Dedikodu, hırs ve tüm potansiyeliyle saç: Thomas Hardiman ile Medusa Deluxe üzerine

Röportaj: Zeynep Naz Günsal

Prömiyerini 2022 yazında Locarno Festivali’nde yaptığı gibi çarpıcı görselliği, estetiği ve teatralliğiyle Medusa Deluxe müstesna bir çıkış filmi olarak hafızalara kazınmıştı. İçlerinden biri belli ki cinayete kurban gidince kendilerini karmaşık bir “whodunnit” hikâyesinde bulan birbirinden çelişkili ve dikkat çekici karakterlerle her biri ayrı ihtişam saçan kimi saç modelleri eşliğinde absürt, renkli bir dünyada tekinsizce dolandığımız yapımın odağında, hırsın zirvede olduğu bir kuaförlük yarışması var. Künyesinde BFI, BBC ve A24 gibi etiketleri gördüğümüz filmin ışık saçan oyuncu kadrosunu Clare Perkins, Kayla Meikle, Harriet Webb, Luke Pasqualino, Darrell D’Silvia, Anita-Joy Uwajeh, Kae Alexander, Lilit Lesser, Debris Stevenson, Nicholas Karimi ve Heider Ali oluşturuyor.

Kariyerinin önemli kısmında Dear Mr. Quistgaard lakabıyla faal olmuş Thomas “Tom” Hardiman’ın Mura Masa, Joywave, Tune-Yards ve Everything Is Recorded gibi isimlere klip yönetmenliği yaptığı sıralarda dışa vurduğu sıcak dili ve deneyselliğine uygun bir örnek olan Radical Harcore (2015), bir halı dükkânının dar dehlizlerinde kıvılcımlanıp sönen bir aşk hikâyesiydi. Alternatif yaratıcı ajans Somesuch bünyesinde başlayan yolculuğu, Four Stories (2016) serisinin final bölümü Slender Bodies… a year without Bowie and Prince (2017) ile hız kazanmıştı. Ardından deneysel bir tembel göz tedavisi kapsamında 10 gün zifiri karanlıkta yaşayan iki insanı konu alan, animasyoncu Chris Cornwell ile yarattığı kısası Pitch Black Panacea (2020) gelmişti. 

Sıra dışı konu, mekân seçimleri ve beklenmedik koşullara yüklediği duygusal yoğunlukla kendi rengini bulan Medusa Deluxe an itibarıyla MUBI’de gösterimde. Yönetmen Thomas Hardiman ile hem sanatsal tercihlerini hem de saçlara, dedikodulara yüklediği anlamı konuştuk.

“Kuaförlüğe âşığım: yazdığım şey hakkında tutkuluyum ama aynı zamanda bunu alaşağı etmek, kırmak istiyorum.” 

İlk olarak sormam gereken şey, film başlıklarını nasıl türetiyorsun? Çünkü filmografin şimdiye kadar gördüğüm belki de en yaratıcı isimlerden oluşuyor.

Gerçekten mi? Hangileri? Üçünü birden mi kastediyorsun? Radical Hardcore

Evet! Pitch Black Panacea, Medusa Deluxe’ın kendisi…

Tuhaf, daha önce kimse bana bunu sormadı. Başlıklar benim için gerçekten önemli. Bir şeyleri yapma şeklim şöyle: Genelde gevşek bir şekilde ilişkilendirilmiş yaklaşık beş farklı fikrim oluyor; âdeta yanlamasına bir yumurta sayacı gibi geniş bir alandan başlayıp daralarak belirli bir noktaya geliyorum ve orası artık bir şey yapabileceğimi bildiğim kısım oluyor. Sonraysa her şey aniden bir araya geliyor ve bir yol görebiliyorum. Bu süreç de genellikle başlıkla birlikte geliyor. Neredeyse bir yemeğe sos yapmak gibi. Yemek pişirmekte pek iyi değilimdir ama hani her şeyi çok ince bir sos hâline gelene kadar azaltırsınız ya?

Eleme gibi bir süreç mi?

Evet, aynen. Benim için böyle işliyor ama yine de bunu açıklayamıyorum. Bir karaktere isim vermek gibi bir şey, adını öğrenmeden bir karakteri yazmaya başlayamıyorum. Neden bilmiyorum ama ismi olmadan bir şey yazmakta zorlanıyorum çünkü genelde her şey bir isimde bitiyor. Bütün konsept orada. Herkesin yaptığım filmi isminden tanımasına ihtiyacım yok ama kişisel olarak benim başlığı bilmem gerekiyor. Radical Harcore için bilmem gerekiyordu mesela. Bildiğiniz gibi Radical Hardcore halılar hakkında bir film ve ben halıları ve desenleri çok seviyorum. Bu konunun halı üreticilerinin ya da salonlarına çılgın halılar koyan sinemaların dışında kimsenin ilgisini çekmediğini de biliyorum. Dolayısıyla o sırada hikâyeyi ilgi çekici bir şekilde anlatmanın bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Ayrıca o noktada internete bakmaya ve insanların sürekli bir konuda beş dakikalık uzman hâline geldikleri hakkında düşünür olmuştum. İnternete girip iki dakika içinde bir şeyin tüm tarihini öğrenebiliyorsunuz ve beş saniye önce hakkında hiçbir şey bilmediğiniz bir konunun birdenbire anlatıcısı olabiliyorsunuz. Bunun hikâyecilik üzerinde dramatik bir etkisi olduğunu düşünüyorum ve bu deneyimi nasıl bir anlatıya dönüştürebileceğimizi bulmaya çalışıyordum. Bu benim için oldukça “radikal” bir şeydi, sanki içinde yaşadığımız radikal, hardcore dünyayı yansıtıyordu: Medya size o kadar  hızlı çarpıyor ki. Yani konsept benim için bu başlıkta yatıyordu.

Medusa Deluxe konusunda ise… Kuaförlüğe âşığım: yazdığım şey hakkında tutkuluyum ama aynı zamanda bunu alaşağı etmek, kırmak istiyorum. Cinayet gizemlerini, öykücülüğü kırmak istiyorum. Olayları yeni ve taze hissettirecekleri şekilde zorlamak istiyorum. Öncelikle, Medusa’nın hikâyesi filmin alt metninde yer alıyor. Binanın koridorlarında kıvrımlı bir hareket var, kameraların hepsi yılan gibi hareket ediyor. Bu temayı müzikte de duyuyorsunuz, saç stillerinde de görüyorsunuz… Hepsi orada. Ama Medusa bir mit ve ben bunun kadın düşmanı bir mit olduğunu düşünüyorum. Bence açıkça cinsiyetçi bir mit. Sanırım böyle düşünmemin nedeni, ne zaman bir cadı ya da canavar gibi bir şey duysanız, bu muhtemelen aslında dikbaşlı, zeki, harika bir kadın olan ama o dönemin hödük erkeklerinin herhangi bir nedenle onunla baş edemediği biri oluyor. Bu iç karartıcı ve üzücü bir durum; genellikle ötekileştirilen birinin bir canavar öyküsüne dönüşmesiyle sonuçlanıyor. Her ne kadar Medusa’nın hikâyesi muhteşem ve olağanüstü bir fikir olsa da -tabii ki gerçek değil ama- muhtemelen özünde kötü niyetli bir masal. Ayrıca bu film aynı zamanda annem hakkında ve kendisi yedi kız kardeşli bir aileden geliyor. Film, kadınların başını çektiği bir drama ve ben bu efsaneyi ters yüz etmek istiyorum. Efsanenin alt metnine yer vermek ama onu bir nevi geri kazanmak istiyorum. Aslında bu doğru bir tabir olmadı çünkü hikâye bu miti benim değil, filmin ve karakterlerin geri kazanması ve Medusa’ya tamamen farklı bir bağlam vermesi için var. Bu yüzden adı Medusa Deluxe. Bu gerçekten uzun bir cevaba dönüştü çünkü daha önce hiç sorulmamıştı.

Film suç-gizem türüne yaklaşımında oldukça yıkıcı. Hikâye olayın nedeni ile değil; aslında bu yarışmanın bizatihi topluluğu, bunu oluşturan kuaförler ve modellerle ilgili gibi. Alışılmışın dışında bir cinayet öyküsü yaratmak senin için neden bu kadar önemliydi? Sektör şu anda bu tür projelere oldukça doygun olduğu için mi? Bu bir tepki mi?

Bu süper bir soru, teşekkür ederim. Tam olarak öyle, film bir Truva atı diyebilirim: Deneysel bir film ama aile dostu, en azından seyirci dostu bir piyes hâlinde. Bu kılığa giriyor; en azından ben böyle düşünüyorum. Hepsi bir şeyleri kırmakla, hikâyeleri yeni yollarla nasıl anlatabileceğinizi bulmakla ilgili. Cinayet gizemlerini çok severim. Senaryoyu yazmaya bu türün son zamanlarda yaşadığı bir çeşit yeniden doğuştan önce başlamıştım ve kuaförlüğü sevdiğim gibi bu janrı da çok seviyorum ama hep bunun içine karakter odaklı bir dramanın gizlice sokulup nasıl aynı anda beş farklı şey hâline getirilebileceğini düşünüyordum. Bir kuaförlük unsuru var, bir cinayet gizemi unsuru var, bir de karakter temelli drama unsuru var ve film, bu kutuplar arasında kasıtlı olarak gidip geliyor. Bir cinayet gizeminde genellikle yapmanıza izin verilenin ötesine geçiyor. Dedektifi çekip çıkarıyor, o pozisyona seyirciyi koyuyor. Tabii ki filmde daha sonra olan şeyler de var, izlemeyenler için bunlara girmeyeceğim ama polisiyelerin hiçbir kuralına bilerek uymuyor ve bu durum filme nefes alması ve karakterlerle birlikte kalması için alan sağlıyor. Tek planlar, uzun çekimler de burada devreye giriyor: O ipucunun, konuyu tartışmayı kabul etmenin ötesinde bir karakterle nasıl kaldığınız… Normal bir cinayet gizeminde, film öyle bir ânı yaşattıktan sonra orada aniden kesiliriz. Fakat Medusa Deluxe bunu yapmıyor. İnsanlarla kalıyor çünkü onlarla birer insan, karakter olarak ilgileniyor. Bu oyuncuları, karakterlerini ve yolculuklarını seviyorum. Temelde bir topluluk hakkında bir hikâye anlatmaya çalışıyorum. Robert Altman’ın bir şehir hikâyesi olan Nashville (1975) filminden çok etkilenmiştim mesela. Topluluk komedisini, dramasını çok severim ve hikâyenin geldiği yer de burası, haklısın. Film yapısöküme uğratılmış bir cinayet gizemi.

Dedikodu yapma eyleminin kendisi, hikâyenin fazlasıyla merkezinde yer alıyor: Medusa Deluxe‘ın bu kadar kalıp dışı olma biçimlerinden biri de bir dedektifin ya da polisin verisini değil salt dedikoduyu takip etmemiz. Aslında birincil bilgi kaynağımız bu. Bu cinayet gizemini bir kuaförlük yarışmasına yerleştirmek istemenin nedenlerinden biri de bu muydu? Zira saç yapılan her yerde dedikodu da vardır, bu neredeyse evrensel bir gerçek.

Yani, yanıyorsun! Bana kimse bunu da sormadı. Evet, bu filmde arkaoda dedikodularının önemli olduğuna dair bir cevap var, fakat ikinci bir cevap da vereceğim. Birincisi şu: Kuaförlüğü seviyorum, kültürel olarak önemli olduğunu düşünüyorum ve bence saç, kendinizi dünyaya nasıl sunduğunuza dair en üst nokta. En alt nokta ise dedikodu. Gıybet, salon muhabbeti ve komedi bu iki alan arasında işlev görüyor. Bu durum kendi içinde benim için absürt komedi. Ama aynı zamanda -sen özellikle dedikodudan bahsettin- dedikoduyu gerçekten severim. Gülünç bir düzeyde severim. Tanımadığım yahut hiç tanışmadığım insanların bana ofislerindeki dedikoduları anlatmasını büyük mutlulukla dinlerim. Bence dedikodu kesinlikle muhteşem bir şey. İnsanların ofislerde aşk yaşamasına; ayrılan, tartışan insanlara bayılırım. Belki de o kadar da ilginç bir insan olmadığım içindir, bilemiyorum. Beni ayakta tutması için başkalarının dedikodularına ihtiyacım var, bunları hemen bulurum. Şunu yaşar mısın hiç, birisi kötü bir şey yaşadığında ya da başına gerçekten harika bir şey geldiğinde ve bunu dedikodu yoluyla duyduğunda –kendini bir nedenden dolayı o konuma koyabildiğinden mi bilmiyorum- ama bunu gerçekten duygusal bulurum. Ben saçma şeyleri çok dokunaklı buluyorum ve ciddi şeylerden etkilenmekte bazen zorlanıyorum. Dedikoduya çok özel bir ilgim var ve bunu soran tek kişi de sensin. İşte bu yüzden bu film dedikodu ve bana asla bir sır vermemeniz gerektiği, çünkü asla bunu saklayamayacağım ve acımasızca dedikodu yapacağım hakkında.

Sinematografi de neredeyse sadece bu özel dedikodu yolculuğuna odaklanıyor. Sürekli olarak bu devasa ama aynı zamanda klostrofobik hissi veren mekânın farklı köşelerinde süzülüyor, karakterleri ve özellikle de “saçları” takip ediyoruz. Sete girmeden ve bu sahte tek çekim meydan okumasını üstlenmeden önce görüntü yönetmeni Robbie Ryan ile ne konuştunuz? Editörün Fouad Gaber’a ayrıca şapka çıkarıyorum bu arada.

Evet, Fouad inanılmaz biri. Fouad çok yakın bir arkadaşımdır. Birlikte çok yakın çalıştık. Şu anda yapmaya çalıştığım şeye hazırlanırken onunla telefonda konuşuyordum mesela. O inanılmaz bir insan. Bence bu filmin yapımında o kadar da bilinmeyebilecek olan şey, filmin önceden kurgulanmış olması. Bu yüzden provalar boyunca, hazırlık aşamasında Fouad hep oradaydı ki bu bir kurgucu için çok alışılmadık bir durum çünkü gerçek kamerayı almadan önce telefonlarla, basit kameralarla çekim yaptık ve sahnelerin çalışmasını, işlevini yerine getirmesini sağlamak için onunla birlikte kurguladık. Yani tersten bir kurgu gibi ve bunu yapmak çok zordu. Ona çok ama çok minnettarım. İnanılmaz derecede yetenekli. Müthiş bir arkadaş. 

Robbie de aynı şekilde inanılmaz bir insan. O bir neşe topu gibi. Eğer onu tanırsanız ya da onunla tanışırsanız, onunla aynı ortamda bulunduğunuz için çok şanslısınız demektir çünkü o gerçekten heyecan verici biri. Tuhaf bir şey, birkaç yıl önce çekilmiş Catch Me Daddy adlı bir filmde çalıştım ve asistandım. Robbie’yle konuştuk, anlaştık ama hiç birlikte çalışmadık. Şunun benim için her zaman önemli olduğunu hissettim: İnsanlar sizinle çok iyi arkadaş olduğunuz için değil, çalışma şekliniz nedeniyle anlatmak istediğiniz öykü için çalışır. Filmi yazmaktaydım ve arada bir Robbie ile biraz sohbet ediyordum, sonra ona senaryoyu verdim ve çok beğendi ki bu inanılmaz bir şeydi ve biz de buradan aldık yürüdük. O noktada bu neredeyse profesyonel bir ilişki oluyor, sette nasıl çalışacağınız ve işlev göreceğiniz hakkında konuşuyorsunuz. Herkesin aynı telden çaldığı, üniversitelere özgü film setlerini severim. Çünkü hepimiz aynı hedefe doğru gidiyoruz. Ben sette büyük bir tartışmaya ya da savaşacak bir şeye ihtiyaç duyan biri değilim. Mesela inanılmaz bir performans kayda aldığınızda kendi kendinize gülümsediğiniz bir an oluyor ve karşıya Robbie’ye baktığınızda onun da gülümsediğini görüyorsunuz çünkü bunu o da biliyor. Bu gerçekten harika bir duygu. Bunu başka projelerde de yaptığını gördüm. Neredeyse kameranın içinden uzanıp insanı objektifin içinden çekebilme yeteneğine sahip ve bence bu inanılmaz derecede eşsiz. Tabii ki çok görsel de biri, her şeyin nasıl muhteşem görüneceğini çok iyi biliyor ama benim için sinematografisi insanlarla ilgili değil; onlarla kamera önünde ve dışında kurduğu ilişki ile ilgili. Bu oyunculardan çok spesifik bir tepki alıyor ve gerçekten çok özel. Onun gibi çok fazla insan yok.

Aynı zamanda çok teatral bir senaryo, zira Medusa Deluxe‘daki diyalogların çoğu en az ekranda gördüğümüz sayısız ihtişamlı saç stili kadar abartılı, büyük ve cesur monologlardan oluşuyor. Filmdeki bu iki farklı kendini ifade biçimini eşleştirmek için kasıtlı bir çaban var mıydı?

Evet, kesinlikle. John (2014) adında bir oyun izlemiştim, çok abartılı bir isim değil ama DV8 adında bir tiyatro topluluğunun oyunu. Onlar bir fiziksel tiyatro topluluğu. Oyunu sinemada izledim -çünkü bazen tiyatro oyunları sinemalarda da gösteriliyor- ve daha önce hiç öyle bir şey görmemiştim. Aklımı başımdan aldı. Sinemada izlemiş olduğum için açık ara o yıl izlediğim en iyi filmdi ve beni gerçekten çok düşündürdü. Hikâye anlatımının, hareketin ve kameraların nasıl işleyebileceğini düşünmemi sağladı. Ben sinemayı farklı bir yöne çekmekle ilgileniyorum. Biraz farklı şeyler yapmak, azıcık uçlarda yaşamak, risk almak istiyorum. Bu yüzden filmde bir bebek var. Bu filmdeki kaos unsuru ya da setteki kaos unsuru gibi. Tüm bunlar bir araya gelerek daha yüksek bir gerçeklik sağlayan biçimlendirici deneyimler ve bence tiyatro bunu yapabiliyor çünkü insanları yanınıza çekmek için hayal güçlerini gerçekten zorlamanız gerekiyor. Ben de yüksek ama gerçekçi ve duygusal anlamda canlı bir alanda bulunmakla ilgileniyorum. Filme, karakterlere, kuaförlüğe ve yaptığımız şeye karşı bir sevgi var ve aynı zamanda bunları kırıyoruz. Bence bu gerçekten önemli.

Filmdeki tüm saç tasarımları Jil Sander, Calvin Klein, John Galliano, Jake & Dinos Chapman gibi isimlerle iş birliği yapmış olan efsanevi Eugene Souleiman’a ait… Onunla çalışmak, ikiniz arasındaki yaratıcı süreç nasıldı? Böylesi dev bir figürle girdide bulunmak nasıl bir histi? Birazcık yıldız çarpması yaşadın mı?

Eugene… Dürüst olmak gerekirse onu çok seviyorum. Cinayet gizemini parçalara ayırmaktan ya da uçlarda yaşamaktan ve bazı riskler almaktan bahsederken, bu yaratıcılığın yöneldiğim bir tarafı ve onun geldiği yer de burası. Ben sanırım internet kuşağındanım. O ise punk kuşağından ve Westwood, McQueen, Galliano, Magella gibi çok sevdiğim tasarımcılarla, modayı parçalayan insanlarla çalıştı ki 90’larda bunu epey yapıyorlardı ve bu gerçek bir şeydi; bence onun saç tasarımında da bu vardı. Size esasında bir stilin zanaatını gösteriyor. Çok becerikli biri. O noktaya çoktan ulaşmış ve ustalığını havaya uçurmak istiyor. Bu yüzden onu bu filmde istedim çünkü çoğunu bir binanın derinliklerinde geçirdiğiniz bu yarışmanın o zanaatkâr yönünü gösteriyoruz. Bir cinayet gizeminin de zanaatını ve Eugene’in saçı heykelsi bir şekilde ele almak ve ardındaki emeği göstermek için orada olduğu gerçeğini gösteriyoruz.

Onunla çalışma şekillerimiz arasında bir yakınlık ve ortak bir tür ilgi vardı. Yani, evet, tabii ki benim de fikirlerim oluyor ve bunları konuşuyoruz ama onu serbest bırakıyorum. Gidebildiği yere kadar gitmesine izin veriyorum. Sonra kendini aşmış bir şekilde geri dönüyor ve diyorsunuz ki, “Aman Tanrım, bu hayal edebileceğim herhangi bir şeyden çok daha iyi!”. Sonraysa Robbie ve ben saçların bir kısmını ışığa entegre etmeye, renkleri saçla ilişkili olarak düşünmeye başladık. Bu, insanların alıp yürümesine izin verdiğiniz biçimde kendi kendini gerçekleştiren bir döngü gibi, insanların bunu yapmasına izin veriyorsunuz. Sonra onlar size yaptıklarıyla geri dönüyorlar ve siz de bunu filmin ve anlatının dünyasına dâhil ediyorsunuz. Eugene’in bu filmde bir metot kuaförü olmak istediğine dair bir lafı vardı ve onun bunu yaptığını görmek, kuaförlerin karakterlerine gerçekten girmek ve saç aracılığıyla nasıl öyküler anlatabileceğini düşünmek çok heyecan vericiydi. Mesela Divine karakteri, filmde bu dünyanın yükselişteki gücü. Bu bir topluluk draması, dolayısıyla hikâyeleri pek çok farklı şekilde anlatıyoruz: Divine’ın başlangıçta yarattığı saç modeli resmen bir renk cümbüşü ve acayip derecede müthiş. Buna rağmen yine de bir karakter olarak oldukça gergin, daha yeni yeni kendini keşfediyor. Fakat film süresince kendini buluyor ve neredeyse hikâyenin öncü gücü hâline geliyor. Divine’ın yarışmaya soktuğu saç tasarımının sizin tahtın varisi olabilecek kişinin o olduğunu anlamanızı sağladığı yollar var.

“Bana göre drama tutkuyla gelir, sizi saplantıya götürür. Dramanın var olabilmesi için insanların alışılmışın dışında bir şeyler yapması gerekir ve alışılmışın dışında bir şey yapmanın tek nedeni genellikle tutku ve bir tür saplantının eşiğidir.”

Kısa bir süre kuaför olarak da çalıştığını okudum, bu doğru mu?

Bu tam olarak doğru değil. Birileri bir yerlerde yazmış ama tam da gerçek değil. Saç kestim ama eğitimli değilim. Bir an için bile bu işte iyiymişim gibi davranmak istemem. Ama evet, birçok kuaförde oturdum ve garip miktarda araştırma yaptım çünkü filmin dürüst olmasını istedim, her kuaförün filmde doğru olduğundan emin olmak için elimden geleni ardıma koymadığımı bilecekleri bir şeyler görmesini istedim.

Medusa Deluxe, filmde de ilan edildiği üzere “dünyanın tüm kuaförlerine adanmış” bir yapım. Ayrıca saçla ilgili pek çok bilgilendirici detay var. Saça olan takıntından bahsettin fakat araştırma süreci nasıldı? “Gürcü Fontange” veya “Ganalı Akwyelebi” gibi saç stillerini zaten biliyor muydun? Yoksa proje seni konuyu daha da derinlemesine araştırmaya mı sevk etti?

Saç üzerine yazılmış hemen hemen tüm kitapları okudum ve yaklaşık bir yılımı farklı salonlarda oturup kuaförlerle konuşarak geçirdim. Elbette filmdeki abartılı bir dünya ve öykü bariz olarak bir komedi dramı fakat realizm ve bunu çok spesifik biçimde gerçekçi bir şekilde yapmak benim için sahiden çok önemliydi. Mesele sadece ortaya bir kamera koyup herkesi konuşturmak değil. Abartılı ve çılgınca konuşuyorlar ama onların ne hakkında konuştuklarını gerçekten bildiklerine dair bilgiyi, nasıl konuştuklarıyla ilgili ayrıntılara işliyorsunuz.

Kişisel geçmişin ve niş ilgi alanların konu seçiminde büyük rol oynuyor. Büyükbabanın geçirdiği rahatsızlığın Pitch Black Panacea‘ya ilham verdiğini söylemiştin. Öte yandan halı sevgin Radical Hardcore ile sonuçlandı. Kendini “geek” ilan eden biri olarak, geekliklerin arasında tasvir etmeyi seçtiklerine nasıl varıyorsun? Sana ne, nasıl hitap ediyor?

İçten gelen bir ilgiyle başlıyor. Halılar. Halıları, desenleri gerçekten seviyorum. Aynı kumaş ve modayı sevdiğim gibi, unutulan şeyleri de seviyorum. Halılar, üzerinde yürüdüğünüz ve orada olduğunuz anda hemen unuttuğunuz şeyler, devasa beyaz uzantılarına çok yumuşak oldukları için yaklaşık bir saat boyunca dokunabildiğiniz tüylü halılardan olmadıkça. Bana yeterince temsil edilmediğini hissettiren alanlar olduğunu fark edip onlara parlamaları için bir şans vermek istiyorum. Beni harekete geçiren şey muhtemelen bu. Sonra da “Evet, bence bu yeterince temsil edilmeyen ve eğlenceli hissettiren bir şey” diyorum. Beni gerçekten etkileyen şey muhtemelen genel olarak yaratıcılık, tutku ve zanaat. Bana göre drama tutkuyla gelir, sizi saplantıya götürür. Dramanın var olabilmesi için insanların alışılmışın dışında bir şeyler yapması gerekir ve alışılmışın dışında bir şey yapmanın tek nedeni genellikle tutku ve bir tür saplantının eşiğidir. Bu durum beni cezbediyor çünkü bir şeyler yaptığınızda, bir anlamda yaratıcı olduğunuzda, bunun sizi ya yıkacağını ya da yaratacağını fark ettiğiniz bir noktaya geliyorsunuz. Şu anda bunun neresinde olduğumdan tam olarak emin değilim ama bunu yaratıcılığın tüm farklı yönlerinde görebiliyorum. Bir galeriye girecek ya da bir kitapta yer alacak kadar iyi olduğu düşünülen bir şeye baktığımda, bunun kuaförlük ya da halıcılıktan daha önemli olduğunu görüyorum ve bu çok saçma. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum ve bundan nefret ediyorum, buna karşı çıkıyorum. Bu yüzden yaratıcılığa düz bir manzara çizmek ve diğer insanlara ya da diğer ilgi alanlarına nefes alabilecekleri bir alan tanımak istiyorum.

Hikâye, güçlü ve oyuncular tarafından harikulade tasvir edilmiş kadın karakterler içeriyor ve bunların hepsi de bir şekilde sorgulanabilir etik değerlere sahip, gönülsüzce anaç figürler bir bakıma. Ciddi öfke sorunları olan Cleave ve yarışmada entrikalar çeviren Kendra, hatta tümüyle tarafsız, tümüyle ruhani Divine bile… Aralarında tek ebeveyn olan Angél’i ve faaliyetlerini de dâhil edebiliriz bu tanıma. Bu figürleri oluştururken nasıl bir yaklaşım izledin?

İyi bir soru. İlginç çünkü aslında öyküde ailemin de bir yansıması var. Annem İrlandalı yedi kişilik bir aileden geliyor. Doğu Londra’ya taşınmışlar ve oranın oldukça dramatik bir şekilde değişmekte olduğu bir dönemde büyümüş. Dolayısıyla benim hayatım ve onun hayatı, dünyanın değiştiği bu uzun zaman diliminde geçiyor. Bazı insanların konuşma ve davranış biçimleri, bazı şeyler sizinle kalıyor. Hiç çocuğu olsun istememiş bir teyzem var. Diğer aile üyelerimle yaptığım sohbetlerde “Neden çocuk sahibi olmak istemedi ki? Bunu hiç anlamıyorum.” dendiği oluyordu. Ben tamamen anlıyorum. Bu hayatın neşesi, değil mi? İnsanların yaptığı tüm bu farklı türden şeyler… Birileriyle birebir aynı yerde büyümüş olmanıza rağmen bütünüyle farklı bir bakış açısına sahip olabilmeniz inanılmaz. Çok geniş bir aileden geldiğinizde, hayatların gidebileceği tüm farklı yolları görüyorsunuz ve bu da yazdıklarınıza yansıyor. Aynı zamanda, burada konuştuğum kuaförlerle çok açık şekilde bağlantılı olan ve tabii ki epey abartılmış karakterler var. Kimsenin bu filmdeki insanlar kadar deli olduğunu söyleyemem ama evet, gönülsüzce anaç demen ilginç. Bence bu neredeyse kadınlara yüklenen bir şey, bir beklenti gibi. Bunun doğru ya da adil olduğunu düşünmüyorum ve herkesin aynı olması gerektiğini de düşünmüyorum. Biri çocuğu olsun istese de istemese de, şefkatli olmak istese de istemese de söz konusu bir kadın olduğunda bu, bazen olması gerekenden daha şaşırtıcı olabiliyor. Bana göre bu, geniş ve kapsayıcı bir karakter yelpazesi yaratmakla ilgili.

“Film zaman zaman oldukça uçlarda geziniyor ve benimle birlikte uçlarda koşacak insanlara ihtiyacım vardı.”

Müzik filmde istisnai bir öneme sahip. Süpervizyonu ve Koreless’ın bestesinin yanı sıra hikâyenin sonuna yaklaştığımızda çok daha önde bir rolü oluyor. Dear. Mr Quistgaard ismi altında zaten geniş bir külliyatın söz konusu…

Vay canına, ciddi bir araştırma yapmışsın. Etkileyici!

Müziğe karşı derin bir duyarlılığın olduğu bariz ama bu filme bu kadar çok müzikal an eklemek istemene neden olan şey neydi? 

Sanırım bu benim için hikâye anlatmanın farklı yollarıyla ilgili. Bu, dağılan bir topluluğun ortak bir tutku aracılığıyla tekrar bir araya gelmesini anlatan bir film. Ben de insanları bu topluluğun içine çekmeye ve bir tür anlatı ritmini yerine getirmek için farklı hikâye anlatma yöntemleri kullanmaya çalıştım. Belirli bir karakterin dışarıdan biri olarak görüldüğü ve sonra içeri alındığı bir an var ve bunu eğlenceli, ilginç ve sıra dışı hissettirecek şekilde nasıl yapabileceğiniz beni cezbeden bir şey. Claire Denis’nin üzerimde büyük bir etkisi var ve bu sahne Beau Travail‘e (1999) çok özel bir gönderme. Ayrıca Bollywood filmlerini de çok severim. Bence neden durduk yerde bir dans sahnesi olmasın ki? Ne istersen onu yap! Yani evet, filmde pek çok farklı şey dönüyor ama bu daima hikâyeleri nasıl farklı şekillerde ve modern hissettiren yollarla anlattığınıza dayanıyor. Bence şu anda yazdığımız dünya 20 yıl öncesinin dünyasından bile oldukça farklı. Pek çok şey aynı ancak insanların gördüğü miktar, insanlara başka insanların hikâyelerini nasıl anlatmak zorunda kalacağınızı değiştiriyor. Şu anda büyük bir gelişme var ve bence modern dünyaya tepki vermek ve hikâyeleri anlatmanın farklı yollarını ve insanların ilgisini çekmenin farklı yollarını bulmak bize bağlı. Ben de bunun için buradayım. Müzik konusuna gelirsek… Lewis (Roberts), yani Koreless bu filmin müziklerini besteledi ve inanılmaz şeyler yaptı. Ona çok minnettarım. Temelde aklında yılanla, Medusa’yla ilgili bir şeyler vardı. Bunun hakkında sıkça konuşuyorduk ve dedi ki “Çalmak istiyorum…” O bir elektronik müzisyen ama! “…müziği fiziksel olarak çalmak istiyorum.” Bu yüzden telefonunu bir metronom olarak yeniden programladı ve daha sonra filmdeki bazı müzikleri yaratmak için onu bir yılan gibi hareket ettirdi. 

Sürünen bir yılanmış gibi. Arada bir neredeyse bir yılan çıngırağını da andırıyor.

Evet, evet. Ve tam da onun hayal ettiği gibi oldu. Bana bu fikri anlatırken, “Vay canına, kulağa harika geliyor. Hadi yap.” dedim, tam da ne demek istediğini bilmeden. Sonra yaptığını duyar duymaz, “Vay be!” diyorsunuz. Aynı şey Eugene için de Robbie için de geçerli, sanat departmanını yapan Gary Williamson için de geçerli… Sizi şaşırtan insanlarla çalışıyorsunuz. Güç verdiğiniz insanlarla çalışıyorsunuz çünkü birileri böyle rollere geldikleri andan itibaren fikir üretmek için oradalar ve onlardan bu fikirlerle ilerlemelerini istemişsiniz. Bu sebeple Lewis böyle şeylerle geri geldiği zaman bu gerçek bir sevinç kaynağı oldu. Ve evet, müzik benim için çok şey ifade ediyor. Dans müziğini, özellikle de teknoyu severim ve müzik hakkında çok düşünüyorum. Bence bu filmdeki müzik bundan daha fazlası, bu tüm bu anlatının kendi içinde müzikal olması: Film ritmik ve tıpkı sabaha kadar dans ettiğiniz kulüpteki bir gece gibi akıyor. İnsanlarla konuştuğunuz, farklı mekânlar arasında yürüdüğünüz, bir koridorda kaybolduğunuz, dans pistinde olduğunuz anlar olur… Film benim için o ritmi yaratmakla ilgiliydi. Evet müzik, üzerine çok düşündüğüm bir şey. Sanırım sanki eteklerim zil çalarak ve biraz da müzikalite hissiyle yazıyorum.

Oyuncu kadrosu kesinlikle harika ve aynı zamanda dev bir ekip. Bu senin için hiç göz korkutucu oldu mu? Oyuncularla arandaki iletişim nasıldı?

Muhteşemdi. Onlar mükemmel insanlar. Onlarla çalışmak bir zevk. Garip, çünkü ben oyuncuları zihnimde tutarak yazmam. Oturup, “Bu kişi şu rolü oynayacak ve şöyle oynayacak.” diye düşünmüyorum. Bence oyunculara karşı neredeyse bir göreviniz var; zanaat, yetenek ve beceriye saygı duymak, sizi şaşırtmalarına ve aklınızda olmamış bir yere gitmelerine izin vermek gibi bir yükümlülüğünüz var. Aslında yazmanın keyfi de bu, bu karakterleri teslim ediyorsunuz. Bu bir tür altın kadeh ya da her neyse, bir bayrak yarışı ve uzattığınız bir baton gibi. Bunu yaptıktan sonra karakterleri bırakıyorsunuz gitsinler. Ve bu insanların çocuklarını ilk kez okula göndermesi gibi bir şey olmalı fakat elbette bunlar çok yetenekli sanatçılar ve heyecanın bir parçası da sizi şaşırtmalarına izin vermek. Clare’in (Perkins) performansı aklımı başımdan aldı. Luke’un (Pasqualino) Angél olarak sahne alması inanılmazdı. Orada oldukları ve risk almaya istekli oldukları için çok şanslıydım çünkü bu filmde çok fazla risk var. Film zaman zaman oldukça uçlarda geziniyor ve benimle birlikte uçlarda koşacak insanlara ihtiyacım vardı.

Ayrıca bu topluluk bünyesinde müthiş raddede karmaşık bağlantılar ve gerekçeler ağı var ki bence tam olarak kavranması için en az iki kez izlenmesi gerek. Girift bir şekilde kurgulanmış bir film ama buna rağmen kendini çok ciddiye almıyor da. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misin?

Evet, evet, bu kasıtlı. İçten ve ciddi ama aynı zamanda oldukça uçarı olan şeyleri seviyorum. Bu, ciddiyetinizin ve tutkunuzun içinde olduğu bir şeyi nasıl yaptığınızla ilgili, ancak film bununla insanların kafasına kafasına vurmuyor. Oldukça dönüşümlü bir şey yapmaya çalıştım, sanırım bir yılan gibi. Film bir şeylerin şekil değiştirmesine izin veriyor ve komedi bunun oldukça önemli bir parçası. Komedinin yaptığı bir şey var ki bir saniye önce gülünç ve komik, bir saniye sonra ise gerçekten samimi ve yürek parçalayıcı olabiliyor. Bu benim üzerinde çok düşündüğüm bir şey. Tabii ki film bir yönden bir absürt komedi ve bence Britanya’nın absürt komedi konusunda özel bir mirası var, ben de bu mirasa bağlıyım ve bunu çok seviyorum. Açıkça gülünç olan bir şeyi inanılmaz derecede ciddiye alarak, hemen komedik bir dünya inşa edebiliyorsunuz. Sonra kendinize biçim değiştirmek ve başka şeyler yapmak için bir alan bırakıyorsunuz. Bu da esasında seyirciyi şaşırtmakla ilgili. Bu, insanların düşündüğü gibi ilerleyen bir film değil, dönüp dolaşıp karakter odaklı bir dramaya dönüşecek. 

Ben asıl, insanlar ve onların hikâyeleri için buradayım. Bu inanılmaz bir süreç ve tuhaf bir deneyim çünkü film hakkında konuşurken aynı zamanda insanların sorularına ve düşüncelerine de yanıt veriyorsunuz. Fakat aslında söylemek istediğiniz tek şey, “Teşekkür ederim.” Kelimenin tam anlamıyla bir dağın tepesinde durup “Eugene bu filmin saçını yaptı. İnanılmaz bir iş çıkardı!” demek istiyorsunuz. Ekipteki her bir kişi aynı anda bir araya gelerek bir sürü şey yaptı ve bu yaptıklarının hiçbiri kolay olmadı. Bu filmi dokuz günde çektik, zor bir filmdi. İnanılmaz derecede müteşekkir olduğum gerçek bir başarı.