bir karnavaldan kopup gelmiş dünyaların kapısını bizim için araladı.

  2. Benim kötülerim: Sezin Akbaşoğulları

    Hem sinema - televizyon hem de tiyatro işleriyle tanıdığımız Sezin Akbaşoğulları, gönlünde yatan “kötü” kadın karakterleri Bant Mag. için sıraladı. Antik Yunan’ın en trajik kötü kadını Medea’dan evcil hayvanların kızıl saçlı kâbusu Elmyra’ya uzanan favori kötülerinden ve “kötülük” anlayışının zengin çeşitliliğinden etkilendiğimizi itiraf ettiğimiz Sezin Akbaşoğulları’ndan kötü karakterin iyisi ve kötüsü nasıl olur, onun cevabını da aldık.

  3. Aklımdakiler: Ah! Kosmos

    İkinci Ah! Kosmos albümü Beautiful Swamp 5 Ekim’de aramıza katıldı. Geçtiğimiz haftalarda Salon İKSV’de katılanların hala kulağında yankılanan bir konserle yeni albümünü tanıtan Ah! Kosmos, Beautiful Swamp’a zengin bir ruh bataklığının derinliklerindeki titreşimlerden üretildiği ilk dinleyişten belli olan, birbirinden lezzetli parçaları sığdırmış. Ah! Kosmos yaşamının ve müziğinin yörüngesinde dolanan isimlerin hem yeni albüme hem de kişisel ve üretim deneyimlerine dair sorularını cevaplıyor.

  4. Hiç bitmeyen devinim: Shabaka Hutchings

    Günümüz deneysel caz sahnesinin en üretken ve ilham verici müzisyenlerinin başında gelen Hutchings bir kez daha dümeni İstanbul’a kırmışken...

  5. Şarkı şarkı: Barlas Tan Özemek – “Yalancılar Kahvesinde” albümü

    “Şarkı yazıyorum ben. Tedavi ediyor mu bilmiyorum ama deva olduğu kesin.”

  6. Ancient to the Future*: Art Ensemble of Chicago

    1960’ların ortasından bu yana en ilham verici müzik oluşumlarından biri olmayı sürdüren Art Ensemble of Chicago’nun avangart caz sahnesinin öncülerinden oluşan efsanevi kadrosunun kolaboratif ruhu Paris’te şekillenmeye başlamıştı...

  7. Korkusuz bir dürtü: Saul Williams

    İlk filmi Slam ile Sundance’de Jüri Özeli Ödülü’ne layık görülen “şair” Saul Williams müzik kariyerinde ise kafiyeyi bir kenara bıraktı, farklı janrları keşfettiği albüm ve projelerde salt verdiği mesaja odaklandı.

  8. Yatıştırıcı, büyüleyici ve dizginsiz: Beverly Glenn-Copeland

    Susam Sokağı’nın da bestecilerinden biri olan Copeland, 20 yıllık aranın ardından, yeni orkestrası Indigo Rising’le birlikte sahnelere döndü. 74 yaşına giren sanatçı, üretimlerini büyük bir tutkuyla sürdürüyor.

  9. Mirasın izlerini takip etmek: Anoushka Shankar

    Şimdiye dek altı kez Grammy’ye aday gösterilen ve 2006’da ödül töreni tarihinde sahne alan ilk Hint müzisyen olan Anoushka Shankar, insan ve hayvan hakları için ilham verici sesini tutkuyla yükselten bir sanatçı.

  10. Perspektiflerin birikimi: Rodrigo Amarante

    Brezilyalı müzisyen ve multi enstrümantalist Rodrigo Amarante’yi tanımadığınızı düşünüyor olabilirsiniz ama müziğini duymuş olmanız hayli yüksek bir ihtimal: Kendisi, Narcos dizisinin tema müziği “Tuyo”nun yaratıcısı. Ama Amarante’nin müzikal yolculuğu, bu spesifik şarkıdan çok daha fazlasını sunuyor.

  11. “Filmler birileri onları izleyince var olurlar”: Wim Wenders

    Pina, Paris Texas, Buena Vista Social Club… Daha saymaya gerek var mı? Ulu Wim Wenders’la yaptığımız bu söyleşide, dönemin politik yapısına, gençlere ve tabii ki sinemaya dair karizmatik ve alabildiğine bilge bir yaratıcının sözleri var. Dikkatli okursanız, tüm bu sözleri filmlerindeki sahnelerden hatırlayacaksınız.

  12. Cuaron’un Deli Raporu: Roma

    Beyaz perde tecrübesini her yeni filminde bambaşka bir görsel ve işitsel şölene çeviren Alfonso Cuaron’un uzun zamandır üzerinde çalıştığı ve teknik tercihleriyle gerçek bir deli işine dönüşen son filmi Roma, içinde bulunduğumuz kesat sinema yılının belki de en nadide cevheri.

  13. Chicago Film Festivali’nden bildiriyoruz: 16 yarışma filmi

    54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde, aralarında Türkiye’den Sibel’in de bulunduğu 16 film yarıştı. Bazılarını festivalle eşzamanlı olarak Filmekimi gösterimlerinde izleme fırsatı bulmuş olabileceğiniz bu filmlerin geriye kalanlarını da önümüzdeki aylarda ülkemizdeki farklı festivallerde ve vizyon takviminde görmemiz olası.

  14. Almanya sinemasının parlayan yıldızı: Franz Rogowski

    Hem geçtiğimiz aylarda izlediğimiz, Christian Petzold imzalı Transit hem de vizyon tarihi 22 Kasım olan In den Gängen (In the Aisles) filmlerinin başrolünde karşımıza çıkan Franz Rogowski ile, her iki filmin de gösterildiği 54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nde sohbet ettik.

  15. “Seslendirme sanatçısı deniyor ama tam olarak öyle değil”: Arda Tümer’le seslendirme oyunculuğu üzerine

    Ülkedeki seslendirme oyunculuğu sektöründe neler olup bittiğini, Netflix yapımlarından Star Wars’a birçok karakterin Türkçe sesi olan Arda Tümer’den dinliyoruz.

  16. Patriyarkanın batırdığı gemide siz ne yapmayı “seçiyorsunuz”?: Johanna Constantine ve Future Feminism

    “Eğer gereken buysa, aynı eski mücadeleyi bin kere daha vermeye hazırım.”

  17. Ferhat Uludere anlatıyor: 1990’lar, Trakya ve bir futbol takımı

    Yazar Ferhat Uludere yeni romanında bizi bir kez daha, ülkenin büyük ölçüde sırtını döndüğü, orada tam olarak neler döndüğünü bilmediği Trakya’ya, doğup büyüdüğü Lüleburgaz’a götürüyor.

  18. “Belki de kimse bir yere gitmemiştir”: Bu Ülkeden Gitmek

    Türkiye’de son yıllarda yaşanan ve bu göç coğrafyasının önceki deneyimlerinden farklılaşan hareketliliği gidenlerin ve kalanların kişisel hikâyeleri üzerinden aktaran "Bu Ülkeden Gitmek" kitabı, Eylül ayında Metropolis Yayıncılık'tan yayımlandı. Kafamızda konuya ilişkin yepyeni düşünme alanları açan kitapla ilgili sorularımız için söz yazarlar Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna'da.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler