Bir kitabın dünyasının içine çekilmenin, o dünyaya sesini veren yeni bir kalemle tanışmanın paha biçilmez heyecanı peşimizde. Geride kalan senenin kaydını tuttuğumuz bu sayıda da yakın dönemde yeni ya da ilk kitabını paylaşmış bazı yazarların yaratım dünyalarını keşfe çıkalım istedik. Farklı hikâye anlatıcılarının yazma pratiklerini, bu meşakkatli işi sürdürürken tutundukları farklı motivasyonları, yaratım dünyalarını besleyenleri kurcalamak bizce çok anlamlı. Sağ olsunlar, 2020’nin son çeyreği ve 2021 içerisinde kimi ilk, kimi yeni kitabını çıkarmış sekiz yazar merakımızı cömertçe giderdi. Burçin Tetik, Deniz Poyraz, Derya Sönmez, Emirhan Burak Aydın, Hande Ortaç, M. Özgür Mutlu, Sinem Sal ve Yiğit Karaahmet’e sorduk: 

Nasıl bir yazma pratikleri var? Son kitaplarının üretim yolculuğuna dair neler söyleyebilirler? Taslak ve final ürün arasında nasıl bir süreç oluyor? Onları yazmak için  neler harekete geçiriyor? Hikâye anlatmaya iten dürtüler ve temel motivasyonları neler? Kendilerini bildi bileli bir şeyler yazıyorlar mı? Uzun soluklu yazma deneyimini nasıl tanımlıyorlar? Yazarken en çok neden keyif alıyor; neyi en meşakkatli buluyorlar? Bir okuyucu olarak iyi bir hikâyeden neler bekliyorlar? Yazmak ya da yazmaya dönük birikim yapmak gündelik hayatlarına nasıl yansıyor? Bunu sürdürebilmek için nelere ihtiyaç duyuyorlar? Kitaplarıyla birlikte ne gibi tecrübeler edindiler? Nasıl dönüşümlerden geçtiler / geçiyorlar? Yazmak isteyip de fikir aşamasında kalanlara tavsiyeleri var mı? Yaratıcı yazarlıkta riskin nasıl alınabileceğini düşünüyorlar?

Burçin Tetik: “Yeter ki hayatın sizden beklentilerini durmaksızın kulağınıza bağırdığı o dünyadan biraz kaçabilin.”
Burçin Tetik’in ilk kitabı Annemin Kaburgası; kimliğinden onur duyanlar, göçmenliğin dilini en iyi bilenler, cinselliğin üzerindeki toplumsal tahakküme meydan okuyanlar, basmakalıp değerlerden usananlar üzerine.

Aslında ne ara zaman bulabilirsem, o zaman yazıyorum diyebilirim. Her zaman şu denize bakan bir pencerelerin önündeki masasında oturan ve derin derin hayallere dalan yazar stereotiplerine özenmişimdir. Annemin Kaburgası’nda bulunan öykülerin bir kısmı Sarıyer’deki bir apartman dairesinin duvara bakan penceresinde yazıldı. Gerisi ise Berlin’de ev ararken kaldığım kısa süreli evlerde ve çeşitli kafelerde yazıldı. Şimdi genelde hafta sonları ya da tatillerimde yazabiliyorum.

Kendi editörlük tecrübem de olduğu için yazdığım şeylerde işlemeyen yerleri kesmek, kitabın bütününe oturmayan öyküleri atmak ya da bazı metinleri kesip biçip yepyeni bir formata kavuşturmak konusunda dirençli değilim. Yazdığım her bir şeyin yayınlanacak kalitede olmadığının, bazen bir metni oluşturmanın büyük bir parçasının önceki metinleri çöpe atmak olduğunun farkındayım. O yüzden yazdığım bir şey ilerlemiyorsa onu zorlamak yerine rafa kaldırıyorum. Tamamlanmış öykülerden daha fazla tamamlanmamış, biraz yazılıp bırakılmış metinler var yani elimde. Bu da zaten sürecin parçası.

Gerçekten de kendimi bildim bileli yazıyorum diyebilirim. Ana okuluna gitmedim, evde babaannemle büyüdüm, sıkıntıdan erkenden kendi kendime okuma yazmayı söktüm ve sanırım o günden beri de bir şekilde hayatım öykülerle geçti. Beni asıl çeken şey hikâye anlatıcılığının kendisi. Format değişebilir, bu bir şiir olabilir, öykü olabilir, kurgudışı metin olabilir, video ya da fotoğraf olabilir. Asıl önemli olan ona maruz kalan kişide uyandırdığı duygular benim için; o da bence bağlamı ve hikâyesi iyi oturtulmuş, emek verilmiş bir işten geçiyor.

Bir metne başlamanın ilk aşamalarını hiç sevmiyorum diyebilirim. O daha hiçbir şeyin somut olarak ortaya çıkmadığı, âdeta bir doğum sancısı gibi sıfırdan bir dünya kurmaya çalıştığınız kısım bence çok zor. Sonra bir an oluyor, bazen çok çabuk bazen de günler hatta haftalar sonra olabiliyor, o an bir bakıyorsunuz ki o kurmaya çalıştığınız dünya çoktan kurulmuş, hatta sizi de içine almış. Benim için o aşamadan sonrası yokuş aşağı gidiyor. Artık karakterlerin benden bağımsız olduğu, öyküdeki o sokakların, evlerin, eşyaların âdeta kendi kendini var ettiği bir yerde oluyorum. O ânın içinde kaybolmak, kendimi oraya bırakmak yazmanın en keyifli ânı. Bütün o önceki meşakkatli süreç ve sonradan gelecek olan tekrar tekrar okumalar, düzeltmeler hep bu tek bir an için var oluyor gibi.

Okumak isteyeceğim türde öyküler yazmaya çalışıyorum. Olabildiğince dürüst ve samimi, okurla arasına gösteriş olsun diye büyük kelimeler ve kavramlar sokmayan, olup biteni minimal bir dille anlatmaya çalışan ve tam da bu sayede etkili olan anlatıları seviyorum. Bunun yanında tabii ki okuru ters köşeye yatıran hikâyeler, karakterlerin iç dünyasını analiz eden ve okurun da analiz etmesine teşvikte bulunan bir yazım tarzı beni etkiliyor. Edebiyatı bir dünyayı anlamlandırma çabası olarak görüyorum. Doğrular ve yanlışlar çizmekten ziyade varolanın görünmeyen katmanlarını, bir şeylerin neden o şekilde olduğunu anlamaya en çok edebiyat aracılığıyla yaklaşıyorum.

Tanıdığım gazetecilere şakayla karışık “Yazar söyleşilerinde nasıl yazıyorlar diye değil de, parayı nereden kazanıyorlar, ne yiyip ne içiyorlar diye sorsanıza“ demişliğim var. Yazma eylemi için de, yeni bir metin konusunda beslenebilmek adına da insanın zamana ihtiyacı oluyor. Çoğu insanın yazabilmesinin önündeki en büyük engellerden biri de bu. Hem tam zamanlı bir işte çalışıp hem çocuk bakan hem de kitap yazan kadınlar var, onlara inanılmaz hayranım. Gündelik akışın çok da izin vermediği o kendinizle başbaşa kaldığınız, düşüncelerinizin derinine inebildiğiniz anlar benim için en işlevsel, en yaratıcı anlar. Bu bir tren yolculuğu olabilir, bir kitapçıda uzun uzun kitapları karıştırmak olabilir, kanepede yatıp sadece tavana bakmak dahi olabilir, yeter ki hayatın sizden beklentilerini durmaksızın kulağınıza bağırdığı o dünyadan biraz kaçabilin. O anlarda dolu bir havuzun tıpasını çekiyorum da fikirler yavaş yavaş dışarı akıyor gibi hissediyorum.

Kitap çıktıktan sonra gözleri nihayet açılmış kedi yavrusu gibi rahatladım. Hani çok küçük kedilerin etrafı görememekten kaynaklanan sürekli bir tedirginliği olur ya, ben de galiba bazı konularda biraz öyleydim. Aktivizmin insanı çok yoran, tüketen ve sürekli olarak nefret dolu insanlarla karşı karşıya getiren bir yanı var. Ben de yıllar içinde bundan çok yorulmuşum. Kişisel olarak bana farklı bir yerden söz söylemek iyi geldi, bir rahatlık vuku buldu. Aktivizm aracılığıyla erişemediğim insanlara başka hayatları, kadın ve LGBTİ+ varoluşları anlatabilmek, bir şekilde onların evine ve zihnine girebilmek ve bu konuda geri dönüşler almak beni mutlu etti. Şaka maka anksiyetemi azalttı diyebilirim bu süreç. Yazarken gelen o dinginlik, yalnızlık, kendi içinize bakma hâli de insanı büyütüyor. O anlamda öyküleri yazmaya başlayan kişiyle bugünkü kişi aynı değil. Yazdığım karakterleri daha iyi anlamaya çalışırken galiba gerçek hayattaki kişileri de bir yan etki olarak daha iyi anlamaya başladım. Ve artık dönüştüremeyeceğimi gördüm insanlara laf anlatmak yerine kendimi onlardan korumaya çalışıyorum.

Yazmak isteyenlere bir sorum var: Yazarsanız ne kaybedersiniz? Eğer bir şekilde buna zaman ve mental enerji ayırabiliyorsanız ve gönlünüzden geçen de yazmaksa mutlaka yazın. Birilerinin o satırları okumasına gerek bile yok. İleride hazır olduğunuzda, metninizin de hazır olduğunu hissettiğinizde dışarı açabilirsiniz yazdıklarınızı. Ama aslolan zaten yazma eyleminin kendisi. Çünkü o metni yazmadan önceki siz ile yazıp bitirdikten sonra var olan siz aynı insan olmayacaksınız. Maalesef herkesin olanakları aynı değil. Bazı kişiler gerek maddi imkânlar olsun gerek doğdukları aileler olsun gerek kimlikleri olsun elbette çok daha ayrıcalıklı ve yazdıklarını belli çevrelere çok daha erken yaşta kabul ettirebilir oluyorlar. Ama bu da değişiyor, o yüzden istiyorum ki özellikle kadınlar ve lubunyalar yazmaktan hiç çekinmesin. Bizim de heteroseksüel erkekler gibi “vasat olma” hakkımız baki. Bazen bu erkeklere gösterilen müsamaha, gençlik ve toyluklarına vurularak tolere edilen şeyler maalesef başkaları için yapılmayabiliyor. O yüzden bu hakkı diri tutmak ve hatırlatmak önemli. Israrcı olmak, yılmamak, bir yandan da kendi yaptığımız işin düzgün ve savunulabilir bir iş olmasına özen göstermek gerekiyor. Belki de birkaç yıl kendi kendinize yazdıktan sonra bir dergi, bir derleme editörü, bir yayınevi yazdıklarınızı basacak. Kimse bugünden yarına yazar olmuyor. Hakikaten de çok okuyarak, metinler üzerine düşünerek, çalışarak gelişiyor insan ancak. O yüzden yılmadan, vazgeçmeden yazmaya ve kendi hikâyelerinin anlatıcısı olmaya devam etsin kadın ve lubunyalar.


Deniz Poyraz: “Yeni bir şeyler yazmaya başladığımda hayatla arama mesafe girer genelde.”
Deniz Poyraz’ın dört uzun öyküye verdiği ikinci kitabı Dünya Unutana Kalır; 1990’lar sonu ve 2000’ler başında, Y kuşağının büyüme hikâyesini, Trakya’nın otantik atmosferi içinden anlatıyor.

Anlatacağım hikâyenin evvela beni etkilemesi gerekir. Kafamda dönüp duran kurgunun bendeki inandırıcılığı ve yoğunluğu zamanla azalmışsa, bilirim ki okur nezdinde de bu böyle olacak. Bu yüzden, bazen haftalarca hatta aylarca düşündüğüm hikâyelerden vazgeçmek durumunda kalırım. Böylece, masamda üzerimdeki etkisini sürdürmeye devam eden, benim zamanıma yenilmeyen hikâyeler birikir. Bunlar da usulca öyküye dönüşür. 

Örneğin, son kitabımda dört uzun öykü yer alıyor. Bu sekiz veya on sekiz öykü de olabilirdi; fakat birkaç yıllık yazma sürecimde hepsinden geriye yalnız bu dört öykü kaldı. Bir okur olarak iyi bir metinden ne bekliyorsam, yazarken de bunlara dikkat etmeye çalışıyorum. Tabii bir kitabı yazmaya başladığınızdaki anlayışınızla, süreç neticelendikten sonraki düşünceniz farklı olabiliyor. Yazmak oldukça dinamik bir eylem. Başta parlak gibi görünen bir fikir, yazdıkça sizdeki etkisini yitirebiliyor. Hikâye açıldıkça aklınıza yeni ve daha iyi buluşlar gelebiliyor; hikâyenin merkezine koymayı planladığınız karakter, yan role düşüyor; bir diğerinin rolü genişliyor. Gibi. O an yazdıklarınıza dışarıdan bakabiliyorsanız eğer, bunları yakalayıp hikâyenizi derinleştirebiliyorsunuz.

Yeni bir şeyler yazmaya başladığımda hayatla arama mesafe girer genelde. Evde, masa başında geçecek deliksiz bir zaman başlar benim için. Koca koca aylar, yalnızca uyuyup uyanıp yazdığım tek bir güne dönüşür. Ardından dosyamın ilk taslağı oluşmuş olur. Bundan sonraki bölümü ince işçilik olarak tabir edebilirim. Bazen sancılı olsa da yazma sürecimi seviyorum. Verili dünyadan vazgeçip kurgu-evrende haftalar, aylar geçirmek zor gelmiyor. Üstelik hikâyelerimin okurun dünyasında bulacağı karşılığı hayal etmek de işin başka bir güzelliği. Meşakkatli kısım ise bu sürecin dışında kalan hemen her şey, diyebilirim. Edebiyat üretimine dair temel motivasyonum ise “anlamaya çalışmak”. Hayatı, insanı, toplumu, doğayı… 

Fakat her kitabın motivasyonu farklı oluyor. Dünya Unutana Kalır’ı bugün hayatımızın her alanında hissettiğimiz sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik bunalımların üzerimizdeki etkilerini anlamak adına yazdım. Bir de emekçi sınıfın meselelerini, emek cephesinin her an yüzleşmek zorunda kaldığı eşitsiz toplum düzenini iyi edebiyat okurunun gündemine sokabilmek fikri beni hayli motive etti. 

Beni yazmaya iten asıl şey ise, okuduğum iyi kitaplar oldu. On yıl önce de şimdi de yazdığım her şey okuduğum iyi metinlerle beraber şekillendi, şekilleniyor. Evvela iyi bir okur olmadan güzel metinler üretmeniz mümkün değil. İnsan uzun süre edebiyatla hemhal olduktan sonra da kendi hikâyelerini anlatmanın sayısız yöntemini öğreniyor. Çağdaş yazarlar, bugün sahip oldukları her şeyi yüzyıllar boyunca yazın sanatına emek vermiş o ustalara borçlu. Onların eserleri, içinde ömür boyu sıkılmadan yüzebileceğimiz sonsuz bir derya… Yazmak isteyip de fikir aşamasında kalanlara tavsiyem, okumayı asla bırakmamaları olurdu herhalde. Kitabın birinde, nereden başlayacaklarına dair bir ipucunu illa ki yakalayacaklar diye düşünüyorum.


Derya Sönmez yanıtlıyor: “Öykü biraz da yavaşlama sanatı.” 
Derya Sönmez’in ilk kitabı Sırça Kanatlar; kardeşler, sevgililer, arkadaşlar arasında kökleri derine giden ve asla dillendirilemeyen kırgınlıklardan, acılardan beslenen yalnızlık öykülerinden meydana geliyor.

Belli bir yazma rutinim yok ama mümkünse gece herkes uykudayken yazmayı tercih ederim. Onun dışında her ortamda yazabilirim. Yeter ki ayrıntılar iyice olgunlaşmış olsun. Öykülerimi uzun süre kafamda gezdiririm. Otobüste, sokakta, iş yerinde sürekli yazacaklarımla ilgili notlar alırım. Bir öykünün ortaya çıkması için gereken süre her defasında değişir, bazen ayları hatta yılları bulabilir. Her gün düzenli olarak yazmasam da zihnim arka planda çalıştığım öykü üzerine düşünmeyi sürdürür. Kurmaca, gerçek hayatın bir taklididir. Bütün sahnelerini, kahramanlarını, diyaloglarını yaşamdan alır. Kurmaca yazarının ustalığı, bizim sıkıcı hayatlarımızdan seçtiği ayrıntılarla ilgi çekici bir anlatı kurabilmesindedir bana göre. Dolayısıyla öykülerimi kurgularken ne anlatmam gerektiği kadar, neleri dışarıda bırakmam gerektiği üzerine de düşünürüm. Yazdıklarım kadar sildiğim yerler de önem taşır. Metnin tam da doğru noktalarda bırakılan boşluklar sayesinde okurun zihninde devam etmesini isterim. 

Sırça Kanatlar yayımlandığı zaman merak edip bakmıştım, ilk öyküm on iki yıl önce yayınlanmış. Bu zaman içinde öykülerim basılı ve e-dergilerde yayımlandı. Henüz kitabı olmayan birisi için dergiler okurla buluşmanın tek yolu. Bu yüzden edebiyat dergilerini önemli buluyorum. Sırça Kanatlar on sekiz öyküden oluşuyor. Çoğunlukla doğada geçen, insan ilişkilerine odaklanan öyküler bunlar. İki insan arasında, görünenin ötesinde yatan o şeyi göstermeye çalışıyorum. Roman okumayı çok sevmekle birlikte, öykünün kendine özgü bir büyüsü var bence. Yaşamdan ince bir kesiti alıp buna ayrıntılı olarak bakma fırsatı tanıyor. Bu anlamda öykü biraz da yavaşlama sanatı. Özellikle büyük şehirlerde zaman çok hızlı akıyor. Bu hız bizi birçok duyguyu derinlemesine hissetmekten alıkoyuyor. Bugünün dünyası her türden negatif duyguyu yok etmeye yönelik argümanlarla dolu. Üzüntü, kırgınlık, pişmanlık, utanç derhal kurtulmak gereken duygular olarak görülüyor. Ama bu duyguların dönüştürücü bir potansiyeli de var. Bunları yok sayarak ya da derhal çözüm bularak aslında sorunun kaynağını görme, hayatımızı iyileştirme fırsatını kaçırıyoruz. İyi yazılmış bir öykü, işte bizi doğrudan bu kaynağa götürür. Ben de yaşamdaki çelişkileri görünür kılarak duyguların gerisinde yatan asıl soruna dikkat çekmek istiyorum.

Farklı disiplinleri okumaya ve film seyretmeye gayret ediyorum. Sinema, öykülerimin beslendiği önemli bir kaynak. Bunun yazdıklarıma yansıdığını düşünüyorum. Öykülerimi yazarken çoğunlukla sahneler hâlinde kurgularım. Öyküyü anlatırken öncelikle bakış açısına karar veririm. Bu, fotoğrafçının objektifi nereye konumlandıracağına karar vermesine benzer. Edebiyat eserlerinde aynı duygular defalarca anlatılmıştır, ama bir öyküyü ötekinden ayıran, yazarın bakış açısı ve üslubudur, buna önem veririm.  

Öykü yazmak için beni tetikleyen şey, her defasında farklıdır. Kitabın ilk öyküsü “Ormanda” longoz ormanında geçen bir öykü yazma isteğiyle ortaya çıktı örneğin. Yani önce öykünün atmosferi vardı. Sonra zaman içinde böyle bir ormanda nasıl bir hikâye anlatabileceğim ve öykü kişileri belirdi. “Ay Karanlık” adlı öyküde ise önce final sahnesi vardı; “Adamla birlikte yol da uzaklaşıyordu şimdi. Önce dik bir yokuşu tırmandı, bayır aşağı indi, sonra hiçbir yere sapmadan upuzun bir düzlük boyunca devam etti. Ve nihayet bir tepenin ardında kayboldu. Gülderen Hanım güneşten kamaşan gözlerini kapadı. Adam gözkapaklarının içinde bir süre daha ilerlemeye devam etti.” Sonra uzun zaman bu finalin nasıl bir öykünün sonu olabileceğini düşündüm. Bazen bütün öyküyü bir sahne için yazar, metni bitirdiğimde aslında o sahneye gerek olmadığını fark ederim. O zaman hiç acımadan, bir zamanlar pek beğendiğim o sahneyi atmam gerekir, atarım. Nihayetinde aslolan öyküdür.


Emirhan Burak Aydın yanıtlıyor: “Her halükârda yapmanızı kimsenin özellikle beklemediği bir şeyi yapıyorsunuz.”
Emirhan Burak Aydın ikinci kitabı Her Kabilenin Bir Endişesi’nde rutinin farkında olup bu rutinden bile isteye sıyrılmayan, bazen de tekdüzelik ve klişelerle tortop hâle gelerek biriciğini seven kimselerle tanıştırıyor bizleri.

Belirli bir yazma pratiğim yok. Yani bir pratik oluşturabilecek yaşta ve rahatlıkta değilim bence, yazarlığımda öyle bir mertebeye de erişmedim, aman aman akıllı, çalışkan, dört başı mamur bir entelektüel de sayılmam. Ama diyelim ki bir öyküyü bitirebildim, ona bir süre bakmıyor, daha sonra üstünden geçiyorum (bu işi daha iyi becerebilmem lazım biliyorum), sonra içime sinince (en azından sinsin diye uğraşmaktan bıkınca) eşime ya da dostuma okutuyorum, onlar da editörler, dayak atıyorlar sağ olsunlar. Sonra yine üstünde küçük küçük oynuyorum metnin. Dosya en sonunda bir kitap hâline gelirse ve birileri de büyük ihtimalle ikinci baskı yapmayacak bu eseri yayımlamak isterse uslu bir çocuk gibi editörümün önerilerinin yüzde seksenine uyuyorum, tam istediklerini yapmasam da sorunlu buldukları yerlerde başka bir şeyler deniyorum. Çoğunlukla her yazdığım şey de daha önce yapamadığım bir şeyi becermeye, daha başka bir yere gitmeye çalışıyorum. Mesela uzun zamandır, birinci tekil şahıs anlatıcıdan mümkün mertebe uzak durmaya uğraşıyor ve birbiriyle daha fazla konuşan, aralarında somut bağların olduğu bir öykü kitabı üzerinde çalışıyorum. Bunalım satmamaya uğraşıyorum.

Her Kabilenin Bir Endişesi yayımlanana kadar içinde ilk başta olan bazı öyküler çıktı, yerlerine daha yeni öyküler girdi. Özellikle bir şeyin etrafında dolaşan öyküler yazmaya uğraşmadım ama gayriihtiyari çekildim aile, adam gibi adamlık, kola, lider aşkımız, inancın hâlleri, şakalar, varlık ve yoksulluk gibi mevzulara. Beni yazmaya iten şey nedir bilmiyorum. Eskiden içine kapanık biri olduğum için yazıya yöneldiğimi düşünüyordum, şimdiyse yazmaya başladığım için mi içime kapandım emin değilim. 

Yazarken en keyif aldığım şey başladığım işi bitirebilmek. Yazının en meşakkatli tarafı bu olabilir: Mesela başladığınız öykü bitmeyince, diğer başladığınız bir başka öykü de bitemeyebilir. Ama belki de bazı şeylerin yarım kalması gerekiyordur hatta hiç yazılmaması. Bir de yazdığım öyküye isim bulmayı çok severim. Hiç yazmadığım eserlerin isimleriyle dolu kafam. Mesela kitabınızın yayımlanmasının artılarından biri de, “Abi, ben aslında kitaba Girdaba Soktum Kafamı adını vermek istiyordum ama beğenmedi arkadaşlar, en sonunda Kefen Falı Bakılır’da karar kıldık valla,” gibi laflar edebilmek.

Benim bir öyküden, romandan bencil bir okur olarak beklediğim şey, şaşırabilmek, gülüp ağlayabileceğim kadar kitabın içine düşebilmek. Hareketi, olay örgüsünü seviyorum. Kendi şahsına münhasır, biraz yamuk yumuk bir üslup hoşuma gidiyor. Türe yaslanan ama onu bozan öyküleri, romanları seviyorum. Sadece Türkiye’de yazılabilecek eserleri seviyorum. Bitmesi gerektiğini düşündüğünüz noktada bitmeyip sizi yarı yolda bırakır gibi biten ve daha sonra düşününce öykünün veya romanın öyle ilerleyip o biçimde bitmesinin kaçınılmaz olduğunu hissettiğim eserleri seviyorum.   

Aynı zamanda bir yayınevinde çalıştığım için metinle ilişkim biraz garip. Mesai dışında çeviri de yapıyorum. Gün içinde bu kadar çok metinle içli dışlı olmak yazma arzusunu öldürebiliyor. Mesai dışı çevirilerimi bitirirsem tekrar yazmaya dönerim diye umuyorum mesela bu aralar. Onun dışında her boka “Bunun bir öyküsü olur ha, bu şurada kullanılır” diye bakıyorum, çoğunun bir öyküsü olmuyor, orada kullanılmıyor ama öyle bir içgüdü de var yani. Yazar röportajları okumayı, izlemeyi seviyorum bu nedenle, yazma içgüdüsünü besleyen bir güç olabiliyorlar kimi zaman. Anonim bir hesabım var twitter’da, orada tartışmalara, siyasete, edebiyat insanlarının yakınmalarına, söylenmelerine sinsi sinsi bakıp kaçıyorum. O da yararlı oluyor, yaşama şevkimi öldürüyor falan, böylelikle ciddiye alamıyorum kendimi. 

Kitabım yayımlanınca, aslında kitabımın yayımlamasının pek de mühim bir şey olmadığını ve ne kadar cahil olduğumu keşfettim. Kimse sizin anlatacağınız öyküyü, romanı heyecanla beklemiyor. Pek de önemli biri değilsiniz aslında. Yani ister özgüveniniz tavanda olsun ister mıy mıy bir tip olun, en kötü ihtimalle umursanmayacaksınız. Ama bir iddiaya sahip olmak da önemli, öyle her höt diyenden korkarsanız kim sizi ciddiye alsın? Karışık mevzular, emin değilim. Her halükârda yapmanızı kimsenin özellikle beklemediği bir şeyi yapıyorsunuz. Dünyanın neresinde olursanız olun, peşinden giderseniz hüsrana uğrama ihtimalinizin epey yüksek olduğu bir ilgi alanına sahipsiniz ve üstüne üstlük Türkiye’de yaşıyorsunuz. Ben keşke kallavi bir okur olabilsem mesela, belki o zaman yazıyla çiziyle uğraşmazdım. Yazmak, biraz cahil cesareti de sanki. Ne zaman bir roman veya öykü yazabileceğine tam anlamıyla nasıl emin olabilirsin ki? Kaç kitap okuduktan, nereleri gördükten sonra sayfa başına geçmeye layık oluyorsun? Neyse, bu duvara toslayıp durmaktan memnunsanız sorun yok, yalan değil alışıyor insan bir süre sonra. Belki o duvar da yıkılabilir bu arada, sarsabilirsiniz ülkeyi, tüm gerçekleri haykırırsınız yüzlerine ve anlarlar falan ama işin büyük kısmı o sert yüzeye çarpıp durmak galiba, bencilce yazmak, araştırmak, sadece kendin için yazabilmek ne güzel, değilse ve keyif almıyorsan, başka umutların varsa da kolay gelsin. O umutları gerçekleştirmek için, nasıl umutlarsa artık, epey bir kastırman, insan arasına karışman, çeşitli erk odaklarına sızabilmen, kalabalıkta etki yaratan bir kuvvet olman lazım herhalde. 

Yani yazmak zaten riskli bir şey. Her şeye rağmen, çoğu kişi bu uğraşınızı, mahreminizi dökeceğiniz “yüce sanatınızı” ciddiye almazken, siz edebiyatı ciddiye alabilecek misiniz? Bu yüzden, fikir aşamasında kalıp yazmayanlara şöyle diyeyim: Hayırlı olsun, kardeşim. Sıkma canını, yazmayıver yani, ne olacak, siktir et. Bir gün yazarsın belki. Aceleye gerek yok. O öyküyü bitirince, o dergide o öykün yayımlanınca, o editörle tanışınca, o isim seni orada burada övünce, o yayınevinden kitabın çıkınca yaşayacağını beklediğin bazı şeyler var biliyorum, onlar büyük ihtimalle olmayacak işte. Kimsenin sana övgü, ilgi, sevgi hatta nefret borcu yok. Sen borç ödemeye geldin bu dünyaya. Yani yazacaksan yol aşağı yukarı belli, eğ boynunu, usul usul yürü şimdi.


Hande Ortaç: “İstediğim sesi bulana, söylemek istediğim hikâyeyi duyana kadar resmen kıvranırım.”
Hande Ortaç’ın üçüncü kitabı Daha İyi Misin’de bir savaştan kaçanların, gidenlerin ardından çaresizce bakanların, mücadeleye omuz verenlerin, derdine ortak olanların öyküleri var. (Kolajdaki fotoğraf: Poyraz Tütüncü)

Okumak ve kendini yazarak ifade etmek benim için erken yaşlarda başladı. Sanırım okumaya meraklı bir çocuğun kurmacadan gayrı bir düşünce sistemi geliştirmesi pek mümkün olmuyor. Oyun çağında, hele de bunun keyfini sürme lüksüne sahip bir çocuksanız. Hayal dünyasıyla gerçek, kurmacanın sağladığı araçlarla yazıda birbirine harmanlanıp tuhaf bir düşünce sistemi oluşturuveriyor. Lafı edilmeyecek ama yazıyla ilişkimi biraz ortaya koyduğunu düşündüğüm, ilkokulda hem il hem de okul çapındaki kompozisyon yarışmalarında aldığım dereceler mesela, benim için tatlı anılar. Çocukluk dönemi için belirleyici olmuş bu kendini ifade yöntemi ortaokul döneminde sekteye uğradı ve uzun yıllar uydurup yazmayı, o yaşımda bu tabiri çoçuksuluğu yüzünden dışlamakla birlikte çokça, yazının kendimden büyüklüğünü idrak etmeye başladığım için, geçmişe gömüp iyi bir okur olmayı seçtim. Bu günden o yıllara baktığımda ergenliğin o çetin yıllarını günlükler adı altında renkli defterlere büyük bir adanmışlıkla kaydederken bile kendime yazar olma hayalini yakıştıramamış olduğumu fark ediyorum. Hep hikâye anlatan, hep kendi ritmiyle farklı okuma deneyimlerini kovalayan (içinde pek de gurur duymadığım romanslar, ucuz polisiyeler ve mürekkebi eline çıkan çizgiromanlar da var), her duygu durumunda metinlerden medet uman, üniversitede siyaset bilimiyle ve tiyatroyla haşır neşir olup metinlerin çok farklı anlam boyutlarına kafa yoran birinin, yazmayı sandıkların en dibine gömmesi yazma eylemini sadece gözden uzak tuttuğu ama derinlerde bir yerlerde yaşatmaya devam ettiği anlamına geliyor diye düşünüyorum. Zamanını bekleyen bir çeyiz vermişim kendime de pek fark etmemişim sanki, şimdi bakınca bunu fark ediyorum.

Çünkü ne zaman sıkıştım, o acil durumda camı kırıp tekrar yazıya yaslandım. Üniversiteden mezun olmuş, iş hayatına atılmış mücadele içinde “yahu ne dedik ne oluyoruz?” telaşında yazmak, uyumlanmaya çalıştığım dünyada bodoslama çarptığım durumları daha iyi anlamaya çalıştığım bir egzersiz hâlini aldı. Evet ‘bu anlama çabası’ çok sıkıcı ve klişe biliyorum. Ama yetişkin hayatta her cephede mücadele verirken, (bu savaşı biraz somutlayalım, kimse için yeni şeyler değil tabii, yine de şahsımın önemsiz tarihindeki bu birkaç meseleyi buraya da not düşmüş olalım: İş hayatının korkunç hiyerarşisinde ve uydurulmuş sistematiğinde genç bir kadın olarak var olmak, kafanın tepesinde hayallerle yaratıcı işler yapmayı arzularken ay başında kirayı ödemek için her Allah’ın günü için çıkana kadar çalışmak, toplumsal beklentilerle bireysel amaçların amansız savaşı, ülkendeki adaletsizliklere boğazını yırtsan, kendini parçalasan da çözüm bulamamak/olamamak, Kafkaesk bir dünyanın ortasında gelecek kaygısıyla kurtarılmışların gemilerinde bir yer mi edinmek yoksa kendi gemini mi inşaa etmek arasında salınmak vs vs vs) şikayetlerim sızlanmalarım ya da kendimce derin olan tespitlerimin pek bir yere varmadığını, konuşmanın beni bir yere götürmediğini fark ettiğimde içime dönüp derdimi anlamaya ve anlatmaya yazı aracılığıyla giriştim. Benim için yazmak önce idrak etmeye sonra da ifade etmeye yarıyor. Bunu doğrudan düşünce yazısıyla değil de hikâyenin o duygulara hitap ederek içe işleyen ve böylece okuyana farkına bile varmadan sorgulatma potansiyeline güvenerek yapmayı seviyorum. Hikâyeler, öyküler; formlarının bahşettiği gücün yanında, yani roman, öykü, oyun vs, olmalarından öte insanlar üstünde büyülü bir etkiye sahip. Bunun sınırlarını kendi sorularımla keşfetmeye çalışmak inanılmaz bir haz veriyor bana. 

Üstüne düşündüğüm konulara gelince, ülke ve dünya konjonktürü sağ olsunlar bizi bir an bile boş bırakmadıkları için ne yazık ki oldukça zengin bir portföyüm var. Ama tüm bu seçenekler içinde benim yazımın merkezinde; değişen dünyanın kucaklaması gereken tüm bireysel var olma biçimleri, küresel iklim krizi ve olası korkunç sonuçları, aklımın yettiğince konu edindiğim toplumsal adaletsizlikler var. Aile de benim önemli sorunsallarımdan biri. Bu küçük toplumsal birimden umduğumuz medet ve sonu gelmez başarısızlıkları üstüne düşünmeyi seviyorum. LGBTİ+ bireylerin hikâyelerde dolaysız yer alabilmeleri, kurumsal hayattaki emek sömürüsünün ama bunların ardında harekete geçirilebilecek savunma mekanizmalarının varlığı, sadece kaçarak değil var olarak da olumsuzlukları bertaraf edebileceğimiz bir dünya kurgulamak, tüm hak mücadelelerine göz kırpmak, bir omuz verebilmek benim için önemli olan konuların bir özeti. 

Bu çok uzun lafın kısası, yazma eylemini anlama çabamla yer değiştirdiğim için yazmaktan vazgeçmem artık mümkün değil. Okunmasından bağımsız, tabii asla okunma arzusunu yitirmeden, ben hikâye ederek düşünmeye devam edeceğim. Okurla buluşur hatta okurunu bulursa ne âlâ. Aslında 2021 yılının Haziran ayında İletişim Yayınları’ndan çıkan ve benim üçüncü öykü kitabım olan Daha İyi Misin? bu alışkanlığımın bir göstergesi. Kitap geçtiğimiz altı yıl içinde daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış ama yazılıp kenara konmuş, öfke ve merak ürünü on bir öykü barındırıyor. Ne yalan söyleyeyim, tekrar bir öykü kitabı dosyası hazırlamayı düşünmemiştim, ta ki 2020 Mart ayıyla birlikte pandemi hepimizi evlere kapatana ve kendimizle baş başa kalmaya zorlayana kadar. Üstüne çalıştığım daha uzun bir metin vardı, o metin hâlâ var. Fakat o dönem, o zorlu zamanlarda, etrafımda olan biteni anlayabilmek için kendimi tekrar öykünün o sınırsız olanaklar dünyasına bıraktım, yeni öyküler yazdım. Bu öykülerden biri “Pembe ve Eflatun”, KaosGL 2020 Kadın Kadına Öykü Yarışması’nda birincilikle ödüllendirildi. O tuhaf yıl için bol keseden bir sevinç vesilesi oldu. Aynı dönem eski öyküleri elden geçirdim, o öykülerdeki duygu ve kavramların benim için hâlen kıymetli olduğuna ve okurla buluşursa bir karşılık bulacağına ikna oldum ve İletişim Yayınları’yla dosyamı paylaştım. Bu dosyanın benim için şöyle bir avantajı vardı, birçok öyküyle araya o kadar çok mesafe girmişti ki rahatlıkla kesip biçerek editörüm Emre Bayın’ın tavsiyelerini yerine getirmeye çalıştım. İçimize sinmeyen öyküleri acımasızca dosyadan atıp yerlerine yenilerini yazdım. Çokça çabaladığım, endişe seviyesi tavan ama her şeye rağmen eğlenceli bir süreç oldu. Dünya durmuş olsa da ben bir şeyler üretiyordum ve inanılmaz mutluydum. O sebeple bu kitaba ve sürece çok şey borçluyum. Tüm belirsizliklerde dahi hayatta kalma çabamın somut bir göstergesi oldu. Kitabın ismi de okurunun farkında olan bir metin olduğunu, süreçten ve bağlamdan kopuk bir kitap olmadığını vurgulamak için “Daha İyi Misin?”. Kitaptaki öykü isimlerinden bağımsız bu başlık, iyileşme sürecinin belki de hiç bitmediğini ve bitmeyebileceğini işaret ediyor. Öte yandan iyi olmak sadece bir hastalıktan iyileşmek de değil. Bir önceki hâlinden daha iyi bir insan mısın? Bu çabanda neredesin? diyerek okura daha iyi bir birey olmanın imkânlılığını da hatırlatıyor sanki.

Bir kurmaca metni yazma süreci, akışkan, elle tutulmaz bir dolu düşüncenin yazıya geçerek somutlaştığı an. Bu benim için sancılı bir süreç. İstediğim sesi bulana, söylemek istediğim hikâyeyi duyana kadar resmen kıvranırım. Bilgisayar başına hep bir soru ya da meseleyle otururum. Eğer aklımda kurmaca bir metin varsa detaylı bir şekilde plan yaparım. Boş beyaz bir ekrana yazmadan önce mutlaka defterde bir plan çıkarırım. Gideceğim yol, anlatacağı şey aklımda öncesinde şekillenmiştir ya da metni gözümde canlandırabilmek amacıyla buna zaman ayırırım. Bu evre, uçsuz bucaksız bir çayırda dişine uygun bir tarla çevirmeye benziyor ve bunca olanak arasında kısıtlanmak genellikle sancılı oluyor. Ancak anlatacağım alanı gönlüme göre sınırladıktan sonra yazmaya başlayabiliyorum. Mesela ilk müsvedde üstünde çalışırken tüm ön çalışma çöpe gider, yerine daha tazecik fikirler gelip yerleşir ve bu da elindekini kaybetmenin yarattığı panikten öte bana inanılmaz bir mutluluk verir. Sanırım ön çalışmayı klişelerimi ilk elden dökmek için yapıyorum. Böylece yeni fikirlerle ve mütevazı buluşlarla bezeli de olsa oldukça kırık dökük, diğer yandan üstüne çalışmaya değer bir metin ortaya çıkıyor. İşin keyifli kısmı işte bundan sonra başlıyor. Aklımdaki her şeyi sakınmadan kağıda döküp sonra altın makasla temizlemeyi daha çok severim. Kesip biçme aşaması gerçek anlamda bir oyun oynama hâlidir ve kendime yetişkin dünyamda böyle şahane bir alan açtığım için minnet duyuyorum. Bir öyküyü kapatmaksa çok zor. Bir noktada artık, bütüne dair değil, detayda değişiklik yapıyorsam metinle vedalaşmaya çalışırım. En nihayetinde mükemmel diye bir şey yok ve bizi çekici kılan aslında kusurlarımız.

Benim için yazabilmenin ve hatta konuşabilmenin öncülü her zaman okumak. Hep okuyan ve daha çok okumak isteyen biri oldum. Eğer günlük olarak belli kurmaca dozumu alamazsam, içine düştüğüm mutsuzluktan çıkmam mümkün olmadığı için kendime okumak için mutlaka bir alan ve zaman açarım. Okumak için hiçbir ritüele ihtiyaç duymam, kitaptan ya da ekrandan okurum, hiçbirini yapamazsam sesli kitap dinlerim, saati yoktur, benim için aktivitelerin hasıdır. Özetle, kurmacanın büyüsüne kapıldıktan ve beyin kaslarım kurgu evrenine uygun geliştirdikten sonra her gün aklıma takılan konuları hayalimde yarattığım mizansenlerde çözmeye çabalıyorum ve metinler böylece ortaya çıkıyor. 

Kendi pratiğimi bunca yücelttikten sonra şimdi de alaşağı etme zamanı. Bu kadar okuma, yazma, düşünme, -insanız- karşılaştırma, özenme, imrenme vs bunca çaba hepsi iyi bir hikâye anlatabilmek için. Aslen, insanın geçirgen olmayan teninden içeri sızabilmeyi başaran hikâyenin amacına ulaştığına inanıyorum. Bazen yüzlerce sayfayı ya da kısacık bir anlatıyı, saatler süren bir filmi ya da bir an baktığımız fotoğrafı o sızıntıyı bulmanın hatrına okuruz, izleriz, görürüz. O kendine çatlak bulup içimize geçen şey öyle bir yere dokunur ki gerçekte ne olduğunu anlamdıramadığımız gibi hem insanlığa hem de kendimize dair yeni bir durumu fark etmemizi sağlar. Büyüklük ya da küçüklükten bahsetmiyorum, farklı bir şey olması yeter. Ben yazarın dürüstlükle, yapmacıksız, ânın ya da olayın hatrına anlattığında bu duyguyu yakalabileceğine inanıyorum. Fakat bu aklımızdan kâğıda dökülen samimiyet hâli öyle kalın kabuklarla kaplanmış ve saklanmış ki altındaki yemişi bulmak için yıllar o kabukları ayıklayarak geçiyor; bazı yazarlar bulamadan pes ediyor, bazıları kabuk kalabalığının arasında gerçek yemişi göremiyor. Umarım bu uzun koşuda bir kerecik bile olsa o kendine has samimiyete kavuşur ve insana dair minicik de olsa bir bam telini ben de tıngırdatabilirim.


M. Özgür Mutlu: “İyi bir öyküden beklentim öncelikle okurun aklıyla dalga geçmemesidir.”
M. Özgür Mutlu dördüncü kitabı Dönme Dolap Düşleri’nde herkesin gördüğü ancak kimsenin şaşırmadığı, hızla kanıksanan, hatta zaman zaman alkış tutulan; tuhaf, yanlış bir değişime tanıklık ettiriyor.

Hiçbir zaman düzenli yazabilen biri olmadım. Fakat yazmak, zaten sadece kalemle ya da klavyeyle kâğıtlara iz düşürmekten ibaret değil. Yazıyı tüm yaşama ve günlük hayata yayılan bir süreç olarak görüyorum. Okumak, not almak, günlük tutmak, düşünmek / düşlemek hepsi yazma sürecinin bir parçası. Bu nedenle sürekli yazının içindeyim diyebilirim. Kurgu metinler dışında okuduğum, gördüğüm, izlediğim şeyler üzerine de yazıyorum. Böyle bir yazıya başladığımda ne kadar süreceği belli olmuyor, peş peşe yeni okumaları zorunlu kılıyor. Yazma ve okumada da biraz dağınığım bu yüzden. Yazmak için herhangi bir ritüelim yok. Her an her yerde yazabilirim. Bu biraz tutkuyla alakalı sanırım. Eğer yazdığım bir metne tutkuyla bağlanmışsam, dış şartlardan kendimi soyutlayabiliyorum; sessizlik, gürültü, masanın üstü ya da altı fark etmiyor. Peki beni bir öykü yazmaya iten, harekete geçiren ne? Bu sorunun ne tek ne de değişmez bir yanıtı var. Bazen öfke, bazen korku, kaçma isteği, kalabalık olma isteği, kurtulma isteği. Daha genel bir perspektiften bakarsak farklı biçimlerle anlatmak, temelde varoluşsal bir problemin dışavurumu. Neler olduğunu anlamak için yazıyoruz, şu an burada olmamıza bir gerekçe bulmak için yazıyoruz, kendimizi tarih ve coğrafya içinde bir noktada belirlemek için yazıyoruz, ölmek ve ölümsüzlük için yazıyoruz. Diğer tüm nedenleri ve sonuçları içeren bir durum varoluş tedirginliği. Bu noktada ikincil ya da ardıl nedenler önemsiz diyemem ama ister bir sandalyenin kırılmasını yazalım ister toplumsal bir soruna parmak basalım, hepsinin kökeninde anlatma, anlaşılma isteği var ve bu varlığa içkin bir sorun.

Yazmaya mektupla başladım. İlkokul öğretmenim ve arkadaşlarımla uzun süre mektuplaştık. Sonra defterler tutmaya başladım. Sayfalara şarkı sözleri, dergilerden kesikler yapıştırıyor, aralara bir şeyler karalıyordum. Zaman içinde ufak öykümsülere evrildiler. 1999’da Manisa’da şair arkadaşlarımla Vesaire adlı bir fanzin çıkarmaya başladık. İki senede toplam 3 sayı çıkarıp dağıttık ama bizi hayata bağladı. Öykü ise sanıyorum sadece kendimi yazmak yerine başkalarının hikâyelerini de anlatmak istediğimde ortaya çıktı. Sonra kitaplar geldi. Dönme Dolap Düşleri dördüncü öykü kitabım. Kitaptaki öykülerin çoğu yıllar içinde edebiyat dergilerinde yayımlanmış olanlar. Öykü kitabı yazmak diye bir şey yok aslında. Öyküler yazıldıkça birikiyor, bir noktada nitelik ve nicelik olarak bir bütünlük sergilediğinde dosyaya dönüşüyor. Yoksa ben şimdi adı şu olan bir öykü kitabı yazmaya başlıyorum gibi bir durum olmuyor. Öyküler bazen yıllarca gireceği kitabı bekliyor, çoğu kez de asla bir yer edinemiyor kendine ve taslak olarak kalıyor. Bir taslağın son ürüne dönüşebilmesi için çok uzun zaman geçebiliyor. Aslında son ürün diye de bir şey yok. Bir metin üzerine ömür boyu kalem oynatılabilir. Fakat bir noktada yazar metinle arasındaki ilişkiyi bitirmek istiyor. Benim yirmi yıl önce yazdığım metinlere açıp baktığım oluyor. Nitelik olarak iyi bir duruma geldiğini düşündüğüm öyküleri kitaba alıp okuyucuya teslim ediyorum. Her zaman doğru seçimler değil belki ama kitapta yer alana kadar her öyküyle onu göremeyecek hâle gelene dek uğraşıyorum. O kadar çok tekrar okuyup üzerine kalem oynatıyorum ki bir an yeter diyorum. Editörlük kurumu bu körleşmenin önüne geçmek için gerekli ve çok önemli. Kitap çıktıktan sonra ise en azından bir süre öykülerin yüzlerini bile görmek istemiyorum. Sonra kitaplaşmış hâlde okuduğumda böyle yazmasaydım dediğim yerleri de çok oluyor. Her şeye rağmen bir rahatlama. Öte yandan işin hem en sıkıntılı hem de en keyifli kısmı metinle boğuştuğum süreç. Kitabın basılması, ele alınması, okunması, bir iki ufak geri dönüş, söyleşiler, imza günleri vs. yazarken çektiğim zorluğun ve bundan aldığım keyfin yanında devede kulak kalıyor. Bu nedenle zaten yazmaya devam ediyorum, tekrar o boğuşmanın içine girebilmek için. Okumayı ve yazmayı hayatınızın merkezine koyarsanız, günlük hayatınızı da bu pratiğe göre şekillendirebilirsiniz. Ben yazmasaydım delirecektim, ölecektim demiyorum, dönem dönem yazmamayı tercih ediyorum. Buna karşın elbette yaşamımın merkezine yakın bir yerlerde konumlanıyor okuyup yazmak. Ancak hiçbir zaman günlük hayatta yaşadığım ana, karşılaştığım insanlara malzeme gözüyle bakmadım. Sırf yazmış olmak için yazılmayacağı gibi yazmak için malzeme toplamak da garip geliyor bana. Bazen arkadaşlar başlarından geçen ilginç bir olayı anlatıyorlar, bunu yazarsın şimdi sen diyorlar. Öyle olmuyor işte. Yaşadığımız ya da dinlediğimiz şeylerin ilgi çekici olması yazılması için yeterli olmuyor. Aksine çoğu kez pek kimsenin umursamadığı ya da dikkatini çekmeyen konular, insanlar, durumlar gelip takılıyor benim aklıma.

İyi bir edebi metinden, biraz daha özelleştirirsem iyi bir öyküden beklentim öncelikle okurun aklıyla dalga geçmemesidir. Okurun aklıyla dalga geçmek nedir? Okurun bir şeyleri anlamayacağını düşünüp gözüne sokmaktır, okura metnin içine girecek, onu genişletebilecek alan bırakmamaktır. Hiçbir şey anlatmayıp, gereksiz yersiz tasvir ve laf cambazlığı ile onu etkilemeye, gözünü boyamaya çalışmaktır. Derdini kendi özgün diliyle anlatmaya çalışmak yerine bir yerlerden devşirdiği aforizmaları sıralamaktır. Anlattığı hikâyeyle arasına mesafe koymayıp yazarın görüşünü ve dehasını okura dikte etmeye çalışmaktır. Okur için yazmaktır ve okur için yazmamak adına okurun özellikle anlamaması için çaba sarf etmektir. Çok şey söyleyeceğim diye metnin dengesini bozmak, fazlalıklarla metni hormonlu hale getirmek ve bunu okura yutturmaya çalışmaktır. Kelime oyunları yapıp imla bilmediğini bilmemektir. Buna benzer durumları okur mutlaka anlar, ben de anlıyorum, anlayınca da o öyküden keyif almam mümkün olmuyor. Ben de yazarken samimi olmaya, tarafsız bir gözle yazdıklarıma bakıp sıraladığım hatalardan kaçınmaya çalışıyorum.      

Yazmak isteyenlere tavsiye vermek zor. Öncelikle bu mecrada herkes için farklı deneyimler, hikâyeler söz konusu. Ama her şeyden önce iyi bir okur olmak gerekiyor. Klasikleri ve çağdaş edebiyatı bilmek gerekiyor. Bugüne dek neler yazılmış, nasıl yazılmış, neden yazılmış bilmeden yazmaya kalkışmak beyhude bir çaba olur. Elbette herkes bir şeyler yazabilir, bir engel yok ama yazdıklarımızın edebi bir değer taşıması, okura ulaşması ve hatta kalıcı olabilmesini istiyorsak ortaya çıkan ürünün belli bir edebi birikime eklemlenmesi gerekir. Dahası sadece edebiyat da değil, her alanda meraklı olmak ve okumak gerekiyor. Bir yandan sabırlı ve inatçı olmak da bu alanda çok gereken bir meziyet. Kendi yazdıklarımıza âşık olmamak, gerektiğinde yıkıcı olmak, eleştiri kaldırabilmek -eleştiren varsa, ki pek az- önemli. Sanat bana kalırsa cesaret işi. Her şey bir yana yazdıklarına güvenip onları bir başkasının beğenisine sunmak bile cesaret isteyen bir tutum. Buradaki cesaret içinde biraz küstahlık da taşır ama asla cahil cesareti derecesinde bir aymazlık değildir.


Sinem Sal: “[Yazmak] Tüm empati kaslarımı çalıştırıyor.”
Sinem Sal’ın altıncı kitabı Bizim Zamanımız, hüzün ile neşeden besleniyor ve 90’lı yılların sıradan bir mahallesinde geçen, sıradan olmayan bir maceraya davet ediyor.

Bir kafamın içinde, yazma pratiğim var, bir de gerçekte olan. Kafamın içindeki yazma pratiğim sabahları erkenden kalkıp yazmak, gerçekte olansa sabahları erkenden kalkıp işe gittiğim için akşamları yazmak. Romanı yazmadan önce her bölümde neler olacağını aşağı yukarı biliyorum. Bizim Zamanımız’ı mesela son sahnesine kadar planlamıştım. Roman, 1999 yılında geçtiği için o yıllara ait görselleri, şarkıları, haberleri, bazı videoları bir klasörde biriktirdim. Yazmadığım zamanlarda bile atmosferi besleyecek, karakterlere küçük yeni hikâyeler eklemem konusunda bana ilham olacak şeylerle ilgileniyordum.

İçime tam olarak sinen bir hikâyeyi kurguladıktan sonra yazmak benim için çok daha rahat oluyor. Ana hikâyeden sonra, karakterlerimi şekillendirirken hepsinin ayrı ayrı günlüklerini tuttum. Bu da dil olarak birbirlerinden ayrılmalarını kolaylaştırdı benim için. Olaylar Hasköy’de geçiyor. Ben de romanı yazmaya başladığım hafta Hasköy sokaklarını gezdim ve mahalleliyle sohbet ettim. Yanlış bildiğim, eksik hatırladığım, hiç duymadığım hikâyeleri bir de onlardan dinledim.

Taslak ve son ürün arasındaki sürece dair

Son düzenlemeleri yaparken, bazen birkaç cümle ekledim. Sonra okumaya devam ettiğimde, o cümlenin aynısının zaten alt paragrafta olduğunu gördüm. Süper tutarlı olduğumun kanıtı değil bu. Aslında o kadar çok okumuşum ki yazarken, ezberlediğimi fark etmemişim.

Dürtüler ve temel motivasyonlar 

İlham aldıklarım kadar, reddettiklerim, sevmediklerim. Eskiden belki sevdiğim, ama artık daha mesafeli olduğum, aslında içinde bir hikâye barındırmayan romanlardan hoşlanmıyorum. Ne kadar yapabildiğim tartışılır, ama kafa yorduğum şey, kısa cümlelerle, şimdiye kadar yazdığım öyküler ve romanda olduğundan daha fazla diyalogla roman yazabilmek.

Yazmayı öğrendiğimden beri hayatımda düzenli olarak yaptığım iki şey var; biri gereksiz her şey için kaygılanmak, ikincisi yazmak. İlkokulda bile defterler dolusu öyküler yazıyordum. Günlük tutmaya başladığımda sanırım hayatımın sıkıcılığını fark ettiğimden olsa gerek günlere bir başlık koyup durumu abartıyordum. Mesela bir keresinde öğretmenimizin üstüne çay dökülmüştü. O günün başlığını hatırlıyorum: Öğretmenin Yanışı. 

Uzun soluklu yazma deneyimini nasıl tanımlıyor?

Nasıl tanımlıyorum emin değilim ama nasıl tanımlamadığımdan çok eminim. Yazmak benim için kesinlikle bir terapi biçimi değil ve iyileştirmiyor. Bir terapiyse de divana uzanan değilim ben. Koltukta oturanım. 

Yazarken en keyif aldığı ve en meşakkatli kısımlar

Hikâyeyi kurduktan sonra yazmaya başlamak benim için en doğal süreç. Lâle Müldür’ün bir şiiri var: “Sen açacağın onca belaya değer misin?” Yazmanın doğal süreci benim için başlamadan önce her gün o hikâyeye bakıp bu soruyu soruyorum kendime.

Bir okuyucu olarak iyi bir hikayeden bekledikleri 

Aslında bunun cevabıyla tekrara düşebilirim çünkü bir okur olarak beklentilerim bir yazar olarak beklentilerimi etkiliyor. Hatta ikisini birbirinden ayırmam çok zor. 

Yazmak ya da yazmaya dönük birikim yapmak gündelik hayatına nasıl yansıyor? 

Benim tüm empati kaslarımı çalıştırıyor. Empatinin varlığı için de duyguları anlamak, nihayetinde o duyguları karşılayacak ihtiyaçları tespit etmek gerekiyor. Bunu sürdürebilecek kadar stabil bir psikolojiye ihtiyaç duyuyorum. Orada patlak vermiş olabilirim zaman zaman.

Kitabıyla birlikte ne gibi tecrübeler edindi? Nasıl dönüşümlerden geçti / geçiyor? 

Bir gün Bina’nın balkonunda, kalbimin çok kırık olduğu bir gün Aylin Güngör bana demişti ki “Aslında tam bir asshole gibi davranabilirsin. Öyle görünmüyorsun ama yazdığın karakterlerde var.” Aylin’i önerisiyle ateşlere atmak istemem ama kırk psikolog birleşse böyle sağlam bir öneri veremezdi. Ben de sanırım tecrübelerinden yola çıkarak kitap yazan biri olmaktan ziyade, yarattıkça hayatına ilham alan biriyim. Bizim Zamanımız’ın Mihrap’ı da bana başına gelenlerle neşesiyle mücadele ederek ilham verdi. İlk yıkımda göreceğiz, ne kadar dönüştüm.

Yazmak isteyip de fikir aşamasında kalanlara tavsiyeleri var mı? 

Bence fikir aşamasında kalıyorsa, asla “Hemen yazmalısın” diyenleri dinlememek gerekiyor. Çünkü durduran her şeyin bir sebebi vardır, yazdıran her şeyin de.

Yaratıcı yazarlıkta risk nasıl alınır?

Kalabalık bir konserde mikrofonun sana uzatıldığı bir an yaşadın mı hiç bilmiyorum. Ben hiç yaşamadım. Ama bence bir şeyin yayımlandığı an yazarı kim olursa olsun böyle. Kötü çıkan sesini ya gülerek geçiştireceksin ya da ayağa kalkacaksın. İkisinin aynı anda olması bile mümkün.


Yiğit Karaahmet: “Hayatımın uzun bir bölümü yalnız olduğumu ve anlaşılamadığımı düşünerek geçti. O yüzden bana ait olan bir parçamın başkalarına ulaştığını hissetmek bu çok eskiden beri içimde olan duyguyu değiştiriyor.” 
Yiğit Karaahmet’in üçüncü kitabı Deniz Ne Kadar Güzel; ilişkilerinin 40. yılındaki eşcinsel bir çiftin hayatlarına bir gencin girmesiyle birlikte yaşlılık, sadakat, ihtiras, aşk, yalnızlık korkusu, aile kavramlarıyla yüzleşmeleri hakkında. (Kolajdaki fotoğraf: Ekin Özbiçer)

Gazetecilikten geldiğim için kalem, kağıt kullanma ve ulu orta not alabilme gibi bir yazma pratiğim var. Telefona alınan notlara, ses kayıtlarına bir daha asla dönüp bakmıyorum. Onlar bana bir şekilde ciddiyetsiz geliyor. Ama defterlere yazdıklarım böyle değil onları bir şekilde daha yazıya dökülmüş ve üzerine daha düşünülmüş, biraz daha ‘ciddi’ buluyorum. Romanımı yazarken de böyle yazdım aslında. İlk oluşum sürecini de deftere yazarak daha sonra bu aldığım notları bilgisayara aktararak gerçekleştirdim. Böylece aslında bir şekilde daha başlangıcından itibaren iki kere yazmış oluyorum. Kaba hatlarıyla da olsa bir temel kurguyu bilmek çalışmak için bana çok iyi geldi. Elimde (sonradan değiştirme olasılığı hep açık) bir iskelet olduğunda geri kalan, başından sonuca ulaşmak için araları doldurmak gibi oluyor. Romanı tasarlarken tonu, ritmi, üslubu, tarzı, plot’ları gibi bir takım kararlar alıyorum ondan sonra kurgusu da aşağı yukarı kafamda oturduğunda bu dosya zihnimin gerilerinde bir yerde hep açık bir klasör gibi oluyor. Ne iş yapıyor olursan ol o dosya açık ve sen içine hep bir şeyler atıyorsun. Bazen koca bir sahneyi hayal bazen de tek bir cümle oluyor. Süreçte çok kaybolmadan, hızlı hızlı yazmaya çalışıyorum. Kendimi tanıyorum, bir işten çabucak sıkılma olasılığım çok yüksek. O yüzden sıkılmaya fırsat vermeden bunları hep yazıyor oluyorum. Bu romanı yazarken sıkılmaya başladığımda neredeyse yarısından fazlasını yazmıştım. O saatten sonra da geri kalan enerjimi işi bitirmek üzerine harcadım. Geceleri çalışmak bana lise yıllarındaki matematik ödevleri ya da ertesi gün ki bir sınava çalışmak gibi geliyor. Daha çok gündüz çalışıyorum. Sık sık yürüyüşe çıkıyorum, yürümek yazmak için aşırı iyi bir egzersiz. Müzik dinleyip, yürürken romanı düşünüyorum, çeşitli alternatifler tasarlıyorum. Bunların bazısı hiçbir işe yaramıyor. Ta ki doğru fikri bulana kadar. Doğru fikir kendisini hemen belli ediyor, hemen sana başka bir kapı açıyor ya da seni varmak istediğin yere kolayca ve tam istediğin gibi bağlıyor. Sonra bu bulduğum şeyleri de yazıyorum ve öyle öyle ilk taslağı bitirmiş oluyorum. 

Deniz Ne Kadar Güzel’in üretim yolculuğu

Yazarlık kariyerimin bir noktasında kurgu bir şey yazmam gerektiğini biliyordum. Gazete yazılarımdan derlenmiş iki tane daha kitabım var onlara karşı büyük bir aidiyet hissetmiyorum, onlar bir şekilde bu isteğimi yeteri kadar tatmin etmedi. Ne yazmam gerektiğini düşünürken pek çok fikir arasından bu kitap çıktı. İlk başta, hiç bir şey yokken ortada Ne yazmak istiyorum? Nasıl yazmak istiyorum? gibi sorular sorarak, cevaplarını kendime dürüstçe verdim. Yazarak geçinen bir insan olduğum için yazdığım şeyin satması gerektiğini düşünüyordum bir şekilde. O yüzden bir tiraj beklentim vardı. İlgi çekici bir konu olsun istiyordum. Çabuk okunsun, beğenilerek okunsun, sırf ben olduğum için ayıp olmasın diye alınıp bir kenara atılmış bir kitap olmasını değil de alınıp, okunduğu süre içinde insanı günlük hayattan koparan ve içine hapseden, sürükleyici bir hikâyesi olsun istiyordum. Kimse verdiği paranın karşılığını alamamış gibi hissetmesin istedim. Tabii bunlar olsun isterken bomboş bir kitap ya da aşırı cheesy bir şey de olmamalıydı. Bir derdi olsun ve bu derdini baymak yerine bir hikâye üstünden anlatsın istiyordum. Sonra karakterleri buldum. Kırk yıldır sevgili olup Büyükada’da yaşayan bir eşcinsel çift üzerinden gelişen bir hikâye vermek istediğim tüm o dinamikleri karşılıyordu. Bu çift üzerinden aile olmak, beraber yaşlanmak ve kaybetme korkusu gibi temaları anlatabileceğimi düşündüm. Sonra onlara ev, arkadaşlar ve birbirlerinden ayrışacak iç dinamikler, özel şakalar gibi şeyleri ekleyerek hikâyeyi geliştirdim. 

Yazacağım şeyin ana kurgusu başından itibaren belli olduğu için benim romanımda çok az şey yolda değişti. Ama bazı şeyler de kendini yazarken belli ediyor. Bazı karakterler kendini yazdırmak istiyor. Yazarken yetersiz olduğunu geldiğini düşündüğüm bazı sahnelere eklemeler yaptım. Ama bana kalırsa taslakla son ürün arasındaki en önemli fark yazdığın eklemelerden çok çıkarmak üzerine oluyor. İlk taslakta ne olacağını düşünmeden aklıma gelen her şeyi yazıyorum ama sonraki edisyonları ve okumaları yaparken, hikâyenin içinde sırıttığını düşündüğüm, tekrar ya da gereksiz bulduklarımı atıyorum. İlk başta büyük part’ları kolayca atabilirken okumaya devam ettikçe ve bu edisyon işi sürdükçe daha ufak parçalara kadar en son da kelimelere iniyor. Bu süreç uzun bir şey yazmanın zor taraflarından biri diyebilirim. Neredeyse bir cerrah gibi ince ince çalışıyorsun üstünde. 

Dürtüler, temel motivasyonlar, uzun soluklu yazma deneyimi

Tüm kararlarını kendin verdiğin, kendi oluşturduğun bir şeyi yazmak ve onun okura ulaşması ve vermek istediğin mesajın alınması bana kendimi bir şeye ait hissettiriyor. Satır aralarına sıkıştırdığım küçük espriler, seçtiğim kelimeler, kurgunun iniş çıkış tercihleri birileri tarafından anlaşıldığını düşündüğümde yalnız olmadığımı hissediyorum. Hayatımın uzun bir bölümü yalnız olduğumu ve anlaşılamadığımı düşünerek geçti. O yüzden bana ait olan bir parçamın başkalarına ulaştığını hissetmek bu çok eskiden beri içimde olan duyguyu değiştiriyor. Beni bir hikâye anlatmaya iten temel motivasyon bu sanırım. 

Yazmak benim için bir hobi değil, mesleğim. O yüzden çok uzun zamandır yazıya profesyonel yaklaşıyorum. Başka herhangi bir iş yapmadım, başka bir iş yapmayı da bilmiyorum aslında. Ama yazı sadece bir iş gibi yaklaşarak sürdürülebilecek bir şey de değil. Manevi bir yerden de yakaladı beni. Kendimi bildim bileli yazmasam bile hep okurdum ve okuduğum bazı şeylere de hayran kalırdım. Bu hayranlığım beni yazmaya itmiş olabilir bir şekilde, bilmiyorum. Ama günün sonunda bakarsak bildiğim, iyi olduğumu düşündüğüm ve sevdiğim işi yapıyorum diyebilirim. 

Uzun soluklu yazma deneyimi, özellikle roman yazarlığı bir tür delilik hâli bence. Olmayan birtakım insanlar yaratıyorsun, onlara bir hikâye yazıyorsun, onları konuşturuyorsun; karakterleri var, evleri var, kıyafetleri var, sevdikleri ya da sevmedikleri şeyler var. Onları canlı görebiliyor gibisin. Ve uzun bir süreyi onlarla birlikte geçiriyorsun. Sonunda da ne olacağını aslında tam olarak hiç bilmiyorsun ama onlardan vazgeçemiyorsun da. Ben köşe yazarlığı yaptığım için okur reaksiyonunu haftalık olarak almaya alışkındım. Yazımı yazardım, beğenilir ya da beğenilmez ama bir hafta geçtikten sonra gündem değişir, başka bir şey yazardım ve o konu unutulur, yeni bir şeye geçmiş olurduk. Uzun soluklu yazmak ise gerçekten etkisi uzun süren bir şey. Hem yaratıp hem de okuruyla buluşturma ve onun sonrasında sende kalanlarıyla bu zaman kadar asla hissetmediğim bir etki yarattı bende. 

Yazarken en keyif aldığı ve en meşakkatli kısımlar

Romanımı yazarken en sevdiğim kısmı yaratma kısmıydı. Onu bulduğum ve ana hatlarına oturttuğumda bundan büyük bir haz aldığımı hatırlıyorum. En meşakkatli kısmı ise kafandakileri kâğıda dökmek yani yazma ve final kararını vermekti. Final kararı vermek gerçekten çok zor bence bu arada. Çünkü elinizde sonsuza kadar değiştirip, orası burasıyla oynayabileceğiniz bir metin var. Ama bir noktada artık buna bitti ve artık başka hiç bir şeyin değiştirmeyeceğim demek de yazarın işi. Ben ilk romanımda bunu baya net yaşadım. Bir türlü bitiremiyordum, sürekli bir yerini değiştirip duruyordum. En sonunda bunu bitirmenin de benim işim olduğunu anladım. Bunlar ilk romanım için geçerliydi fakat şu anda ikinci romanımı kurgulamaya çalışırken yaratım süreci biraz meşakkatli oldu. İşler tersine döndü. Çünkü şu anda elimde bence başarılı olmuş ve bitmiş bir iş var. Şu anda yeni bir şey kurgulamaya çalışırken yazdığım her şeyi ilk romanımla kıyaslıyorum. Sanki güçlü ve hayali bir rakibi var ve ne düşünürsem düşüneyim hep onun gerisinde kalıyor. Açıkçası elimde şu an tam kararını verdiğim bir hikâye olup onu editliyor olsaydım çok mutlu olurdum. 

Okuyucu olarak bir hikâyeden bekledikleri

Ben roman gibi roman seviyorum. Yani klasik anlamıyla başı sonu belli olan bir hikâye. Ve bu okuma serüveni bir maceraysa eğer bu yola yazarla çıkıyorum. Yazarın karakterinden izleri görmeyi seviyorum. Hiç tanımadığım bir insanın tasarladığı bir hikâyedeki tercihlerini okuyorum aslında. Bu tercihleri beni ne kadar konuda tutuyor, ne kadar az hata yapıyorsa da benim için o kadar iyi bir yazardır. Okumak hayal gücünün de işin içinde olduğu bir eylem. Hikâye benim hayalimi ne kadar keskin kılıyorsa, ne demek istediğini ne kadar net anlıyorsam benim için o kadar etkileyici oluyor. İyi yazar da benim için bunu en doğru şekilde yapabilen ve o hayali net bir şekilde kurmama yardımcı olan insan. 

Yazmak gündelik hayatına nasıl yansıyor?

O yazacağım yeni şey dosyası zihnimin geri planında açıkken gündelik hayatım, o âna kadar yaşadıklarım, anılarım, gözlemlerim, karşılaştığım insanların tavırları, tepkileri hep o dosya için çalışıyor oluyor. Bazen birisi öyle bir şey yapıyor ya da anlatıyor ki kitap için inanılmaz bir kaynak oluyor. İnsanları dinlemeyi seviyorum. İyi bir dinleyiciyim. Sonuçta bir insan tüm yaşadıklarıyla, olaylara verdiği tepkilerle eşsiz ve biricik bence. O yüzden sıradan bir insanın sıradan bir hikâyesi bile bazen çok işe yarayabiliyor. 

Kitabıyla birlikte ne gibi tecrübeler edindi? Nasıl dönüşümlerden geçti?

Benim kitabımın yolculuğu biraz zorlu oldu. Uzun bir süre yayıncı bulamadı, çok ret yedi. Normalde asla bu kadar uğraşmazdım, hemen bırakıp yeni bir şeye geçerdim ama bunda öyle olmadı. Ben hikâyemi seviyor, anlatmak istediği meseleyi düzgün anlattığını düşünüyor ve ilginç de buluyordum. O yüzden mevcut şartları çok zorladım ve onu çekmeceye kilitlemek istemedim. Hep okuruyla buluşması gerektiğini ve bu iyi ya da kötü kararını okurunun vermesi gerektiğini düşündüm. Gerçekten olabilecek en son anda yayınevi buldu ve basıldı. Ve başarılı oldu. Bu durum yazdığım yayınlanmasının yanı sıra kendi ısrarım ve kararımın arkasında durduğum için de mutlu etti. Severek ve inanarak yaptığım bir işin alıcısı ve popülaritesi olduğunu gösterdi. Kendime inanmamı sağladı. Bu anlamda çok mutluyum. Herkes tersini söylese de doğrusunu ben biliyormuşum. Müthiş bir şey bu. Kendimi tüm insanlığa karşı bir zafer kazanmış gibi hissediyorum. 

Yazmak isteyenlere tavsiyeler

Yazmak isteyenlere tavsiyem yazmaları olur. Bir fikir bence kâğıda dökülmediği sürece kafada ne kadar sağlam kurulmuş olursa olsun sonuçta bir fikir olarak kalıyor bence. Kafadaki bir fikri insanlara ulaştırmanın tek yolu da onu anlatmak ve bu işin adı da anlatılıcılık, yazarlık değil. Yazarlık harfleri ve kelimeleri basılı bir şeyin üstünde gördüğümüz mesleğin adı. Kendilerine karşı dürüst olmaları gerekiyor bence. Sonuç olarak tek bir kişinin yaptığı bir iş bu. Çok yalnız bir eylem. Yazarken sadece siz varsınız. O yüzden hikâyenin akıp akmadığını, sorun olup olmadığını, işin düzgün yürüyüp yürümediğini sadece siz anlayabilirsiniz. Çok iyi bir fikriniz olabilir ama yürümüyorsa bunu fark edecek kişi sizsiniz. O zaman ona veda kararı alması gereken insan da siz oluyorsunuz. Çünkü içinize sinmeyen bir şeyle boşa uğraştığınızda, boşa emek harcadığınızda aslında düzgün yazabileceğiniz hikayenin zamanından da çalıyorsunuz. O çok değerli zamanı ve emeği hak eden ve ilerleyen şeye harcamak gerekiyor bence. Ben kendi sevmediğim, eğlenmediğim, tatmin olmadığım hiçbir işi yapamıyorum. Önce benim o işe okey olmam lazım yani. Israrcı olmak isteyenleri de anlarım ama belki üstüne çok uğraşarak da oluyordur bu ama bende olmuyor açıkçası. Bir de küçük bir pratik öneri de bulunayım. Yazdığınız her şeyi mutlaka sesli okuyun. Bir eserin kendi sesini duymak çok önemli bence. Bu aynı zamanda editlerken de çok işe yarıyor. Bazen gerçekten gereksiz bir bağlam sesli okurken o kadar sırıtıyor ki onu atmayı ancak sesini duyduğunuzda anlayabiliyorsunuz. 

Yaratıcı yazarlıkta risk nasıl alınabilir?

Yazarlıkta risk bence o riskten emin olduğunuzda alınır. Nasıl ya da hangi aşamasında bir risk bu? Konu mu? Üslup mu? Biçim mi? Risk almak için risk almayı yine zamandan bir kayıp olarak görüyorum ben. Ama anlatmak istediğim bir hikâyeyi sadece o şekilde anlatabileceğime inanıyorsam ve denemelerim beni yanıltmamışsa o zaman o riski alırım ve hikâyemi o şekilde devam ettiririm. Sonuçta dediğim gibi nihai olarak bittiğinde olup olmadığına karar verecek ilk insan benim. Olmuşsa olmuştur, risk almak işe yaramıştır gerisi de artık yazma perilerinin işine kalmış bir şey. 

  1. Batı’nın alıştığından farklı: Deadly Prey Gallery

    80’lerden bugüne; göz alıcı, abartılı imgeler ve capcanlı renkleriyle büyülü Gana film posteri geleneği.

  2. Rajab Eryiğit’in öz vatanı olarak Amerika

    “Amerika’ya gitsem bile Amerika’da olduğumu hissetmem.”

  3. Aklımdakiler: mor ve ötesi

    Merve Dizdar, Can Öz, Mabel Matiz, Simge Pınar, Can Karadoğan, Nisan Ak, Kanat Atkaya ve Cem Kayıran’dan mor ve ötesi’ne sorular var.

  4. Bir zorunluluk olarak yaratmak: Planningtorock ve dünyasını anlama biçimleri

    Planningtorock ile üretim motivasyonundan bedeniyle kurduğu ilişkiye, aidiyet özleminden turne planlarına varan bir sohbet.

  5. Mahzuni’yle her seferinde yeniden tanışma: Anlat bize Kaan Tangöze

    “Mahzuni, ‘Haşlayın Beni’nin sonunda ‘işleyin beni’ der. Bu bir vasiyet bence. Aldım, yürütüyorum.”

  6. Modern Japon müziğinin mimarı Makoto Kubota neler neler anlatıyor

    Bir yaşayan efsane, yeniden canlanan kayıtlar ve onlarca hatıra.

  7. 8 yazarın zihnini kurcaladık

    2020’nin son çeyreği ve 2021 içerisinde kimi ilk kimi yeni kitabını yayımlamış sekiz yazar, heyecan duyduğumuz yaratım dünyalarına dair merakımızı cömertçe giderdi. Burçin Tetik, Deniz Poyraz, Derya Sönmez, Emirhan Burak Aydın, Hande Ortaç, M. Özgür Mutlu, Sinem Sal ve Yiğit Karaahmet’e sorduk.

  8. İyi dost her şeydir: Bora Akkaş ve Emir Çubukçu sohbeti

    Tiyatro, diziler, halı saha WhatsApp grupları, öykü yazarlığı ve dahası.

  9. İnternetin geleceği ve Web 3.0: Umut mu, hayal mi, zırvalık mı?

    Okuduklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımızdan derlediğimiz bir beraber düşünme pratiği.

  10. Sorularla, cevaplarla NFT âleminde geçen bir yılın ardından

    Türkiye parantezinde farklı disiplinlerden isimler, NFT’ye dair aklımızda dolananları cevaplıyor, deneyimlerini paylaşıyor.

  11. Butik olsun, küçük olsun ve keyif alınsın: Esra Muslu ve Selim Cenkel sohbeti

    Zahter London ve Marsel Lokumları’nın yaratıcıları, geleneksel lezzetleri korumak ve farklı şekillerde ortaya çıkarmak üzerine zihin açıcı bir muhabbete oturdu.

  12. Michel Franco seyirciyle diyalog kurabilmeye inanıyor

    Meksikalı yönetmen Michel Franco ile geçtiğimiz aylarda vizyona giren filmi “Nuevo orden”, ödül sistemine dair hisleri ve daha fazlası üzerine konuştuk.

  13. Ingvar Sigurðsson için her şeyin başı senaryo

    Ingvar Sigurðsson ile ödüllü “A White, White Day” performansının hazırlık sürecinden, konuk oyuncu olarak rol aldığı “Succession”a dair hislerine uzanan bir sohbet.

  14. Yakın dönemde radarımıza girmiş 16 yerli tasarımcı ve üretici

    Geçtiğimiz sene yola çıkan ya da yeni takibe aldığımız; kimi bireysel kimi ise ekip hâlinde çalışan yerli tasarımcı ve üreticilerle konuştuk.

  15. 2021: En iyi 100 yabancı albüm

    Yıl sonu albüm listelerini hazırlamak zevkli olduğu kadar her zaman zorlu bir süreç. 2021 de bereketli bir katalogla bu işi hiiiç kolaylaştırmadı doğrusu.

  16. 2021: Yerli sahneden 65 kayıt

    Uzunçalarlar ve EP’lerden karışık 65 kayıtla, 2021’de yerli sahneden neler dinledik, hatırlayalım.

  17. 2021: En iyi 10 toplama albümü

    Meksika'dan Güney Afrika'ya, Hollanda'dan Kolombiya'ya, 2021’den favori toplama albümlerimiz burada.

  18. 2021: En iyi soundtrack albümler

    Mark Mothersbaugh, Hans Zimmer gibi soundtrack denince akla gelen ilk isimler ile Mica Levi, Dan Deacon gibi kalıplar ötesi üretenler...

  19. 2021: En iyi 75 film

    Geniş havuzdan seçim yapmak hiç kolay olmasa da bir o kadar geniş jürimizle güçleri birleştirdik, 75 filmlik bir kayıt tuttuk.

  20. 2021: Türkiye sinemasından 15 film

    Özellikle ilk uzun metrajını çekmiş yönetmenlerin ve çıtayı yükselten belgesellerin iz bıraktığı bir senenin ardından.

  21. 2021: En iyi 40 yabancı belgesel / belgesel serisi

    Farklı coğrafyalara kamerayı çevirirken sorgulatan, ilham veren, gündem belirleyen veya sadece iyi vakit geçirten 40 belgesel.

  22. 2021: En iyi 10 dram dizisi

    Seyir zevki yüksek, sarsıcı, içerik ve biçimiyle çıtayı yükseğe çıkaran hangi yapımlar gündemimizdeydi? İşte 2021’in bizce en iyi 10 dram dizisi.

  23. 2021: En iyi 10 suç dizisi

    İlkeleri ve sevdikleri arasında kalan dedektifler, ne olursa olsun izini kaybettiren seri katiller, adalet düzenindeki sistematik ırkçılığın kurbanları ve dahası. İşte 2021’den favori suç dizilerimiz!

  24. 2021’in en iyi 10 komedi dizisi

    Dikkat! Yine sadece ekran macerasına 2021’de başlamış komedi dizilerinden bir seçki yaptık.

  25. 2021: En iyi 10 bilim kurgu / fantastik dizi

    Bilim kurgu ve fantastik dizi seçkimize edebiyat klasikleri ağırlığını koydu, animasyonlar yine eksik kalmadı.

  26. 2021: Türkiye yapımı 10 dizi

    Psikolojik gerilimden dönem hikâyesine, absürt komediden seri katil anlatısına 2021'den Türkiye yapımı diziler.

  27. 2021: Gündemimizden 50 kitap

    Gündemimizden 50 kitap seçkimiz 2021’de Türkçede basılmış kitaplardan oluşuyor. Kurmacalar ve kurmaca olmayanlar bir arada.

  28. 2021: En iyi 10 tiyatro oyunu

    2021'in en iyi tiyatro oyunları seçkimiz, prömiyerini 2021'de yapmış işlerden oluşuyor ama bir de bonus var.

  29. 2021: En iyi 30 podcast

    Bu sefer Ne Dinlesek? sorunuza podcastlerle cevap veriyoruz. İlk bölümü 2021’de yayımlanmış podcastlerden Türkçe ve İngilizce karışık, 30’luk bir seçki yaptık.

  30. Künye