Ülkedeki seslendirme oyunculuğu sektöründe neler olup bittiğini, Netflix yapımlarından Star Wars’a birçok karakterin Türkçe sesi olan Arda Tümer’den dinliyoruz.


Dublaj sanatçılığı (ya da yeni konan ismiyle seslendirme oyunculuğu), Türkiye’deki uzun soluklu varlığına eski koşulların epey uzağında devam ediyor. Film izleme alışkanlıklarının geçirdiği evrimin, dublaj sektörüne doğru orantılı bir yansıması olduğunu gözlemlemek güç. Yeni nesil seslendirme oyuncularından Arda Tümer’in kapısını çaldık ve hem bu disiplinin gerekliliklerini hem de Türkiye’deki uygulanış biçimlerini konuştuk. Son dönemde Death Note, Mindhunter, Daredevil gibi Netflix yapımları, Spider-Man ve Big Hero 6 gibi Disney animasyonları ve son Star Wars spin-off’unda başrol Han Solo için mikrofon başına geçen Tümer’le Türkiye’deki seslendirme oyunculuğuna kapsamlı bir bakış.

“Eski kuşakta bir film gelince prova alınıyormuş, evlere metinler gidiyormuş. Şu an nasıl biliyor musun? Geliyorsun, 14.00’te seansın var giriyorsun, projeyi açıyorlar. ‘06:10’da başlıyorsun, Mark karakteri, kolay gelsin’ deyip 06:08’den kaydı giriyorlar. Metni ilk defa orada görüyorum, Mark kim bilmiyorum.”

Seni ilk olarak Dün Bugün Yarın filminde izlemiştim. Sonrasında seslendirme dünyasına geçişin nasıl oldu? Oyunculuğu takip eden bir süreç miydi senin için?
Bende bu her zaman bir meraktı. Orta okulda “Arda çık şunun taklidini yap,” derlerdi sürekli. İlk iki sene Almanca derslerinde o kadar çok çıkıp başka hocaların taklitlerini yaptım ki Almanca öğrenemedi kimse doğru düzgün. Orta 3’te başka bir hoca geldi ve ilk iki sene ne öğrendiğimizi sordu, biz de suratına boş boş bakıyoruz. Sohbet etmeye çalışıyor, kimse bir şey söyleyemiyor. Sonunda “Siz bu iki sene ne öğrendiniz?” diye sorduklarında “Hocam Arda taklit yaptı,” demişlerdi. Benim ablamda da böyle bir şey vardı, hem sopranoydu hem müzikallerde oynuyordu. Ben de tiyatrolarda oynuyordum. Hep başka insanların mimiğini, tavrını taklit etme, onlar gibi konuşma durumu vardı.

Seslendirme işinde de, bence bizim yaptığımız iş bir sanat değil. “Seslendirme sanatçısı” diyoruz ama iki sene önce yeni bir isim konuldu aslında: “Seslendirme oyuncusu” diye tanımı yapıldı. Bu işin ustalarından olan Yekta Kopan da bir röportajında “zanaat” diye tanımlamıştı yaptığımız işi, benim de kafama yatıyor bu. Bir ceketi sanat olarak baz alırsak, astarı oluyor yani. Benzetmesi tam olarak buydu. Mevcut olan sanatın, kişinin tavrını yakalayarak “taklit” etmeye çalışıyoruz aslında. Dublaja şöyle bulaştım; oyunculuk yaparken reklam kovalama, film kovalama süreçleri oluyordu ama bin tane oyuncu seçmesine gidiyorsun, bir tanesinde ikinci görüşmeye çağrılıyorsun, sonunda olmuyor. Sonunda bunu istemediğimi fark ettim, askere gittim ve dönüşünde XOXO’ya girdim ve bir sene orada çalıştım. Aslında seslendirme işi de orada başladı komik bir şekilde. Radio Adidas Originals’ı yapıyorduk o sıralarda ve bir radyo spotu lazım oldu. “Arda sen yapsana” dediler, patrona sordular o da “Hadi bakalım” dedi. Taksim’de bir stüdyoya gittik ve orada kaydettik. İnsanlar “Baya iyi yapıyorsun ya,” dedi, şirkette dinlediğimizde herkes “Oğlum sen bu işi yapabiliyormuşsun!” dedi. Öyle olunca cesaretlendim biraz. Dergiden ayrıldıktan sonra kendime bir demo doldurdum. Ufak bir ajanstaki bir elemana demo attım o da bana “Eğitim alsın” diye mail attı. Bu işin eğitimi mi var diye araştırdım, bir tane kurs buldum. Oradan sadece aşinalık kazandım, mikrofon diye bir şey varmış, kulaklıkmış… Bu işe başlamanın da yolu stüdyoya gidiyorsun, seni deniyorlar. Senin bu işi yapabileceğine kanaat getirirlerse yavaş yavaş başlıyorsun. Elbette bu çok uzun, yıllara yayılan bir süreç haline geliyor. Gelişim asla tamamlanmaz. Daha sadece 5 yıldır bu işi yapıyorum, önümde çetrefilli, uzun bir yol var.

Kurstan bir sertifikan olmasının pek bir geçerliliği yok yani?
Hiçbir işe yaramaz. Kurslarda aşırı iyi niyet var, çünkü sürekli hevesli insanlar gelsin istiyorlar. Bunu yapabilecek seviyede olmayan insanlara “Sen bunu yapabilecek seviyede değilsin zamanını boşa harcama,” demiyorlar. Sözlü yapıyorlar, ben 100 almıştım, yapamayan bir adam 85 almıştı mesela. Kursun tek getirisi bir aşinalık sağlaması. Bunun için 2.000 lira verebiliyorsan ver, ama bu işi stüdyoda ustaları gözlemleyerek öğreniyorsun ve yaparak elbette. Tabii işin teknik detayları da var, cebinde kelimeler olacak. Ağız kısa kalır, uzun kalır, öyle tarafları var işin. Oyunun mükemmeldir ama biri iki saatte yapabiliyorken sen üç günde yapıyorsundur, o zaman bu işi yapamazsın. Seri yapabilen insanlar bu işi yapıyor.

Senin ilk seslendirme deneyimlerin nasıl başladı?
Bizi bazı stüdyolara yönlendirdiler, ben de kotarabileceğimi düşünüyordum. Ama nedense senin götünün kalkacağını düşündüklerini için çok renk vermiyorlar, ben de kendimi sorgulamaya başladım. “Sen bu işi öğrenir yaparsın ama sektör sıkıntılı, bu işten para kazanmak zor, gül bahçesi vaat edilmediğini bil ” dediler. Eskiden durum farklıymış. 90’ların başı TRT hem bir okul hem de tüm iş orada, özel kanallar ilk açıldığı zaman piyasa çok iyiymiş. Herkes bugüne kıyasla çok iyi paralar kazanıyormuş. En azından eski ustalarımızdan dinlediklerimiz bunlar. Şimdilerde reklam piyasasında aranılan bir sesseniz, kazancınız dublaja oranla daha makul olabilir ancak o seviyeye gelmekte genelde yıllarla doğru orantılı.

İlk işin bir reklam filmi miydi?
Yok, ben arada sırada reklam seslendirmesi yapıyorum. Tercih edilen isimler genelde bilindik sesler oluyor. Bu işin 30-35 senelik üstatları da var. Sungun Babacan var, Ali Gül var… Daha bir sürü usta… Onlar daha çok tercih ediliyor ama pasta çok geniş, bir sürü iş var. İlla büyük bir marka reklamı olmak zorunda değil. Geçen gün bir öksürük şurubu reklamı kaydettim mesela, kim bilir nerde yayınlanacak? Biraz rütbeyle, kademeli olarak ilerliyorsun. İşi de kademeli olarak yapıyorsun. Dublaj için de aynı şekilde; tekniğine alışıyorsun, daha az takılıyorsun, oyununu geliştiriyorsun. Bence mesleğimin iki ana hattı teknik ve oyun kısımları. Eski kuşakta bir film gelince prova alınıyormuş, evlere metinler gidiyormuş. Şu an nasıl biliyor musun? Geliyorsun, 14.00’te seansın var giriyorsun, projeyi açıyorlar. “06:10’da başlıyorsun, Mark karakteri, kolay gelsin” deyip 06:08’den kaydı giriyorlar. Metni ilk defa orada görüyorum, Mark kim bilmiyorum. Belki rolün uzun bir rolse biraz yönetmen bahseder ama o da 15 saniye falan.

Biraz “en hızlı nasıl olur” üzerine yoğunlaşılıyor anlaşılan.
Aynen öyle. Tabii sen rolün hakkını vermek için elinden geleni yapacaksın. Çok iş var, bir saatte bir filmi alman gerekiyor çünkü senden sonra başka bir sanatçı gelip başka bir karakteri konuşacak, stüdyodaki insanlar da 18.00’de işten çıkacak. Vakit mühim.

Film dublajında bir karakteri biliyor olmak, özelliklerini gözlemlemek, önceden hazırlanmak gibi şeyler çok önemli gibi geliyor bana ama sanırım bunun için çok vaktin olmuyor.
Biraz genel kültür, birikim gibi şeyler devreye giriyor bu noktada. Yabancı dilinin olması avantaj. Ben meraklıyımdır filmlere, işime yarıyor kesinlikle.

Animasyon filmler de seslendiriyorsun, bir Pokémon filmi var seslendirdiğin. Brock olmuşsun hatta.
1986 doğumluyum ve sanırım Pokémon’u bir iki seneyle kaçırdım, aşırı uzağım. Hiç hâkim olduğum bir şey değil. Animasyon çok eğlenceli bir şey, Netflix’te Trollhunters’da konuştum yakın zamanda, Disney’in kanalında da konuşuyorum bazı işlerde, çok keyifli.

Peki animasyon yapımlarda “Orijinal seslendirmen burada ne yapmış” gibi bir çalışman oluyor mu? Ya da buna zaman ayırabiliyor musun diyelim?
Animasyonlar da diğer filmler gibi genelde, hazırlanamadan giriyorsun. Bahsettiğin gibi işler çok nadir, genelde video oyunu seslendirmelerinde oluyor. Fazla oyun seslendirmesi yapmadım ben ama o işlerde sana bir görüntü veriyorlar, bir karede oyunun kendisi, köşede de seslendirmenlerin GoPro’yla çekilmiş görüntüleri var ve seslendirme tavrını görüyorsun. Hepsi öyle değil ama örnekleri var.

Çevirilerde adaptasyonun iyi olması da çok önemli. Yabancı bir dilde çalışan bir espri Türkçeye iyi çevrilmemişse ya da olduğu gibi kullanılmışsa sırıtabiliyor. Bu tür durumlarda müdahale ediyor musun metne?
Çeviri bu işte hayati. Bazı şeyler var, müdahale etmemen gerektiği söyleniyor. Yönetmenle olan irtibatına bağlı. Sen de hâkim olabilirsin o da hâkim olabilir ve onun gözünden kaçmış olabilir. O yüzden birikimin, genel kültürün önemli oluyor. Bir İran filmi vardı, No One Knows About Persian Cats, orada mesela NME dergisinden bahsediliyor. Çevirmen de bilmediği için dergiyi “düşman dergisi” diye çeviriyor. Sen bunun dublajını alsan ve “düşman dergisi” desen alakasız olacak. Ama bu işi yapan herkes dergiyi bilmeyebilir. Bu tür sıkıntılar çok oluyor ve aslında işin de kalitesini bunlar belirliyor.

Image

Sahnenin üzerine konuşuyorsun, kurduğun cümlenin karakterin ağzına oturmadığını hissettiğinde ne yapıyorsun?
Sinema işleri çok titiz alınır, süre daha esnektir. Başrolse, bir rol için üç gün ayrılabilir. Üç seferde zamana yayarak konuşursun. Yorulup oyunun düştüğünde durup ertesi gün gelebilirsin. Oralarda prova kayıt gidersin, izleyerek. Eskiden metinler önceden gittiği ve provalar alındığı için, konuşmacılar repliklerini en azından iki üç kez söylemiş olarak kayda giriyormuş. Bizde de ikinci kez kayda girdiğinde, ilk seferde fark ettiğin garip duran şeylerin üstüne gidebiliyorsun. Yaparak öğrenme gibi bir şey söz konusu. Sinemada çok titiz çalışıldığı için sahne sahne anlayarak, cümleler ağıza yapışana kadar devam edebiliyorsun. Diğer işlerde zamanla yarış söz konusu, bunun kaliteye tesiri de kaçınılmaz. Yine de en kısa zamanda, en iyi şekilde yapmak gayemiz.

“Karakter bir geldi, 50 yaşında kör bir siyahi. Ben genelde genç çocuk, 15-30 yaş aralığında roller alıyorum. Stüdyonun sahibi geldi, ‘Fatih Özacun gibi konuş’ dedi bana. Zaten öyle konuşabiliyor olsam orda altıncı ayım olmazdı!”

Bildiğim kadarıyla o konuda Türkiye’deki dublajlar çok başarılı. Avrupa’da denk geldiğim kimi dublajlı yayınlarda başka biri konuşuyor gibi görünüyor.
Biz baya iyiyiz ama standartlar açısından da en düşüğüzdür herhalde. İş hacmi çok fazla olmasına rağmen. Oyuncular Sendikası’nın Seslendirme Çalışma Grubu var. Şartları daha iyi hale getirebilmek için her hafta toplanıyoruz, kafa patlatıyoruz. Düşürülmeye çalışılan fiyatlar var, ki zaten uzun zamandır fiyatlar artmıyor. Çalıştaylar yapıyoruz, stüdyolarla toplanıp fikir alış verişleri yapıyoruz. Kapalı bir sektörüz, herkes birbirinden habersiz iş yapmaya çalışıyor. Halbuki daha şeffaf olsa, daha standartlara otursa çok daha iyi olacak her şey. Zamanında şartlar iyiyken böyle bir şeyin yapılmamasının sıkıntılarını çekiyoruz. O zaman o değirmenin suyu bitmeyecek zannetmişler. Rocky’yi, Fred Çakmaktaş’ı konuşan Sezai Aydın’dan dinlemiştim; bu işe ilk başladığında TRT’de ödeme zamanı vezneye gitmiş, bir para vermişler inanamamış. “Üç aylık kiramı ödedim, bir kısmını anneme babama verdim…” diye anlatmıştı. O zamanlar böyle ücretler alıyormuşsun. Tabii teknoloji, sürüm, o zamandan bu zamana çok şey değişti.

Hiç Türkiye yapımında başka bir oyuncuyu seslendirdin mi?
Yerli dublajı da apayrı bir sektör. İkisini birden yapan az var. Çok içinde değilim açıkçası. Birkaç kere görüşmeye gittim ama işi başkaları aldı. 

Genelde siyahi karakterleri de seslendiren kişiler hep aynı oluyor sanırım.
Fatih Özacun vardır mesela, o hep “Ulan polis departmanının hepsini konuştum,” der. Wesley Snipes’ı, Samuel L. Jackson’ı, Morgan Freeman’ı genelde o konuşur. Toktur sesi, siyahi karakterlere çok yakışır. Beni ilk denemeye başladıklarında bir gün acil bir iş gelmişti. Akşamına konuşmacı bulacaksın, metinler düzenlenecek falan. O işin kalitesiz çıkacağı belli. Yeni başlamışım, şimdi olsa “Ben konuşmam,” derim mesela ama o zaman kendini göstermek istiyorsun. Karakter bir geldi, 50 yaşında kör bir siyahi. Ben genelde genç çocuk, 15-30 yaş aralığında roller alıyorum. Stüdyonun sahibi geldi, “Fatih Özacun gibi konuş,” dedi bana. Zaten öyle konuşabiliyor olsam orda altıncı ayım olmazdı! Ayrıca fizyonomi denen bir şey de var. Bu kadar işi doğru yapmaktan uzak olunca, genelde moralimiz bozuluyor.

“Sıkıntılı karakterleri çok seviyorum ama bana çok yazmazlar öyle karakterleri. Genelde yakışıklı, kütük, jön tipler…”

Kendini daha rahat hissettiğin belli film janrları var mı peki? 
İnsanların seni nasıl tanıdığı belirleyici olabilir. Çok komik oluyor söyleyince ama beni genelde “Jön genç” rollerine uygun görüyorlar. İşte Han Solo, Suits dizisinde avukat Mike’ı konuşmuştum, Death Note’daki genç çocuğum, Mindhunter dizisinde sıkıntılı genç ajan Holden’ım. Sıkıntılı karakterleri çok seviyorum ama bana çok yazmazlar öyle karakterleri. Genelde yakışıklı, kütük, jön tipler… Oyunculuğun da başlarındalar, genelde oyunlarından keyif alınamıyor. Kayıt sırasında durup “Ulan ne oynamış herif be!” diyebilmek, bu mesleğin keyif veren kısmı. Psikopat tipler konuşmayı çok seviyorum ama herkes ister zaten. Heath Ledger’ın oynadığı Joker’i konuşmayı çok isterdim. Seslendiren çok güzel seslendirdi ama kendisiyle herhalde aramızda 25 yaş vardır. O çok daha tok bir ses. Bir role hangi sesin uygun olacağına ilişkin farklı yorumlar olabilir.

Belli yabancı aktörlerle özdeşleşmiş sesler var. Sen hangi oyuncunun Türkiye’deki sesi olmak isterdin?
Genç ve iyi bir oyuncu olmasını isterdim. Böylece gelecekte de çok fazla film çekerdi! Şaka bir yana, Call Me By Your Name’deki Timothy Chalet iyi olabilirdi. Çok iyi bir oyuncu, onu konuşmak isterim. Geleceği olan, gerçekten yetenekli insanları konuşmak güzel olur. Animasyon konuşmaktan çok keyif alıyorum genel olarak. Şimdi Disney’de Spider-Man’i konuşuyorum. Big Hero 6’in animasyon serisinde Hiro’yu konuşuyorum ve çok seviyorum. Bazen karakterin çok içinde hissedersiniz, ritim, tavır, çok kıymetli bir şey, zaman duruyor gibi. Bunu ne kadar sık yaşarsan, o kadar başarılı olursun işinde. 

Peki Han Solo’yla aran nasıl?
Han Solo’yla aram nasıl desem ya, aslında pek iyi değil. Benden test istediler Star Wars için, heyecanlandım. Hastasıyım serinin. Kimi konuşacağımı bilmiyorum, daha önce Kylo Ren testine girmiştim olmamıştı. Nezleden ölüyorum, “Burun spreyi kullan,” dediler. Adamın sesi benim sesimden farklı geldi, yönetmenler çekimler bitmeden filmden çıkarılmış, oyuncudan kimse memnun değil… Bunları da okudum öncesinde moralim bozuldu. Karakterin sesi kırçıllı, ben de nezleyim diye sesim biraz daha ona yakın, biraz da onun gibi konuşmaya çalışıyorum. Meğer bu durumdan memnun değillermiş, dublajında daha parlak bir ses istiyorlarmış. Benim de sesim daha parlak ona göre. Dört beş gün sonra beni aradılar, “Han Solo’ya siz seçildiniz,” dediler. İnanamadım, sesim rezaletti o gün. Kayıtlarda hep sesinin kalınlığını hissettim, simultane kaydettiğin için gördüğün tavra kayıyorsun. Başka bir ses duyup kendi sesinle konuşmak daha zor bir şey. Çok güzel oldu tabii ki Han Solo’yu konuşmak ama daha iyi bir Star Wars filmi olmasını isterdim. Yine de güç sizinle olsun!

Filmografinde geçmişten filmler de yer alıyor mesela Gone In 60 Seconds seslendirmişsin.
Evet tabii sürekli yeni işler almıyoruz. Aslında bu noktada belirtmek lazım, o da kanayan bir yara. Telif meselesi. Bunun üstesinden gelinebilmesi çok zor şu an. Bir filmin eski dublajını alıp yayınlamak ve mevcudunda konuşmuş kişiye telifini vermek gibi bir durum yok şu an maalesef. Eski bir dublajıyla bir filmi yayınlamak daha maliyetli. O yüzden kanallar yeniden dublaj yaptırıyorlar. İnanılmaz bir şey değil mi?  

Netflix’te bir sürü yapımda varsın. Onlarla çalışmaya nasıl başladın?
Netflix bize bir kapı açtı. İç piyasadan başka bir platforma geçildi, fiyatlar nispeten daha iyi. Başta özellikle havuzu doldurmak adına inanılmaz bir iş yükü oldu. Şimdi biraz duruldu ama çok güzel işler geliyor. Mindhunter’da, The Alienist’te konuştum. Daredevil’ın üçüncü sezonunda Daredevil’ı ben konuştum, ondan önceki ilk iki sezonu demin bahsettiğim Sezai Aydın’ın oğlu Arda Aydın konuşmuştu. Çok beğendiğim bir seslendirme oyuncusu. O da izleyici için garip bir durum. İlk iki sezon başka bir sesle izlemişsin, yadırgıyor insan ister istemez. Kulak böyle bir organ çünkü. Umarım hakkını verebilmişimdir. 

  1. Amandine Urruty’nin baktıkça çoğalan, garip karnaval alemi

    Çocukluğundan bu yana kara kalemle derin bir gönül bağı kuran Amandine Urruty, yatağının konforundan kopmadan, kimi zaman günde 12-13 saat çalışarak yarattığı, garip bir karnavaldan kopup gelmiş dünyaların kapısını bizim için araladı.

  2. Benim kötülerim: Sezin Akbaşoğulları

    Hem sinema - televizyon hem de tiyatro işleriyle tanıdığımız Sezin Akbaşoğulları, gönlünde yatan “kötü” kadın karakterleri Bant Mag. için sıraladı. Antik Yunan’ın en trajik kötü kadını Medea’dan evcil hayvanların kızıl saçlı kâbusu Elmyra’ya uzanan favori kötülerinden ve “kötülük” anlayışının zengin çeşitliliğinden etkilendiğimizi itiraf ettiğimiz Sezin Akbaşoğulları’ndan kötü karakterin iyisi ve kötüsü nasıl olur, onun cevabını da aldık.

  3. Aklımdakiler: Ah! Kosmos

    İkinci Ah! Kosmos albümü Beautiful Swamp 5 Ekim’de aramıza katıldı. Geçtiğimiz haftalarda Salon İKSV’de katılanların hala kulağında yankılanan bir konserle yeni albümünü tanıtan Ah! Kosmos, Beautiful Swamp’a zengin bir ruh bataklığının derinliklerindeki titreşimlerden üretildiği ilk dinleyişten belli olan, birbirinden lezzetli parçaları sığdırmış. Ah! Kosmos yaşamının ve müziğinin yörüngesinde dolanan isimlerin hem yeni albüme hem de kişisel ve üretim deneyimlerine dair sorularını cevaplıyor.

  4. Hiç bitmeyen devinim: Shabaka Hutchings

    Günümüz deneysel caz sahnesinin en üretken ve ilham verici müzisyenlerinin başında gelen Hutchings bir kez daha dümeni İstanbul’a kırmışken...

  5. Şarkı şarkı: Barlas Tan Özemek – “Yalancılar Kahvesinde” albümü

    “Şarkı yazıyorum ben. Tedavi ediyor mu bilmiyorum ama deva olduğu kesin.”

  6. Ancient to the Future*: Art Ensemble of Chicago

    1960’ların ortasından bu yana en ilham verici müzik oluşumlarından biri olmayı sürdüren Art Ensemble of Chicago’nun avangart caz sahnesinin öncülerinden oluşan efsanevi kadrosunun kolaboratif ruhu Paris’te şekillenmeye başlamıştı...

  7. Korkusuz bir dürtü: Saul Williams

    İlk filmi Slam ile Sundance’de Jüri Özeli Ödülü’ne layık görülen “şair” Saul Williams müzik kariyerinde ise kafiyeyi bir kenara bıraktı, farklı janrları keşfettiği albüm ve projelerde salt verdiği mesaja odaklandı.

  8. Yatıştırıcı, büyüleyici ve dizginsiz: Beverly Glenn-Copeland

    Susam Sokağı’nın da bestecilerinden biri olan Copeland, 20 yıllık aranın ardından, yeni orkestrası Indigo Rising’le birlikte sahnelere döndü. 74 yaşına giren sanatçı, üretimlerini büyük bir tutkuyla sürdürüyor.

  9. Mirasın izlerini takip etmek: Anoushka Shankar

    Şimdiye dek altı kez Grammy’ye aday gösterilen ve 2006’da ödül töreni tarihinde sahne alan ilk Hint müzisyen olan Anoushka Shankar, insan ve hayvan hakları için ilham verici sesini tutkuyla yükselten bir sanatçı.

  10. Perspektiflerin birikimi: Rodrigo Amarante

    Brezilyalı müzisyen ve multi enstrümantalist Rodrigo Amarante’yi tanımadığınızı düşünüyor olabilirsiniz ama müziğini duymuş olmanız hayli yüksek bir ihtimal: Kendisi, Narcos dizisinin tema müziği “Tuyo”nun yaratıcısı. Ama Amarante’nin müzikal yolculuğu, bu spesifik şarkıdan çok daha fazlasını sunuyor.

  11. “Filmler birileri onları izleyince var olurlar”: Wim Wenders

    Pina, Paris Texas, Buena Vista Social Club… Daha saymaya gerek var mı? Ulu Wim Wenders’la yaptığımız bu söyleşide, dönemin politik yapısına, gençlere ve tabii ki sinemaya dair karizmatik ve alabildiğine bilge bir yaratıcının sözleri var. Dikkatli okursanız, tüm bu sözleri filmlerindeki sahnelerden hatırlayacaksınız.

  12. Cuaron’un Deli Raporu: Roma

    Beyaz perde tecrübesini her yeni filminde bambaşka bir görsel ve işitsel şölene çeviren Alfonso Cuaron’un uzun zamandır üzerinde çalıştığı ve teknik tercihleriyle gerçek bir deli işine dönüşen son filmi Roma, içinde bulunduğumuz kesat sinema yılının belki de en nadide cevheri.

  13. Chicago Film Festivali’nden bildiriyoruz: 16 yarışma filmi

    54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde, aralarında Türkiye’den Sibel’in de bulunduğu 16 film yarıştı. Bazılarını festivalle eşzamanlı olarak Filmekimi gösterimlerinde izleme fırsatı bulmuş olabileceğiniz bu filmlerin geriye kalanlarını da önümüzdeki aylarda ülkemizdeki farklı festivallerde ve vizyon takviminde görmemiz olası.

  14. Almanya sinemasının parlayan yıldızı: Franz Rogowski

    Hem geçtiğimiz aylarda izlediğimiz, Christian Petzold imzalı Transit hem de vizyon tarihi 22 Kasım olan In den Gängen (In the Aisles) filmlerinin başrolünde karşımıza çıkan Franz Rogowski ile, her iki filmin de gösterildiği 54. Uluslararası Chicago Film Festivali’nde sohbet ettik.

  15. “Seslendirme sanatçısı deniyor ama tam olarak öyle değil”: Arda Tümer’le seslendirme oyunculuğu üzerine

    Ülkedeki seslendirme oyunculuğu sektöründe neler olup bittiğini, Netflix yapımlarından Star Wars’a birçok karakterin Türkçe sesi olan Arda Tümer’den dinliyoruz.

  16. Patriyarkanın batırdığı gemide siz ne yapmayı “seçiyorsunuz”?: Johanna Constantine ve Future Feminism

    “Eğer gereken buysa, aynı eski mücadeleyi bin kere daha vermeye hazırım.”

  17. Ferhat Uludere anlatıyor: 1990’lar, Trakya ve bir futbol takımı

    Yazar Ferhat Uludere yeni romanında bizi bir kez daha, ülkenin büyük ölçüde sırtını döndüğü, orada tam olarak neler döndüğünü bilmediği Trakya’ya, doğup büyüdüğü Lüleburgaz’a götürüyor.

  18. “Belki de kimse bir yere gitmemiştir”: Bu Ülkeden Gitmek

    Türkiye’de son yıllarda yaşanan ve bu göç coğrafyasının önceki deneyimlerinden farklılaşan hareketliliği gidenlerin ve kalanların kişisel hikâyeleri üzerinden aktaran "Bu Ülkeden Gitmek" kitabı, Eylül ayında Metropolis Yayıncılık'tan yayımlandı. Kafamızda konuya ilişkin yepyeni düşünme alanları açan kitapla ilgili sorularımız için söz yazarlar Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna'da.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler