Dünyada Mekân, Galatasaray Meydanı’ndaki Hazzopulo (Danışman) Pasajı No:1 Kat:1 adresinde beyaz yakalı ve freelance çalışanlar için bir dayanışma mekânı olarak geçtiğimiz sonbaharda kuruldu. Dünyada Mekân’ın kuruluş öyküsünü ve hedeflerini Müştereklerimiz’den Zeyno Pekünlü’yle, beyaz yakalıların ve freelance çalışanların iş yaşamında karşılaştığı sorunları ve örgütlenme çabalarını ise Kaç Bize Gel’den Hikmet Topal ve Plaza Eylem Platformu’yla konuştuk.

Image


DÜNYADA MEKÂN

Dünyada Mekân’ın kurulması ön hazırlıkları 2014’te başlayan ve ilki 2015 başında düzenlenen bir forum süreciyle birlikte ilerledi. Bize o süreçten bahsedebilir misin?

Mekân fikri Müştereklerimiz’in 2012’den beri tartıştığı bir şey olarak soyut bir düzeyde hep vardı. Kendimize “Sadece ortak alan savunusuyla yetinmeyip ortak bir alan da kurabilir miyiz, insanları yan yana getirebilir miyiz” sorularını sormaktaydık. Ama bu mekânın karakterinin ve yapacağı siyasetin ne olacağı sorusu biraz ortadaydı. Zamanla kişisel siyasi bağlantılarımız üzerinden beyaz yakalı ve freelance örgütlenmeleriyle konuşurken onlarda da böyle bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca mekânı bu konu üzerinden kurup kuramayacağımızı tartışmak için bir forum çağrısı yapıldı. Forumlarda beyaz yakalıların 9-6 çalışma saatleri yüzünden mekânı çok rahat kullanamayacakları ortaya çıktı ve böyle bir dayanışma mekânına ihtiyaçları olmakla birlikte mekânın çatısını asıl kurabileceğimiz alanın freelance çalışanlar olacağı fikri şekillendi. Forumların içinde de ayrı bir inisiyatif oluştu ve mekâna dair tüm kararlar bu inisiyatifin çağrısını yaptığı toplantılarda verildi.

Bu konunun dışında forumlarda en çok dile getirilen problem beyaz yakalılar için yalnızlaşma, bulunduğu yerde siyaset tartışamama, performans üzerinden değerlendirilme, arkadaş değil rakip olma meseleleri; freelance çalışanlar içinse yalnızlaşma, eve kapanma, kafelerde çalışmak zorunda kalıp çok para harcama gibi konulardı. Aslında bu bir çeşit sosyalizasyon üzerinden örgütlenme meselesi. Eğer sistem seni eve kapatıyorsa senin gibi sorunları olanlarla yan yana gelemiyorsun ve kendi durumunu sana özel zannediyorsun. Mekân biraz da bu insanları yan yana getirme amacıyla kurulmuş oldu. Etkinlik yapma ihtiyacı, kendine benzeyen insanlarla film izleme, spor yapma, yürüyüşe çıkma gibi konular dile getirildi. Hepsinin gelip dayandığı nokta sosyalizasyon meselesi. Elbette forumlarda güvencesizlik gibi iş koşulları meseleleri de konuşuldu. Mekân doğrudan bunları çözmeyi amaçlamıyor ama bunları çözmeyi amaçlayan Plaza Eylem Platformu, Kaç Bize Gel, Yayınevi Emekçileri Kolektifi ve dolaylı ilişkimiz olan Umut-Sen gibi gruplarla insanları yan yana getirmeyi hedefliyor.

Hatırladığımız kadarıyla mekân tartışmasının yanı sıra bir de kooperatif tartışması yürütüldü.

Kooperatif tartışması mekân tartışmasından da önce başladığımız ve mekânla birlikte düşündüğümüz bir şeydi. Benzer meslek gruplarında olan insanların bir çeşit üretim kooperatifi kurup kuramayacağı sorusunu kendimize sorduk. Bahsettiğimiz kooperatif meselesi, özellikle İspanya’da çok fazla örneğini gördüğümüz, gelecekte iş güvencesini de sağlamak amacıyla kullanılabilecek bir vasıta olarak konuşuldu. Türkiye’de şu anda çok fazla kooperatif var, bunların çoğu tüketim kooperatifi. Az sayıdaki üretim kooperatifi büyük ticari şirketlere de dönüşebiliyor. Üretim kooperatifi çok daha karmaşık bir şey olduğu için şu anda tüketim ağı diyebileceğimiz bir çalışmayla başlandı, direnen üreticilerden birtakım sebzeleri alan ve alışveriş grubuna dağıtan bir ağ olarak tasarlandı. Ama hâlâ tartışılan uzun vadeli amaç, örneğin 10 tane çevirmenin bir araya geldiği, iş paylaştığı, kazandığı paranın bir miktarını kenara ayırabildiği, bir çeşit sandık kurup geleceğini güvence altına alabildiği bir model. Bizim açımızdan bununla uğraşmak şu an bürokratik açıdan zahmetli. Resmi bir kooperatiften önce onun bir fikriyle yola çıkılabilir.

Freelance çalışanların para karşılığı kullandığı ofisler çevrede git gide yaygınlaşmakta. Oralarda mekânın kendisi bir amaçken, Dünyada Mekân’da mekân bir araç. Peki Dünyada Mekân’ın politik amacı ne?

Ortak çalışma mekânlarına dair bir sürü girişim var, bazıları maddi sebeplerle, bazıları ise yaratıcı insanların bir arada çalışması gibi duygusal güdülerle kuruluyor. Biz sadece Türkiye’de değil, başka yerlerde de böyle mekânların ortaya çıkmasını bir semptom olarak gördük ve bunun ticari olmayan versiyonunu dayanışma mekânı olarak nasıl düşünebiliriz diye sorduk. Dünyada Mekân’a gelen insanların herhangi bir maddi katkıda bulunması gerekmiyor, kimseye bir yer ayrılmıyor ve gelen katılımcıların kendi emeğini oraya vermesi gerekiyor. Bu anlamda basitçe “Evden çıkamıyorum, dışarıda ofisim olsa ve paylaşsam ne kadar güzel olur” duygusundan yola çıkıyor ama bunun yanına bu duyguya sebep olan iş hayatı örgütlenmesine karşı birbirimizle nasıl dayanışılabileceği gibi daha politik bir soru getiriyor. Asıl farkı burada, yoksa sistem olarak yine benzeyen bir sistem; size sağladığı imkânlar çay, kahve, masa, çalışılabilecek bir alan ve internet. Bu başlığın altında tekrar sosyalizasyon olgusu vurgulanmalı. Kendine benzer insanları bulmak ve idealizm sömürüsünün pek çok sektörde olduğunu görebilmek, güvencesizliğin işverenin elini güçlendirip özellikle freelance çalışanları fiyat kırıp birbirinden daha ucuza iş yapmaya götürdüğünü, beyaz yakalıları bir performans yarışına soktuğunu ve bu rekabetin seninle aynı sorunları yaşayan insanlarla dayanışamamaya sebep olduğunun altını çizmek önemli. Hem içinde yaşadığımız kentlerin, hem de iş hayatının dönüşümü bizi sürekli birbirimizden ayırmak üzerine kurulu, onun karşısında yan yana gelme ihtiyacını vurguluyoruz.

Mekânın iç işleyişinden bahsedebilir misin? Maddi sürdürülebilirliği nasıl sağlanıyor, kararlar nasıl alınıyor, ne tip faaliyetler yapılıyor?

Forumdan çıkmış olan inisiyatif en azından ilk sene için maddi yükü kendi üzerine aldı. Aylık masrafları kendi aramızda paylaşıyoruz. Ama dayanışmak isteyenler hem malzeme katkısı yapabiliyor, hem de bozuk paralarını kutuya atabiliyor. Kararlar mail grubunda ve bu gruptan çağrısı yapılan toplantılarda konsensüsle alınıyor. İşleyiş için de bir nöbet sistemi var, dönüşümlü olarak bir kişi her gün mekânı açıp kapamak, temizliğini yapmak ve gelen insanların sorularını cevaplandırmakla sorumlu. Şu anda etkinlik programını kurma aşamasındayız. Her tip etkinlik yapılabilir ama bir şekilde çalışma koşullarıyla, beyaz yakalılıkla, freelance çalışmakla bir ilişkisi olsun istiyoruz. Dışarıdan insanlar da konular bir şekilde örtüşüyorsa etkinlik yapmayı önerebilir ve mekân uygunsa kullanabilir. İnsanların yan yana gelmesi, birlikte olduğunu hissetmesi için film gösterimi gibi daha sosyal etkinlikler de düzenleniyor. Bunun dışında çalışma koşulları etrafında düşünebileceğimiz konularda sohbet etkinlikleri yapılıyor. Bunların bir uzmanın sunum yaptığı etkinliklerden ziyade herkesin bir tecrübesini paylaştığı ve o konuda çalışmış bir kişinin yönlendirdiği sohbetler olmasına gayret ediyoruz. Örneğin geçtiğimiz ay ekonomist Ümit Akçay’ı davet edip borçluluk ve güvencesizlik meselesini konuştuk, daha sonra Yeni İnsan Yayınevi’nin bize önerdiği bir etkinlikte iktisadi küçülme meselesi tartışıldı. Bu tür etkinlikler devam edecek.

facebook.com/dunyadamekan

@mekandunyada

dunyadamekan.wordpress.com

Image

KAÇ BİZE GEL

Kaç Bize Gel ne zaman, nasıl ve hangi ihtiyaçlardan yola çıkarak örgütlendi?

Kaç Bize Gel, 2012 yılında bir araya geldi ve Ocak 2013’te resmi kuruluşunu duyurdu. Kaç Bize Gel, işçi sınıfı içinde büyük kesimi oluşturan büro işçilerinin örgütsüz ve güvencesiz çalışma koşularıyla mücadele etmesi arzusuyla inşa edilmeye başlandı. Güvencesiz ve esnek çalışmaya karşı mücadele etmenin tek yolunun da grevli toplu sözleşme hakkı yani sendikalaşma olduğu tespiti ilk adımımız oldu. Bu tespitle beraber aslında büro işçileriyle sendikalar arasında ciddi bir uçurum olduğunu gördük. Uçurumun üç ana nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, büro işçilerinin işçi olduklarından bile haberdar olmamalarıydı. Bu noktada sevinerek söyleyebiliriz ki bizim ve diğer beyaz yakalı dayanışma örgütlerinin yoğun çalışmaları sayesinde bu durumda ilerleme kaydedilmiştir. İkinci olarak sendikaların ve emek örgütlerinin büro işçilerini örgütlemek için gerekli dil, program ve metotlarının bulunmamasını söyleyebiliriz. Üçüncü neden ise işyerlerinde sendikalaşmanın uzun bir yol olmasından dolayı, sendikalaşma tamamlanıncaya kadar işyeri çalışmalarının mümkün olduğu kadar gizlenmesi, bu süreçte dağınık ve tekil duran işyeri çalışmalarının koordinasyonunun sağlanması, kolektif bir emekle örgütlenmesi gerektiğidir. İşyeri örgütlenmesi çok zor ve uzun bir süreçtir, genellikle de sendikalaşma tamamlanmadan süreç kaybedilir, kaybedilen her örgütlenme zaten yetersiz olan özgüvenin daha zayıflamasına sebep olur. Ayrıca beyaz yakalı işçiler gibi çok değişik, esnek ve bir örgütlenme deneyimine sahip olmayan bir alanda birkaç kişinin veya bir yapının tekil olarak sendikalaşma sürecini başarıya ulaştırmasının fiilen çok zor olduğunu gördük. Bu sıkıntıyı aşabilmek içinde işyeri çalışmaları sendikalaşma sürecini kolektif olarak örgütleyebilecek bir ara yapıya ihtiyaç olduğunu tespit ettik. Kaç Bize Gel’in asıl amacı işyerlerinde bu kolektif örgütlenmeyi kuracak koordinasyonu sağlamak.

Beyaz yakalı kavramı yerine büro işçisi kavramını kullanıyorsunuz. Bunun sebebi nedir?

Aslında beyaz yakalı kavramı tüm dünyada kullanılan bir kavram; İngilizcesi “white collar worker”. Ancak bizde nedense kavramın sonundaki işçi kelimesi atılmış ve beyaz yakalı olarak dile yerleşmiş ve bizce bu sadece kavramın dile yerleşirken kısaltılmasından ibaret pratik bir değişiklik değil. Kavramın sonundaki işçi kelimesinin atılması aynı zamanda bir zihniyetin göstergesi. Çünkü hizmet sektörünün çoğunluğunu oluşturan bahsettiğimiz bu topluluk, yani bizler, yıllar boyu süren eğitimlerin sonunda sistem tarafından gösterilen belirli kariyer hayalleriyle ve ileride geleceğimizi garanti altına alacağımız düşüncesiyle yetiştirildik ve bu hayallerin içinde işçi olmak ve işçi kalmak, işçi olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek söz konusu değil. Sistem bütün vaatleriyle, sürekli olarak yükselme ve kariyer olanaklarının reklamını yapmak suretiyle bize “Sizler işçi değilsiniz, bu yaşadığınız süreç kariyerinizin sadece bir basamağı” diyor. Oysa bizler, her ne kadar konforlu(!) ve şık plazalarda çalışsak, altımıza şirket arabaları da verilse, en güzel restoran ve kafelerde yemek de yesek, bu görünen resmin bir de arka planı var.

Arka planı ise şöyle anlatabiliriz. Kredi kartı borçlarımız gün geçtikçe artıyor, iki haftalık iznimizde gittiğimiz ve selfilerini paylaştığımız tatillerin borcunu bütün yıl ödüyoruz, plazada şık görünebilmek ve çalışan kadın prototipine uyum sağlamak için maaşımızı kıyafetlere yatırıyoruz, çoğumuz kirada oturuyor ya da sitede aldığımız evin kredi borcunu kapatmaya çalışıyoruz. Çalışma ortamlarımızda ise bazılarımız kendine yer bulabilmek için Gülbağ’da otururken Levent’te oturduğunu söylemek zorunda hissediyor, sürekli bir rekabetin ve performans değerlendirmesi kırbacının altında mobbingle ve artık hafta sonlarıyla gecelerimizi de kapsayan ve çekildikçe uzayan esneklikte bir fazla mesaiyle baş başayız ve yalnızız. İşçi olduğumuz gerçeğine aslında her geçen gün istemesek de çarpıyoruz. Bu nedenlerle biz beyaz yakalı yerine büro işçisi demeyi tercih ediyoruz.

Kaç Bize Gel’in ön plana koyduğu hedef büro işçileri için grevli toplu sözleşme hakkı. Büro işçilerinin iş güvencesi hakkından ne anlamalıyız? Bu konudaki mevcut pratik ve hukuksal engeller neler?

Aslında grevli toplu sözleşme hakkı az önce bahsettiğimiz büro işçilerinin yalnızlık mevzusuyla yakından ilgili. Çünkü sistem bize “Hepiniz bireysiniz ve farklısınız” derken, bir yandan da bütün iş süreçlerinde o masanın diğer ucunda bizi tek başımıza bırakmaya çalışıyor. İş hayatında karşılaştığımız bütün rekabet yöntemleriyle de psikolojik olarak bu durum destekleniyor. Dolayısıyla nasıl her işçi işe başlarken tekil görüşmelerle işe alınıp sonrasında performans değerlendirmeleriyle sürekli sınavdaysa, işten çıkarılırken de tek başına ve güçsüz bir halde. Yani aslında her an işten çıkarılabileceğimiz korkusuyla çalışıyoruz. İşten çıkarılmaya ve çalışma koşullarının kötülüğüne karşı hiçbir güvencemiz yok. Bu noktada iş güvencesinden kastımız keyfi işten çıkarılma korkusu yaşamadan, bütün ekonomik ve sosyal haklarımızı kullanabildiğimiz bir çalışma düzenidir. Büro işçileri için çok önemli olan ve birlikte hareket edebilmemizi sağlayacak Grevli Toplu Sözleşme Hakkı’nın önünde ise tabii ki engeller var. Bu engeller aslında genel olarak işçi sınıfının mücadelesindeki engellerden farklı değil. Durumu sendikalaşma mücadelesinin önündeki yasal barajlar, bazı iş kollarındaki grev yasakları ve genel olarak toplumun örgütlenmesinin önündeki anti-demokratik yasalar olarak özetleyebiliriz.

Güvencesizlik dışında büro işçilerinin belli başlı sorunları neler? Diğer bir deyişle Kaç Bize Gel başka neler için mücadele ediyor?

Aslında güvencesizliğin ortadan kalkması ve grevli toplu sözleşme hakkı nihai bir hedeftir. Bu nihai hedefin gerçekleşebilmesi için büro işçilerinin öncelikle bir araya gelmesi ve işyerinde yaşanan bütün sorunlara birlikte çözüm yolları geliştirmesi gerekiyorHayatta Kalma Rehberi I ve II isimli broşürlerimizde bu sorunları kısaca anlattık. Özetleyecek olursak bunlar, çalışan anne ve babaların kreş ihtiyacının görmezden gelinmesinden tutun da, büro işçilerinin çoğunluğunun sigortalarının asgari ücret üzerinden yatırılması, işyerlerinde uygulanan her türlü ayrımcılık, baskı ve mobbing, işçi sağlığı ve güvenliğiyle ilgili sorunlar, performans değerlendirmelerinin işten çıkarma aracı haline gelmesi, taşeronlaşma gibi bütün çalışma sürecimizi kapsayan meseleler.

Sonuç olarak bu talepleri ve hakları elde edebilmek için biz Kaç Bize Gel olarak birleşik bir beyaz yakalı işçi mücadelesinin kurulmasını önemsiyoruz. Özellikle de önümüzdeki dönemde karşılaşacağımız kıdem tazminatı yasa tasarısına karşı yürütülecek mücadelede, büro işçilerinin birleşik mücadelesinin tarihsel bir rol üstleneceğine inanıyoruz. Bu nedenle de bugünden itibaren işyerlerinden inşa edilecek ve kıdem tazminatı hakkına sahip çıkacak bir birleşik beyaz yakalı işçi mücadelesinin çok önemli olduğunu belirtmek isteriz. Bu noktada bütün büro işçilerini işçilerin en önemli kazanılmış haklarından biri olan kıdem tazminatı hakkına sahip çıkmaya ve birleşmeye davet ediyoruz.

facebook.com/kacbizegel

@kacbizegel

kacbizegel.com

Image

PLAZA EYLEM PLATFORMU

Plaza Eylem Platformu ne zaman, nasıl ve hangi ihtiyaçlardan yola çıkarak örgütlendi?

Plaza Eylem Platformu, beyaz yakalıların dayanışma, haklarına sahip çıkmaya ve yeni haklar üretme ihtiyacını karşılamaya çalışıyor. 2008’deki IBM’deki sendikalaşma çabası sırasında yapılan “plaza eylemleri” döneminde yan yana geldik. Yani kullandığımız isim tarihsel bir durağı ifade ediyor. Yoksa sadece plazalarda çalışanlardan değil, her sektörden ve her türlü ofiste çalışanlardan oluşuyor platformumuz. Türkiye’de hakkını aramanın ve örgütlenmenin yollarına ilişkin repertuvar kısıtlı, var olan araçlar da çokça eleştiriliyor. Ama aktif katılımcıların “dışarıdakilere” bir çeşit “öğretmen”  gibi yaklaşıyor olması en önemli sorun olarak görülüyor. Bizim için durum daha farklı. Zamanla anladık ki, beyaz yakalılar olarak bir araya gelmeye çalışırken bir kısmımızın diğerine öğretmen gibi yaklaşmasının pek imkânı yok. Kimse sizi dikkate almaz. Örgütlenme faaliyetlerimiz de dolayısıyla daha çok “birlikte öğrenme” faaliyetleri oluyor. Birlikte öğrendiğimiz en faydalı bilgi de şu: Eğer doğru yere yatırım yaparsak herhangi birimizin işverene karşı güçlenmesi beyaz yakalılar olarak hepimizin güçlenmesini kolaylaştırıyor. Duyguların ve kişiliğin bu kadar çalışmanın temeline yerleştirildiği bir dönemde kişisel olarak güçlenmemiz topluca güçlenmemizin de koşulunu oluşturuyor. Plaza Eylem Platformu’nun şu anda aktif olan katılımcıları, Platformu “kendilerine ait” bir yer olarak görmüyor. Tüm beyaz yakalıların etkinliklerde, ortaya koyulan fikirlerde ve eylemlerde söz sahibi olduğunu düşünüyor. Beyaz yakalılar emek mücadelesinde çok yeni bir yer edinmeye başladılar. Dolayısıyla bu yerde bulunmak veya orasının nasıl bir yer olacağını söylemek, tüm beyaz yakalıların hakkı. Platform da bu gerçeğin sorumluluğuyla hareket etmeye çalışıyor.

Sizlerle iki sene kadar önce Gezi’nin plazalardaki izdüşümü üzerine söyleşmiştik. O zamandan beri iş cinayetlerinin daha görünür olduğu, Soma gibi emekçi katliamlarının yaşandığı bir dönemden geçtik. Bu gelişmelerin plazalardaki yansımaları neler oldu?

Ülkede yaşanan ve çok büyük ses getiren birçok olay elbette beyaz yakalıların çalıştıkları yerde de yankı buluyor. Bu yankının şiddeti ve süresi beyaz yakalıların bu olaylarla kendileri arasında nasıl bağlantı kurduklarıyla doğrudan ilgili. Soma gibi çok acı ve öfke yaratan durumlarda beyaz yakalılar nispeten daha güvenli yerlerde çalıştıklarını düşünerek, ölen işçilerin ve ailelerinin tarafında yer alıyor ve onların öfkesini aslında bir parça da “dışarıda” durarak paylaşıyorlar. Fakat bizim aslında tartışmaya açmaya çalıştığımız bir durum bu; iş cinayetinde ölme ihtimalimizin düşük olması ne bizim kendiliğinden sahip olduğumuz bir avantaj ne de bizi maden ya da inşaat işçilerinin “hadi hadi” sisteminden azade kılıyor. Biz Soma zamanında Soma Holding önünde nöbetler düzenlenmesine aracı olduk. Nöbetlerde 301 madencinin ölümüne sebep olan sistemin aslında emeğin tüm bileşenlerinin üzerinde kurulan denetim mekanizması olduğunu ifade etmeye çalıştık. Tersinden bakarsak; emek gücünün bir tarafının, mavi ya da beyaz yakalıların kendi bulundukları yerden, kendi çalışma koşullarını düzeltmeye yönelik yürüttükleri mücadeleler ürettikleri pratikler bakımından herkesi güçlendirecek örnekler olabiliyor. Dolayısıyla biz Soma’daki “hadi hadi” sistemine bu sistemin bizim tarafta aşina olduğumuz yansımalarını da ifşa edecek biçimde karşı çıktık.

Beyaz yakalıların çalışma hayatında karşılaştığı birçok sorun var. Bunlardan bir tanesini ön plana çıkarmak gerekse hangi konunun altını çizmek istersiniz?

Geçen toplantımızda konuştuğumuz bir şeydi. Çalışma ortamımızda üstlerimizden gördüğümüz aşağılayıcı ya da haksız bir tutum karşısında herkesin benzer duygular içerisine girdiğini ve burada bu orantısız/haksız ilişkiyi açıklayacak bir kavrama (ya da kavramlara) ihtiyacımız olduğundan bahsettik. Herkes aslında neler olduğunun, kimin kime nasıl davrandığının farkında, ancak bir şey yapılamayacağını düşünmenin verdiği bir sinme var; sinirimizin de üzüntümüzün de içimizde patladığı anlar. Ancak bu noktada yaşananları, yaşadığımız haksızlığı, üzüntüyü açıklayan doğru kavramları arıyoruz. Hakaretler, baskılar, insan onurunu incitici davranışlar, karşılaştırmalar, mobbing. İş yerinde bu davranışları sürekli yaşamamızın yaşamımızı söndüren ciddi bir etkisi var. Haksızlığa uğramaktan daha yaralayıcı olan haksızlığa karşı çıkamamak, haksızlığın olmamış gibi davranılması, böylece incitici  davranışların pekişmesi ve sizin için şizofrenik bir duruma gelmesi.

PEP’in özellikle üzerine düştüğü konulardan biri de kadınların çalıştıkları yerlerde kadın olmaktan dolayı karşılaştığı ayrımcılık. Bu konuyu detaylandırabilir misiniz?

Kadınların uğradığı ayrımcılığı tasvir ederken klasik “cam tavan” benzetmesi kullanılır. Belli belirsiz, varmış da yokmuş bir cam tavan. Erkek iş arkadaşının hep ardından gidiyormuşsun da tam konduramıyorsun bu ayrımcılık durumunu gibi. Ayrımcılık daha önce hissettiğimiz ama açıkça belli olmayan, kanıtlanamayan bir durumdu. Son zamanlarda yaşanan ayrımcılıklar bunun böyle olmadığını gösteriyor bize. Yüzünüze karşı, başvurduğunuz pozisyona erkek bir aday arandığını söylemeler, yıllardan beri hiçbir kadının kazanmayı “beceremediği”yle övünülen cinsiyetçi kamu kurumları, erkek iş arkadaşlarının senin aday olduğun işlere seninle görüşülmeden yerleştirilmeleri, mesleğe başladığın erkek arkadaşlarının senden kat kat fazla paralar alarak üst pozisyonlara, iyi iş yerlerine yerleşmeleri. Mesela meclise baktığında ülkenin yöneticilerin hepsinin erkek olması gibi, şirkete de baktığında tüm patronların erkek çalışanların ise kadın olması. İşinde “zayıf” olarak görülen bir kadının bunu kadın olmasıyla bağdaştıran dedikodular. Tüm bunlar ne kadar erkek bir dünyada mücadele ettiğini sana açıkça anlatıyor. Bir de iş yaşamında kadınlara iş verilmesinde sayısal eşitlik geyiği var. Gazetelerde kadın yöneticilerin neden tercih edilmesi gerektiğine dair sözlerle kendini pazarlayan kadın yöneticiler, kadın istihdamı artsın diye kapı kapı dolaşan erkekler, bizim istihdamımız için yapılan, tek bir kadının olmadığı sendika toplantıları… İş yaşamı bize bahşedilen bir alanmış, kendimizden daha çok şeyler vererek iş bulduğumuza evden çıktığımıza şükretmemiz gerekirmiş, aldığımız paraya razı olmamız gerekirmiş gibi davranılıyor.

PEP’in gerçekleştirdiği yayın ve atölye gibi faaliyetlerden bahsedebilir misiniz?

Aslında deneme-yanılma yoluyla bulduğumuz ve bizim için çok verimli bir yönteme dönüşen “Deneyim Paylaşımı Atölyeleri”ni fırsat buldukça düzenlemeye çalışıyoruz. Bu atölyelerde önceden belirlediğimiz iş görüşmeleri, fazla mesai, işyerinde gizlilik olgusu,  performans sistemi gibi bazı başlıklarda farklı sektörlerden çalışanlar kendi deneyimlerini aktarıyorlar ve aslında o zamana kadar hep bireysel olarak deneyimlenen örnekler kolektif bir biçimde paylaşılıyor. Şimdiye kadar ürettiğimiz birçok kavramın kaynağının bu atölyeler olmasının yanı sıra bizzat atölyeler sırasında başka bir kişinin kendi yaşadığına benzer bir sorunu ve buna karşı geliştirdiği mücadele yöntemlerini aktarması kişiyi cesaretlendiren bir pratiğe de dönüşüyor, bireysel hikâyeler birbirini güçlendiriyor. Bunun dışında işten çıkarılma durumlarıyla ilgili daha önce farklı kanallardan tek tek gelen soruları tek bir platformda toplamaya çalıştığımız istenatildim.org sitesini kurduk. İşten atılma anı birçok kişiyi o anda paniğe sürükleyebilecek, desteğe ihtiyaç duyulan bir an. Biz bu durumlarda başvurulan bir bilgi kaynağı olması amacıyla bu siteyi kurduk. Ayrıca bu site üzerinden bize ulaşanlara gönüllü avukat arkadaşlarımıza danışarak mevcut durumlarında yapabileceklerini, haklarını hatırlatıyor ve birebir destek olmaya çalışıyoruz. Bu süreçte gördüğümüz ve tartışmaya açmak istediğimiz işten atılmaya dair birçok başlık oldu, yakında yazılı bir kaynak olması açısından bunu raporlamayı planlıyoruz.

Her ayın son haftasında aylık toplantılar düzenliyoruz, bu toplantılarla ya da diğer paylaşımlarımızla ilgili dileyenler Facebook ve Twitter sayfalarımızı ziyaret edebilirler.

facebook.com/plazaeylem

@plazaeylem

plazaeylem.org

  1. Açıkta saklı: Dan Witz

    New York’taki Jonathan Levine Gallery’de nisanda açacağı kişisel sergisi öncesi, sokak sanatında 35 yıllık emek ve deneyimi, terleyen punk/hardcore izleyicisini konu eden gerçekçi tablolarla aynı kariyerde buluşturan ustayla muhabbet ettik.

  2. Beyaz yakalılar ve “freelance” çalışanlar da örgütlenir: Yeni dayanışma platformları

    Dünyada Mekân, Galatasaray Meydanı’ndaki Hazzopulo (Danışman) Pasajı No:1 Kat:1 adresinde beyaz yakalı ve freelance çalışanlar için bir dayanışma mekânı olarak

  3. 2015’in en iyi 100 yabancı albümü (100-51)

    Her haftasında heyecan verici albümlerin peşi sıra yayınlandığı 2015’in en iyi 100 albümünü sıraladık!

  4. 2015’in en iyi 100 yabancı albümü (50-1)

    Her haftasında heyecan verici albümlerin peşi sıra yayınlandığı 2015’in en iyi 100 albümünü sıraladık!

  5. 2015’in en iyi 25 yerli kaydı

    Yerli sahne için epey bereketli geçen yıldan akılda kalan EP ve albümler.

  6. 2015’in en iyi 10 albüm kapağı

    İllüstrasyonlar, fotoğraflar ve ilginç manzaralarla geçtiğimiz yılın en iyi 10 albüm kapağı.

  7. Anlık ve doğal: Blanck Mass

    2015’in en heyecan verici albümlerinden biri olan Dumb Flesh’i yaratıcısından dinliyoruz.

  8. Masaki Batoh ve Ben Chasny: Geçmiş, ruhaniyet, duyarlılık ve The Silence

    Six Organs of Admittance’ın arkasındaki adam Ben Chasny, efsanevi Japon müzisyen Masaki Batoh’a soruyor.

  9. 2015’in en iyi 100 filmi (100-51)

    Cannes, Berlin, Venedik, Sundance, Toronto gibi festivallerde prömiyerini yapmış, bizde vizyona girmiş ya da herhangi bir festivalde gösterilmiş ya da resmi satışa çıkmış 2015 yapımı filmler arasından, Bant Mag. yazarları ve katılımcılarına göre en iyileri aşağıdaki gibi sıraladık.

  10. 2015’in en iyi 100 filmi (50-1)

    Cannes, Berlin, Venedik, Sundance, Toronto gibi festivallerde prömiyerini yapmış, bizde vizyona girmiş ya da herhangi bir festivalde gösterilmiş ya da resmi satışa çıkmış 2015 yapımı filmler arasından, Bant Mag. yazarları ve katılımcılarına göre en iyileri aşağıdaki gibi sıraladık.

  11. 2015’in en iyi belgeselleri

    Son yıllarda filmlerden beklediklerinizi alamıyor gibi hissediyorsanız sizi belgesel bölümüne alalım. Özellikle 2000’lerin başlarından itibaren giderek daha geniş bir izleyici kitlesine hitap eden belgeseller, 2015’te de bizi yapımların kalitesi ve konuların çeşitliliğiyle hayal kırıklığına uğratmıyor.

  12. Sinemada 2015 – diğer listeler

    Türkiye sinemasında 2015 değerlendirmesi, yılın en iyi oyuncu performansları ve yılın hayal kırıklığı yaşatan filmleri burada.

  13. İçeriden dışarıya: Onur Saylak

    Onur Saylak’la, Rüzgârın Hatıraları, oyunculuğa bakışı, ilk yönetmenlik denemesi ve gelecek projeleri üzerine muhabbet ettik.

  14. Dünyayı değiştirecek güç: Brenda Myers-Powell

    Sarsıcı belgesel Dreamcatcher’ın konu edindiği derneğin kurucusu ve çalışanı Brenda Myers-Powell’la bir söyleşi.

  15. 2015’te sanat: Bir güncel sanat muhasebesi

    Açık Radyo’da Açık Dergi mikrofonundan tanıdığımız İlksen Mavituna güncel sanat üzerinden 2015’te İstanbul izlenimlerini yazdı.

  16. 2015’in iz bırakan kitapları: Editörlere sorduk

    Severek takip ettiğimiz farklı yayınevlerinden editörlere 2015’in iz bırakan kitaplarını sorduk.

  17. 2015’te plastik toplardan barikatlara: Yaşasın halkların yaratıcılığı!

    2015’de memleketten yaratıcı direniş manzaraları...

  18. 2015’ten kalan: Küçük tiyatroların büyük oyunları

    Açık Radyo frekanslarında Açık Dergi yayını içindeki “Tezahür” adlı köşesinden ve Time Out İstanbul için hazırladığı tiyatro içeriklerinden tanıdığımız Gülin Dede Tekin, 2015’i değerlendirdi.

  19. 2015’in en iyi oyunları: Bağımlı ve bağımsızlar

    Uzun zaman önce sinema sektörünü geçen oyun endüstrisinin yakın gelecekte en heyecan verici ürünleri çıkartacağını ortaya koyduğu bir yılın ardından.

  20. “İhtimal var, zorlamak lazım”: Cevdet Erek

    2015’in en aktif sanatçılarından Cevdet Erek ve motivasyon kaynakları.

  21. “En önemli hazinem hafızam”: Özge Samancı

    Özge Samancı’yla Türkiye’de büyümeye dair otobiyografik çizgi romanı Dare to Disappoint: Growing Up in Turkey üzerinden hafızaların derinlerine uzanan bir sohbete daldık.

  22. Bambaşka bir dilin mucidi: Hayal Pozantı

    New York’ta yaşayan genç sanatçı Hayal Pozantı, kendi sanatsal devrimini, çalışma prensiplerini ve resminde kurduğu şahsi dilini anlattı. Sanatçının kişisel soyut alfabesi resimde kendi başına öyle güçlü bir deneyim ki anlayabiliyor olmayı talep edeceğinizi bile sanmıyoruz.

  23. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler