Beyaz perde tecrübesini her yeni filminde bambaşka bir görsel ve işitsel şölene çeviren Alfonso Cuaron’un uzun zamandır üzerinde çalıştığı ve teknik tercihleriyle gerçek bir deli işine dönüşen son filmi Roma, içinde bulunduğumuz kesat sinema yılının belki de en nadide cevheri.


Dünya sinemasının başına gelmiş en iyi şeylerden biri olduğu rahatlıkla söylenebilecek Alfonso Cuaron’un reji dehasına daha önce defalarca tanıklık ettik. Özellikle yakın tarihli filmlerinden Children of Men ve Gravity özelinde, Cuaron’un izleyicisine, sinema deneyimi açısından zamanının ötesinde tecrübeler yaratma gayreti hafife alınacak gibi değil. Children of Men’deki birkaç antolojik sahne ya da Gravity için –bir çeşit buluş sayılabilecek– çekim tekniği, beyaz perde karşısında oturan seyircilerin, filmle kurdukları duyusal bağları kuvvetlendirme konusunda Cuaron’un ne kadar çok kafa yorduğunun ıspatları niteliğinde.

https://youtube.com/watch?v=6BS27ngZtxg

Cuaron’un Netflix için çektiği ve en nihayetinde küçük ekran izleyicisine yönelik içeriklerin yer aldığı bir kataloğa yerleştirilecek son filmi Roma’da da yönetmenin her zamanki hassasiyetlerini, bir anlamda her zamankinden de fazla görmek mümkün. Filmin sınırlı sayıda gösterime çıkacağı ülkelerdeki salonların özel bir ses donanımına sahip olma mecburiyetinden, Roma’nın sahip olduğu standart dışı ekran formatına kadar her şeyin ince düşünülüp, büyük bir özenle tasarlandığı film, her şeyiyle bir Cuaron marifeti ve rahatlıkla söylenebilir ki yönetmenin sinemasında gerçek bir zirve.

Meksika’da orta sınıfa mensup bir aile ve onların yanında çalışan yardımcılarının hikâyesini, içlerinden birini kahraman olarak seçiyor gibi yaparak anlatmaya koyulan Roma, açılış planından itibaren anlatım dilindeki tercihi açık ediyor. Ailenin yaşadığı evin avlusundaki köpek dışkılarının sabunlu suyla yıkandığı açılış planında, suyun yansıttığı bir gökyüzü ve o gökyüzünde süzülen bir uçak görüyoruz. Sular altında bırakılmadan önce yalnızca bir zemin gören izleyici, zemini kaplayan su ile birlikte bir başka görüş açısı kazanıyor: zeminin baktığı şey, yani gökyüzü. Film boyunca evin hizmetlisi ile hanımına benzer şeyler yaşatan hikâye, görsel bir paralellikle de besleniyor böylece.

Cuaron, birbirine doğru bakan iki şey arasında görünenleri yansıtırken, ekonomik ve sosyal sınıfları özelinde birbirinden belirgin şekilde ayrılmış ancak birbirine dönük yaşayan iki kadının başından geçenleri de hem birbirine hem de bize gösteriyor ve bir süre sonra biçimleri farklı, öyküleri aynı olan tanımlar, büyük bir ahenkle iç içe geçiyor. Cuaron’un henüz giriş planında işaret ettiği bu görsel ilişki, efsanevi final planında da vurgulanıyor ve Roma, kendine hayran bırakan bir sinema deneyimi olarak zihinlere kazınıyor.

2001 yapımı Y Tu Mama Tambien’den bu yana Cuaron’un kendi anadilinde çektiği ilk film olan Roma, pek çok anlamda yönetmen için kişisel bir değer taşıyor. Duygusal açıdan en bağ kurduğu film olduğunu söylediği Roma, yine kendi ifadesine göre yüzde 90 oranında Cuaron’un hafızasında yer etmiş imgelerden oluşuyor. Filmde gördüğümüz evde yer alan mobilyaların önemli bir kısmının kendisi ya da aile üyelerine ait olması ise bir başka ilginç detay.

Cuaron’un filmin gerçekliğine katkı sağlamak için kullandığı bir başka acayip yöntem ise çekimler sırasında senaryo ve rejinin tamamını kendisinden başka kimsenin bilmemesi. Cuaron her set gününde, o gün çekilecek sahneleri oyuncularına verip, kendilerinden en taze tepkileri almaya çalışmış. Hayatın, ezberleyip prova ettiğin bir yer değil, o an başına gelenlere verdiğin anlık tepkilerden ibaret olduğunun altını çizmeye çalışan Cuaron, sette ufak bir kaos ortamı yaratsa da, hayatın kendi ritminin de zaten bu olduğunu düşünüyor.

Filmin neredeyse tamamını kendi çocukluk anılarından yola çıkarak kaleme alan ve birebir gerçek mekanlarında çeken Cuaron, bu kişisel yolculuğa seyircisini bütünüyle ortak etmek için kadrajını çoğunlukla gözün gerçekte gördüğü açıyla belirliyor ve film boyunca sağa ve sola pan yapan kameranın varlığıyla, izleyicisini mekânın orta yerinde konumlayıp etraftaki her şeyi görmesini sağlıyor. Uzun plan sekanslarla bu gerçeklik hissini pekiştiren Cuaron, oyuncu kadrosunun neredeyse tamamını amatörlerden seçerek de bu etkiyi sağlamlaştırıyor. Örneğin filmin zirve anlarından biri olan ve hiç kesme yapılmayan, upuzun doğum sekansında gördüğümüz tüm doktor ve hemşireler oyuncu değil, gerçekten o hastanedeki doktor ve hemşireler tarafından canlandırılıyor. Cuaron aynı zamanda bu riskli ve duygusal açıdan zorlayıcı sekansı da tek bir kez çekmiş ve hiç tekrar almamış.

Cuaron’un Roma’daki çılgınlıkları bununla da sınırlı değil elbette. Görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile prensipte anlaştığı Roma’nın çekimleri başlamadan hemen önce Lubezki’nin filmde çalışamayacağı anlaşılınca ve Cuaron, filmdeki duyguyu ana dili İngilizce olan bir görüntü yönetmenine geçiremeyeceğini düşününce iş başa düşüyor ve filmin sinematografisini de üstleniyor. Böylece Cuaron, yazar, yönetmen, yapımcı ve kurgucu titrlerine sahip olduğu Roma’nın görüntü yönetmenine de dönüşüyor.

İlk kez kamera karşısına geçen ve çıkardığı harika işle muhtemelen Oscar, Altın Küre ve benzeri ne kadar ödül varsa hepsinde adaylık kazanacak olan Yalitza Aparicio’nun filmde canlandırdığı Cleo karakteri de aslen Cuaron’un çocukluk dönemindeki bakıcı/hizmetli Libo’yu temel alıyor. Cuaron, filmin kredilerinde perdeye de yansıttığı üzere filmi Libo’suna adamış. Bu da Roma’yı kişisel bir hazineye dönüştüren bir başka önemli detay. Libo’ya duyduğu bağlılığı ve aşka benzer duyguyu filmin adına da taşıyan yönetmen, Roma ismini, İspanyolca “aşk” anlamına gelen “amor”un tersten yazılışından alıyor.

Önümüzdeki ödül sezonunda adını epey duyacağımız ve Oscar’ların da şimdilik en güçlü adayları arasında gösterilen Roma, En İyi Film ödülünü kazanacak İngilizce olmayan ilk film olabilir. Kaç dalda aday olup kaç ödül kazanır bilinmez ama filmin teknik ödülleri süpürmesi ve özellikle ses kategorilerinde Oscar’ları eve götürmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Yılın bu en zengin ve bir o kadar da sade başyapıtını perdede görmenin bir yolunu bulmanızı ısrarla önerir, filmi izlemek için Netflix’e düşmesini bekleyecekseniz de ev sineması ortamınızı olabilecek en konforlu hale getirmenizi ve kesintisiz bir seyir tecrübesi yaşamanızı önemle tavsiye ederim.

Image
  1. Amandine Urruty’nin baktıkça çoğalan, garip karnaval alemi

    Çocukluğundan bu yana kara kalemle derin bir gönül bağı kuran Amandine Urruty, yatağının konforundan kopmadan, kimi zaman günde 12-13 saat çalışarak yarattığı, garip bir karnavaldan kopup gelmiş dünyaların kapısını bizim için araladı.

  2. Benim kötülerim: Sezin Akbaşoğulları

    Hem sinema - televizyon hem de tiyatro işleriyle tanıdığımız Sezin Akbaşoğulları, gönlünde yatan “kötü” kadın karakterleri Bant Mag. için sıraladı. Antik Yunan’ın en trajik kötü kadını Medea’dan evcil hayvanların kızıl saçlı kâbusu Elmyra’ya uzanan favori kötülerinden ve “kötülük” anlayışının zengin çeşitliliğinden etkilendiğimizi itiraf ettiğimiz Sezin Akbaşoğulları’ndan kötü karakterin iyisi ve kötüsü nasıl olur, onun cevabını da aldık.

  3. Aklımdakiler: Ah! Kosmos

    İkinci Ah! Kosmos albümü Beautiful Swamp 5 Ekim’de aramıza katıldı. Geçtiğimiz haftalarda Salon İKSV’de katılanların hala kulağında yankılanan bir konserle yeni albümünü tanıtan Ah! Kosmos, Beautiful Swamp’a zengin bir ruh bataklığının derinliklerindeki titreşimlerden üretildiği ilk dinleyişten belli olan, birbirinden lezzetli parçaları sığdırmış. Ah! Kosmos yaşamının ve müziğinin yörüngesinde dolanan isimlerin hem yeni albüme hem de kişisel ve üretim deneyimlerine dair sorularını cevaplıyor.

  4. Hiç bitmeyen devinim: Shabaka Hutchings

    Günümüz deneysel caz sahnesinin en üretken ve ilham verici müzisyenlerinin başında gelen Hutchings bir kez daha dümeni İstanbul’a kırmışken...

  5. Şarkı şarkı: Barlas Tan Özemek – “Yalancılar Kahvesinde” albümü

    “Şarkı yazıyorum ben. Tedavi ediyor mu bilmiyorum ama deva olduğu kesin.”

  6. Ancient to the Future*: Art Ensemble of Chicago

    1960’ların ortasından bu yana en ilham verici müzik oluşumlarından biri olmayı sürdüren Art Ensemble of Chicago’nun avangart caz sahnesinin öncülerinden oluşan efsanevi kadrosunun kolaboratif ruhu Paris’te şekillenmeye başlamıştı...

  7. Korkusuz bir dürtü: Saul Williams

    İlk filmi Slam ile Sundance’de Jüri Özeli Ödülü’ne layık görülen “şair” Saul Williams müzik kariyerinde ise kafiyeyi bir kenara bıraktı, farklı janrları keşfettiği albüm ve projelerde salt verdiği mesaja odaklandı.

  8. Yatıştırıcı, büyüleyici ve dizginsiz: Beverly Glenn-Copeland

    Susam Sokağı’nın da bestecilerinden biri olan Copeland, 20 yıllık aranın ardından, yeni orkestrası Indigo Rising’le birlikte sahnelere döndü. 74 yaşına giren sanatçı, üretimlerini büyük bir tutkuyla sürdürüyor.

  9. Mirasın izlerini takip etmek: Anoushka Shankar

    Şimdiye dek altı kez Grammy’ye aday gösterilen ve 2006’da ödül töreni tarihinde sahne alan ilk Hint müzisyen olan Anoushka Shankar, insan ve hayvan hakları için ilham verici sesini tutkuyla yükselten bir sanatçı.

  10. Perspektiflerin birikimi: Rodrigo Amarante

    Brezilyalı müzisyen ve multi enstrümantalist Rodrigo Amarante’yi tanımadığınızı düşünüyor olabilirsiniz ama müziğini duymuş olmanız hayli yüksek bir ihtimal: Kendisi, Narcos dizisinin tema müziği “Tuyo”nun yaratıcısı. Ama Amarante’nin müzikal yolculuğu, bu spesifik şarkıdan çok daha fazlasını sunuyor.

  11. “Filmler birileri onları izleyince var olurlar”: Wim Wenders

    Pina, Paris Texas, Buena Vista Social Club… Daha saymaya gerek var mı? Ulu Wim Wenders’la yaptığımız bu söyleşide, dönemin politik yapısına, gençlere ve tabii ki sinemaya dair karizmatik ve alabildiğine bilge bir yaratıcının sözleri var. Dikkatli okursanız, tüm bu sözleri filmlerindeki sahnelerden hatırlayacaksınız.

  12. Cuaron’un Deli Raporu: Roma

    Beyaz perde tecrübesini her yeni filminde bambaşka bir görsel ve işitsel şölene çeviren Alfonso Cuaron’un uzun zamandır üzerinde çalıştığı ve teknik tercihleriyle gerçek bir deli işine dönüşen son filmi Roma, içinde bulunduğumuz kesat sinema yılının belki de en nadide cevheri.

  13. Chicago Film Festivali’nden bildiriyoruz: 16 yarışma filmi

    54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde, aralarında Türkiye’den Sibel’in de bulunduğu 16 film yarıştı. Bazılarını festivalle eşzamanlı olarak Filmekimi gösterimlerinde izleme fırsatı bulmuş olabileceğiniz bu filmlerin geriye kalanlarını da önümüzdeki aylarda ülkemizdeki farklı festivallerde ve vizyon takviminde görmemiz olası.

  14. Almanya sinemasının parlayan yıldızı: Franz Rogowski

    Hem geçtiğimiz aylarda izlediğimiz, Christian Petzold imzalı Transit hem de vizyon tarihi 22 Kasım olan In den Gängen (In the Aisles) filmlerinin başrolünde karşımıza çıkan Franz Rogowski ile, her iki filmin de gösterildiği 54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nde sohbet ettik.

  15. “Seslendirme sanatçısı deniyor ama tam olarak öyle değil”: Arda Tümer’le seslendirme oyunculuğu üzerine

    Ülkedeki seslendirme oyunculuğu sektöründe neler olup bittiğini, Netflix yapımlarından Star Wars’a birçok karakterin Türkçe sesi olan Arda Tümer’den dinliyoruz.

  16. Patriyarkanın batırdığı gemide siz ne yapmayı “seçiyorsunuz”?: Johanna Constantine ve Future Feminism

    “Eğer gereken buysa, aynı eski mücadeleyi bin kere daha vermeye hazırım.”

  17. Ferhat Uludere anlatıyor: 1990’lar, Trakya ve bir futbol takımı

    Yazar Ferhat Uludere yeni romanında bizi bir kez daha, ülkenin büyük ölçüde sırtını döndüğü, orada tam olarak neler döndüğünü bilmediği Trakya’ya, doğup büyüdüğü Lüleburgaz’a götürüyor.

  18. “Belki de kimse bir yere gitmemiştir”: Bu Ülkeden Gitmek

    Türkiye’de son yıllarda yaşanan ve bu göç coğrafyasının önceki deneyimlerinden farklılaşan hareketliliği gidenlerin ve kalanların kişisel hikâyeleri üzerinden aktaran "Bu Ülkeden Gitmek" kitabı, Eylül ayında Metropolis Yayıncılık'tan yayımlandı. Kafamızda konuya ilişkin yepyeni düşünme alanları açan kitapla ilgili sorularımız için söz yazarlar Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna'da.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler