Sinemanın geri dönüşümü: Tsai Ming-liang'ı dinledik

Röportaj: Müge Turan - Fotoğraflar: Claude Wang

Çağdaş dünya sinemasının auteurlerinden Tayvanlı Tsai Ming-liang geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Locarno Film Festival’da Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Festival kapsamında 30 yılı aşkın kariyerinde 11 uzun metraj, çok sayıda kısa film ve video işi üretmiş yönetmenin pandemiden hemen önce Berlinale’de izlediğimiz son filmi Rizi (Günler, 2020) haricinde Moving Portraits adlı sergisi de yer aldı. 

Sergi, Transformation (2012), Your Face (2018) ve The Tree (2021) gibi video işleri bir araya getiriyor. 16. yüzyılda Leonardo da Vinci tarafından tasarlanan eski Rönesans kalesi, Il Rivellino Galerisi’nde gerçekleşen sergideki videolar Tsai’ın sinematik ressamlığını öne çıkarıyor. Tümü yakın plan yüz çekimlerden oluşan sergi en nihayetinde kaydedilmiş zamanı izlemekle ilgili. 76 dakikalık Your Face, Ryuichi Sakamoto’nun müziği eşliğinde, kimliği belirsiz, görünüşte birbiriyle bağlantısı olmayan 13 kişinin yüz çekimlerinden oluşuyor. Portreciliğin özüne dair güçlü bir deneme olan videoda sessiz ya da hareket hâlindeyken yüzleri nasıl okuduğumuz üzerine düşünüyoruz. Transformation, Tsai’nin dönüşüm sinemasında değişmeyen tek ana hat, 30 yıllık ilham perisi hatta “takıntısı” olarak tanımladığı Lee Kang-sheng’in yüzüne sabitlenen bir video. Kanh-sheng’in başka bir karaktere dönüşümünü kaydediyor. Tsai Ming-liang sinemasının alametifarikası olan sakin ve sorgusuz bekleyen kamera insan yüzünün biriktirdiği zamanı, ziyaret ettiği mekânları ve hikâyeleri saklıyor. Filmlerindeki gibi yürek burkan karakterleri, hapsoldukları yalnızlık hissini, bedensel temassızlığı ve mahrem anları vurguluyor.

Moving Portraits
Moving Portraits

Sinemayı kitap gibi uzun süre kullanabilecek ve dönüşebilen bir malzeme olarak gören Tsai Ming-liang sanatın bağlamını değiştirip filmlerini arayüz olarak kullanmayı seviyor. Festival kapsamında yer alan ve büyükanne ve büyükbabasıyla geçirdiği çocukluk anılarına, sinema sevgisine dair VR işe de buna örnek. Tsai Ming-liang bugünkü sinemanın evrimini ve geleceğini anlamak için kilit bir figür, dünyayı duygularla inceleyen bir sinemacı. Locarno’nun Piazza Grande’sindeki sohbetimizde kaçınılmaz olarak biraz hayat ve ölümle yüzleştik, biraz da sinemanın geleceği ve filmin özgürleşmesi üzerine dertleştik.


“Son zamanlarda daha çok kendi hayatımı inceliyorum. Belki 60 yaşına varmakla ilgili bir film yapabilirim. Tabii bu sırada oyuncularımın da yaşlanmasını bekliyorum. Yaş gerçekten kontrol edemediğim bir şey.”

Sergideki işlerinizden başlayalım. Biraz bahseder misiniz? 

Son yıllarda imge yaratma sürecim değişikliğe uğradı. Artık mesela kurmaca film dünyasından biraz soğudum. Son zamanlarda daha çok müzeye, galeri alanlarına uygun işlerle ilgileniyorum diyebilirim. Locarno’daki bu sergiye 2018’deki filmim Your Face’i getirdim mesela. Sadece 13 yüzün yakın planlarından oluşan bir film. Bakışmakla, yüze bakmakla ilgili bir deneyim olsun istedim. Bana sanki günlük hayatımızda yüze bakmaktan korkuyoruz gibi geliyor, o yüzleşmekten kaçınıyoruz. Onun dışında başka kısa filmlerim de var. Bir de mekânı daha canlandırabilmek için ve Da Vinci’nin resimlerine de bir şekilde gönderme olsun diye farklı renkler kullandığım resimleri videoların arasına yerleştirdim. 

Yaratıcılık hayatınızda fotoğraf çekmek veya resim yapmakla film yapmak arasında nasıl bir fark var? 

Bence enstalasyon veya resim üretirken daha özgürsün çünkü herhangi bir pazar kaygın yok, sonuçta bir sanat kurumunda gösteriliyor. Sinema yaparken endüstriyi de ister istemez düşünüyorsun. 

Bir de festivalin VR bölümündeki işiniz var. Ondaki mekân ve zaman kullanımı filmlerinizden hangi yönleriyle ayrılıyor?

VR bakış fikriyle ilgili bir şey sunamaz bence. İzleyiciyi mekânın içine sokmak, mekânda, oradaki nesneleri daha rahat ve serbest incelemesini sağlamak bence VR’ın asıl derdi. Daha geleneksel sinemada belli bir şekilde izlemeye sabitleniyorsun. Bu işi yaparken bir daha anladım ki VR’da kompozisyon yapamazsın, çünkü VR sonuçta bir mekân inşası. O yüzden de bu filmi yaparken endişeliydim. Sinema yönetmeni olarak çerçevelemeye, kompozisyona, mizansene alışığım ve o yolla imgeler yaratıyorum. VR’da ise baştan filmi inşa ediyorsun ama kompozisyon yapamıyorsun ya da yakın plan diye bir şey yok. Çok farklı. VR her ne kadar kendini “sanal gerçeklik” olarak tanımlasa da bence daha sahte, daha hayali.   

O zaman tekrar yüzlere geri dönecek olursak, sergide büyük ekran boyutunda yüzler izliyoruz. Dünya sanki yüz boyutuna indirgenmiş gibi. Ve o zaman vurgunun ve mahremin sineması hâline geliyor. Yüz, ruhu bazen örtüyor bazen de örtüsünü kaldırıyor. Neden yüzler?

Elbette yakın planlar da yüzeysel olabilir ama genelde daha derin bir şeyler anlatıyorlar. İnsan yüzü çok ilginç. Ben onu dramaturjik okuma yapılacak bir materyal hâline getiriyorum. Bize ait olsa da yaşlanmak gibi çeşitli sebeplerden aslında kendi yüzümüze bakmaktan korkuyoruz. Kırışıklık ya da diğer değişikliklerle yüzleşmek zor gelebiliyor. Ben VR filmini yaparken yakın plan kullanamadığım için bir tür telafi olarak sadece yakın plan çekimlerden oluşan bir film yapmak istedim. Günlük hayatımızda özellikle de kendimizden yaşlı insanlara bakmaya da cesaret edemiyoruz. Eminim annenizin yüzüne o kadar net ve yakından bakamıyorsunuzdur. Özellikle de hastalandığı ve hele ki öldüğü zaman. Ben de bunun film için önemini göstermek istedim, yüze yakından bakmanın.

Moving Portraits hazırlık süreci
Moving Portraits hazırlık süreci

Son yıllarda yaşlanmaktan çok sık bahsediyorsunuz. Bu, yaratıcı olarak işinizi nasıl etkiliyor? Varmak istediğiniz yer, söylemek istedikleriniz bakımından? 

Çok fazla etkiliyor. Kendi yaşlanmamın fazlasıyla farkındayım çünkü bu süreç kendini fiziksel hayatımda çok daha fazla hatırlatıyor. Örneğin yemek yerken boğulacak gibi oluyorum ya da burada şimdi söyleyemediğim diğer şeyler var. (gülüyor) Gücümü kaybediyorum. Eskiye dönüp baktığımda ne kadar da güçlüymüşüm diyorum. Ama bu beni korkutmuyor da çünkü doğal bir süreç. Bugün eskiye göre daha farklı işler yaratıyorum çünkü artık o günkü bedensel kontrole ve güce sahip değilim. Bedenimin izin verdiği kadarıyla yapabiliyorum. Mesela son yıllarda senaryo üzerine fazla yoğunlaşamıyorum çünkü o gücü kendimde bulamıyorum. Son zamanlarda daha çok kendi hayatımı inceliyorum. Belki 60 yaşına varmakla ilgili bir film yapabilirim. Tabii bu sırada oyuncularımın da yaşlanmasını bekliyorum. Yaş gerçekten kontrol edemediğim bir şey. 

Yüzlerin kaydı kadar zaman ve süre de sinemadan daha farklı işliyor sergide. Film izlerken sahnelerin süresini siz belirliyorsunuz ama sergide onu kontrol edemezsiniz. Biri gelip iki dakika da izleyebilir, 15 dakika da… Bir de sizin için zaman algısı değişti mi? Mesela şimdi daha sabırlı mısınız yoksa tam tersi mi?

Planlarımın süresi gittikçe uzuyor. Belki bunu filmlerin müze içinde gösterilmesinin verdiği özgürlükten yapıyorum. Aslında müze izleyicisi film izleyicisi kadar sabırlı olmayabilir. Ama ben bununla ilgilenmiyorum. Dediğiniz gibi, sinemada daha yönlendirilmiş bir izleme deneyimi var. Başka bir seçim şansları yok, ya iki saat boyunca oturup izleyecekler ya da çıkacaklar. Daha zoraki bir deneyim ve ben yine de bunu tercih ediyorum. Geçenlerde Kore’deki bir film festivali önümüzdeki yıl için bir proje istedi benden. Ben de Walker serisindeki 10 filmi göstermeyi planlıyorum. 10 yılda 10 tane yaptım. Örneğin bu filmlerin müze işi olmasına rağmen sinema salonunda gösterilmesini istiyorum. Umudum şimdiki sinema salonlarının daha tahammüllü olmaları, daha çeşitli film denemelerini kabul etmeleri. İnsanlar müze işlerini de salonda izleyebilsinler.
Kendime gelince, daha sabırlı olduğumu söyleyebilirim. Sabırsız olamam çünkü gittikçe yaşlanıyorum. Bundan sonra hızlanamam sadece yavaşlayacağım.

Moving Portraits
Moving Portraits

“Şu anda sinemada bir kutuplaşma gözlemliyorum: Bir uçta sanki insanlar sadece bunları izlemek istiyormuş gibi süper kahraman filmleri; diğer uçta ise sanat filmleri.”   

Zaman üzerine konuşmaya devam edelim. Siz sinemanızda öyle fiziksel bir deneyim yaratıyorsunuz ki izleyen her bir sahne için kaydedilmiş zamanı hissedebiliyor. Sanki zaman sizin içinize girebiliyor. Bu belki genel bir soru ama kurgu sırasında ne zaman kesmeniz gerektiğinizi nasıl biliyorsunuz? 

Kurguya her oturduğumda, bir sahneyi keserken doğru bir an var; onu bulmaya çalışıyorum. Her planım çok uzun olduğu için orada bir fikir, bir konsept lazım benim için. İzleyicinin o sahnenin özgünlüğünü, orijinalliğini hissetmesini istiyorum. Gerçek hayatlarındaki gibi. Çünkü manalı manasız anlardan oluşuyor hayat dediğimiz. Bazen aynı anda manalı ve manasız hatta. O yüzden oyuncularımın kameranın önünde uzun süre kalmalarını istiyorum. Belki biri pencerenin önünde otururken dışarıdan bir tren geçer. Trenin ne zaman geçeceğini bilmiyoruz ama ben ve kameram bekleyebiliriz. Mesele o zaman, tren geçtikten sonra keserim. Oyuncunun olması onu odak noktası yapmıyor. Benim izleyicim filmlerimi nasıl izleyecekleri konusunda eğitimliler, tecrübeliler. Yoksa bu sahneler çok sıkıcı da gelebilir. 

Meditasyon veya bir tür terapi seansı gibi. 

Budist öğretisinden yola çıkarak çektiğim Walker serisinde olduğu gibi bir kişinin bedenini bu dünyada yavaşça hareket ettirmesi. Yönetmen olarak yürüyen kişinin hareketini asla ortasında bölmek istemezsin. Ne kadar zor olduğunu bilirsin çünkü.

Bir daha film yapmayı düşünmüyor musunuz?

Şimdilik daha çok müze işleriyle uğraşıyorum ama bu bir daha film yapmayacağım anlamına gelmiyor. Gelecekte ufak bir ekiple, az oyuncuyla ve daha basit, daha otantik bir film yapmak… Yani aslında daha fazla özgürlük istiyorum.

Moving Portraits açılış günü
Moving Portraits açılış günü

Sinemanın formatı ve yaşattığı deneyim çok önemli sizin için. Her ne kadar bir filminiz (Goodbye, Dragon Inn / Elveda Sinema, 2003) Taipei’deki sinema salonun kapanması, “sinemanın ölümü” ile ilgili olsa da…  Endüstrideki bu değişime nasıl bir tepki veriyorsunuz? Kamusal alan olarak sinema salonlarının üzerindeki bu tehdit sizi endişelendiriyor mu, sinemanın geleceğini nasıl görüyorsunuz? 

Son yıllarda kendimle ilgili keşfettiğim veya aydığım bir şey var: Film yapma şeklimden ve filmlerimin doğasından ötürü sinema üzerine daha fazla kafa yormam gerekiyor. Sinemada sanatçı pratiğimi nasıl muhafaza edebilirim, nasıl ayakta kalabilirim? Konuya Asyalı gibi yaklaşıyorum çünkü Avrupa ve Asya’daki sinemalar birbirinden farklı çalışıyor. İzleyicileri de farklı. Avrupalı sinema izleyicisi küçük yaştan sanat sinemasında daha eğitimli, görsel sanat ve müze kültürleri var. Daha toleranslılar, açıklar ve çeşidi kabul edebiliyorlar. Asya izleyicisi ise daha ticari sinemayla yetişmiş, özellikle de TV veya şimdi çevrimiçi yayın platformları çok etkin. Bugün ise dünya çapında çağdaş sanat müzelerinin sayısı gittikçe artıyor. Bu yeni müzeler imgelerin, filmlerin sanatsal boyutunu daha çok dikkate alıyor ve genelde bir sinema salonları da oluyor. Belki artık daha çok müze sinemalarından konuşuyor olacağız. İzleyicilerin de beklentilerini, sinemaya bakışlarını değiştirmeleri, ufuklarını daha açmaları gerekecek çünkü sadece kurmaca, öykülü filmler yok. Bence daha serbest, daha özgür ve çeşitli olmalı. Şu anda sinemada bir kutuplaşma gözlemliyorum: Bir uçta sanki insanlar sadece bunları izlemek istiyormuş gibi süper kahraman filmleri; diğer uçta ise sanat filmleri.    

Sergideki işlerden birinde ekranın önü üzeri siyah kalemle çizilmiş bir kâğıtla kaplı. Üstelik yukarıdan damlayan su damlamasıyla ayrı bir leke de bırakıyor. O kâğıdın hikayesi nedir?

Çalışmalarımın hiçbiri birden ortaya çıkmıyor, farklı dalları olan bir ağaç gibi büyüyor. O yüzden yaptığım her yeni iş eski bir işin devamı ya da referansı gibi. O kâğıt, 2014 yapımı filmim Stray Dogs’un (Sokak Köpekleri) bir sonraki yıl sergilediğim müze versiyonundan kalma. Filmi üç mekânda göstermiştim, bir odada filmde kullanılmayan görüntüler vardı. Müze mekânındaki Stray Dogs hem bir kısa film koleksiyonu hem de bütünlüklü tek bir film, daha esnek ve zengin. O büyük kâğıtları burada geri dönüştürdüm diyebiliriz. O kâğıtların dokusu farklı, filmi ona yansıttığınızda başka bir güzellik çıkıyor. İzleyici filmin gösterimi sırasındaki büyüye şahit olmuş oluyor.