Miyazaki evreninin vazgeçilmez 5 teması

Yazı: Kiraz Mısırlıoğlu

Filmekimi gösterimlerinin ardından vizyona giren yeni Hayao Miyazaki filmi The Boy and the Heron / Çocuk ve Balıkçıl vesilesiyle yönetmenin işlerinde sık kullandığı temalara, olmazsa olmazlarına bir göz atalım istedik.

Studio Ghibli ve Hayao Miyazaki’nin son numarası The Boy and the Heron, Mahito adındaki bir gencin hikâyesini anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında annesini kaybetmesinin ardından taşrada yaşayan babasının yanına taşınmak zorunda kalan Mahito, yeni hayatına alışmaya çalıştığı sırada gri bir balıkçıl kuşu ile karşılaşınca, hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını anlamaya başlıyor.

Film, Miyazaki’nin alışık olduğumuz büyülü dünyasının içine çekerek, bazı tanıdık hisleri gün yüzüne çıkarıyor. Seyirciye aynı anda bir sürü duygu vadeden The Boy and the Heron, kimisi için çocukluğa tatlı bir yolculuk sunarken, kimi izleyici için bir veda mektubu. Dünyayı olduğu gibi kabullenen Miyazaki de yazdığı karakterler aracılığı ile el sallıyor âdeta sevenlerine.


The Boy and the Heron
Kayıp ve yas

Miyazaki filmlerinde belki de en ön plana çıkan temalar arasında yas, kayıp ve ölüm yer alıyor. Yönetmen bu temaları farklı, duyarlı denebilecek bir yaklaşımla ele alıyor. Miyazaki’nin karakterleri genellikle kayıp ve kederle son derece insani bir şekilde boğuşuyorlar. Bu, kendi mücadelelerinin hikâyeye yansıdığını görebilen izleyicilerin karakterlerle daha derin bir düzeyde bağlantı kurmasını sağlıyor.

Aynı son filmi The Boy and the Heron’da olduğu gibi, Miyazaki’nin filmlerine yarı otobiyografik demek mümkün. Kendisi birçok röportajında İkinci Dünya Savaşı sırasındaki deneyimlerinin ve savaş sonrası Japonya’daki yetiştirilme tarzının, onun dünya görüşünü ve sanatsal duyarlılığını büyük ölçüde etkilediğini söylüyor. Savaşın yarattığı yıkıma ve bunun insanların yaşamları üzerindeki etkisine tanıklık ederek büyüyen yönetmen, karakterleri üzerinden yasla başa çıkma sürecini anlatıyor.

Miyazaki’nin kendi annesini kaybetme sürecine paralel olarak, The Boy and the Heron’da Mahito’nun annesinin kaybıyla mücadelesini izliyoruz. My Neighbour Totoro, yine iki genç kız kardeşin annelerinin yokluğu ve sağlığına ilişkin belirsizlikler etrafında dönüyor. Howl’s Moving Castleda ise baş karakteri yaşlı bir kadına dönüştüren bir lanet ile Sophie üzerinden yaşlanma korkusunu ön plana çıkararak ölüm konusunu kurcalıyor Miyazaki.


Spirited Away
Aile, kültür, benlik, kimlik

Miyazaki dünyasında genellikle aile ve kültür kavramları incelikli bir şekilde ele alınıyor; büyük ölçüde yönetmenin kendi hayatını da yansıtıyor. Filmlerinde güçlü aile bağlarının önemini vurgulasa da aile ilişkilerinin karmaşıklığını tasvir etmekten de çekinmediğini görüyoruz.

Geleneksel çekirdek aileler, alışılmadık gruplaşmalar ve hatta yerleşik aileler de dâhil olmak üzere bir dizi aile yapısını tasvir ediyor Miyazaki filmleri. My Neighbour Totoro ve Kiki’s Delivery Service (1989) kardeş ilişkilerinin önemini vurgularken; Howl’s Moving Castle, baş karakterlerden oluşan derme çatma bir aile birimini canlandırıyor.

The Boy and the Heron, yönetmenin kendi aile ve yaşamına daha yakın bir yerden ele alıyor konuyu. Tıpkı Miyazaki’nin kendisi gibi, filmin baş karakteri Mahito’yu da İkinci Dünya Savaşı Japonya’sında, anne kaybı ve savaşla aynı anda baş etmeye çalışırken buluyoruz.

Aile temasıyla bağlantılı olarak, Miyazaki filmleri sıklıkla hem Japon hem de küresel kültürel temaları işliyor ve çoğu karakterin, kimlik arayışı içinde olduğu bir süreçten geçtiğine tanık oluyoruz. Filmlerin çoğu Japon kültürü ve folklorundan ilham alıyor. Spirited Away, Japon mitolojisinden ve ruhlarından büyük ölçüde etkilenmiş; Princess Mononoke Japon tarihine ve Şinto inançlarına derinden kök salmış temaları araştırıyor.

Spirited Away’de baş karakter Chihiro’nun ruhlar dünyasına girdiğinde adını ve kimliğini kaybettiğini görüyoruz. Büyümenin getirdiği zorlukların bir temsilcisi olarak karşımıza çıkan bu kaybı, Chihiro’nun adını ve kimliğini geri alma yolculuğu izliyor. İsmini yeniden kazanmak, yolculuğunun önemli bir parçası hâline gelerek, benlik ve kimlik duygusunu yeniden eline almasına destek oluyor. Tüketiciliğin yıkıcı etkisi ve kültürel kimliğin kaybı ise No-Face karakteri üzerinden anlatılıyor Spirited Away’de. No-Face’in dönüşümü, bireylerin kimliklerinin dış etkenler tarafından ne kadar kolay bozulabileceğinin göstergesi oluyor.

Howl’s Moving Castle ise Howl’un gizemli geçmişi üzerinden kendi içinde yaşadığı çatışmaları anlatıyor. Devam eden bir savaşın arka planında geçen film, genellikle savaşa eşlik eden bireysel ve kültürel kimliğin kaybını gösteriyor. Howl’un savaştan hoşlanmaması ve insanları koruma arzusu, onun kimliği ve değerleriyle olan mücadelesini yansıtıyor.


Kiki’s Delivery Service
Genç olmak ve bulanıklaşabilen etik sınırlar

Miyazaki’nin birçok filminde çocuk veya genç yetişkin karakterler yer alıyor. Spirited Away’deki Chihiro, Kiki’s Delivery Service’teki Kiki ve The Boy and the Heron’daki Mahito bunlardan sadece bazıları. Ortak özellikleri, masumiyet ve merak duygusu taşımaları. Bu karakterlerin kişisel gelişimleri, kendini keşfetme ve çocukluktan ergenliğe veya yetişkinliğe geçiş süreçleri ise genellikle hassasiyet ve özgünlük duyguları üzerinden tasvir ediliyor. 

Genç karakterlerinin saflığını, yaşadıkları dünyaların karmaşıklığı ve zorlukları üzerinden anlatıyor; filmleri empati ve şefkati vurgulayarak, izleyicileri karakterlerin mücadelelerini anlamaya ve onlarla ilişki kurmaya teşvik ediyor. Karakterlere aşıladığı merak duygusu ile genç ruhların macera peşinde koşarak keşfettiği dünyayı seyircisine bir çocuğun gözünden resmediyor. Fakat dünyayı olduğu gibi sunuyor; iyisiyle kötüsüyle.

Miyazaki nadiren iyiyle kötü arasındaki basit ayrımı tasvir ediyor. Filmlerindeki düşmanların çoğu zaman karakterlerine derinlik katan motivasyonları ve geçmiş hikâyeleri olması, onları tamamen kahramanca veya kötü olarak sınıflandırmayı zorlaştırıyor. Princess Mononoke’nin Leydi Eboshi’si ve The Boy and The Heron’un meşhur balıkçılı buna verilebilecek iki iyi örnek. Miyazaki dünyasında iyilik ve kötülük hep bir denge içinde; tıpkı hayatta olduğu gibi.

Bu külliyatı genç karakterler üzerinden takip etmemiz belki de bu sözde kötü karakterlere olan bakışımızı yumuşatıyor ve çocukça bir masumiyet aşılıyor bile olabilir. Anlatılarına gençlik ve masumiyeti dâhil etmek, Miyazaki’nin kendisinin de dünyanın harikalarını ve güzelliğini genç karakterlerin gözünden keşfetmesine olanak tanıyor sonuçta.


Howl’s Moving Castle
Büyülü gerçekçilik

Hazır bu dünyaya dalmışken, büyülü gerçekçilikten bahsetmemek olmaz.  Miyazaki’nin hikâye anlatımının büyüleyici ve sürükleyici doğasına büyük ölçüde katkıda bulunan büyülü gerçekçilik, gerçek ve hayal dünyası arasındaki sınırları yok ediyor âdeta.

Spirited Away’de, hamam ve ruh dünyası modern bir ortamla kusursuz bir şekilde bütünleşiyor. Sıra dışı olanın sıradanla harmanlanması, merak ve entrika duygusu yaratıyor. Ruhlar dünyasındaki hamam, ruhların iyileşmek ve gençleşmek için geldiği bir yer olarak ön plana çıkıyor; ölüm ve yeniden doğuş temalarıyla paralellikler kuruyor.

Howl’s Moving Castle’da Howl’un hareketli şatosu, büyülü gerçekçiliğin çarpıcı bir örneği. Bu dünyada hem sihrin hem de teknolojinin varlığı, gerçek ile büyünün harmanlanmasını gösteriyor. Ateş şeytanı Calcifer ise hem büyüyü hem de gerçekçiliği bünyesinde barındıran eşsiz bir karakter. Ateşli, kızgın bir kişiliğe sahip olmasına rağmen duyarlı bir varlık olan Calcifer, karakterlerle son derece insani bir şekilde etkileşime girerek, mevzubahis çizgileri bulanıklaştırıyor.

My Neighbour Totoro ise karakterlerin doğal dünya ve orman ruhlarıyla bağlantı kurarak endişeleri ve belirsizlikleriyle nasıl başa çıktıklarını gösteriyor. Dost canlısı bir orman ruhu olan Totoro, rahatlığın ve umudun simgesi hâline geliyor.


Princess Mononoke
Doğa-insan çatışması

Doğa ve doğaüstü unsurları birleştirmek, yaşam ve ölüm temalarını keşfetmenin bir yolu olarak görülebilir. Yönetmenin pek çok filminde doğa hem güzel hem de yıkıcı, yaşam döngüsünü temsil eden bir güç olarak sunuluyor. Her türlü canlının başrol olarak görülebileceği bir sineması var Miyazaki’nin; her varlığın eşit olduğu ve doğal döngüyü tamamladığı.

Miyazaki sinemasındaki insan – doğa çatışmasına dair en açık keşfe Princess Mononoke’de (1997) rastlıyoruz. Çevrenin yok edilmesini ve hayvan tanrılarının çektiği acıyı, sanayileşme ve madencilik operasyonları arasında ortaya çıkan çatışma üzerinden anlatıyor film. 

Howl’s Moving Castle’da ise savaşın harap ettiği dünya, sanayinin ve savaşın yıkıcı güçleri ile doğal dünyanın güzelliği arasındaki çatışmanın arka planını oluşturuyor. Filme başlığını veren Howl’un hareket eden şatosu, bu gerilimin bir metaforu olarak karşımıza çıkıyor.