Değeri sadece kazandığı para olmayan ve yalnızca eğlenceyle sınırlı olmayan hikâyeler anlatmak istiyorum.”


Polonyalı arka plan sanatçısı, illüstratör ve animatör Mateusz Urbanowicz, Japonya’da yaşıyor ve karşılaştığı günlük manzaraların sihrini resmediyor. Bilgisayar eğitimi gördükten sonra sanata yönelip Japonya’ya yerleşen sanatçı, Comix Wave Films stüdyosu için arka planları hazırlarken bir yandan da yaptığı detay fışkıran suluboyalarla dikkat çekmeye başladı. Alışılmadık bir samimiyetle internette sürekli iletişim halinde olan Urbanowicz, esinlendiği Studio Ghibli’nin içtenliğini sürekli hareket halindeki meraklı ve melankolik karakterleriyle yakalamayı başarıyor. Urbanowicz, çalışma sürecini, Japonya’nın çalışmaları üzerindeki etkisini ve geleceğe dair isteklerini bizle paylaştı.

Image

Sanatla ilgilenmeye, çizim yapmaya ne zaman başladın ve büyürken çizgi romanlarla, animasyonla aran nasıldı? Seni özellikle etkileyen çalışmalar var mıydı?

Kendimi bildim bileli resim çiziyorum, ama yalnızca hobi olarak. Sıkıldıkça zaman geçirmek için yaptığım bir şeydi. Özellikle karakterlerin, rastgele aklıma gelen yerlerin suluboya resimlerini yapmayı severdim. Sadece kendi zevkim için yaptığım bir şeydi. Aslında o kadar çok çizgi film izlemezdim ve neredeyse hiç anime (Japon animasyonları) izlemezdim, çünkü Polonya televizyonunda gösterilenler hoşuma gitmiyordu. Çizgi romanlar da o dönemde oldukça nadir bulunurdu, ama elime geçirebildiklerimin arasından en çok Bernard Dumont’un Hugo serisini severdim! Çok iyidir, ama pek bilinmez.

Seni Polonya’dan Japonya’ya getiren ve seni orada kalmaya iten neydi?

Polonya’da üniversiteden mezun olduktan sonra sanata yönelmek istediğim için Japonya’ya gittim. Tam tasarım değil, klasik görsel sanatlar da değil, ama daha erişilebilir bir şeyler yapmak istiyordum. Polonya’da böyle bir kariyere başlayabilmek için neredeyse hiç imkân yoktu. O yüzden üç yıllık Japon burslarını bulduğumda hemen başvurdum ve şanslıyım ki kazandım. Önceleri bayağı endişeliydim; Japonca öğrenemediğim takdirde veya üniversitedeki dersleri geçemediğim takdirde geri dönmeye hazırdım, ama her şey olabildiğine sorunsuz geçti. Öğrenci olarak son yılımı elimden gelen en iyi kısa animasyonu yaparak geçirdim (o zamana kadar profesyonel manganın benim için olmadığını anlamıştım) ve bu filmle de uzun metraj animasyonlar yapan animasyon stüdyolarından birine girmeyi başardım. Japonya’daki bu zengin görsel kültüre girdikten sonra da artık geri dönmek çok zor olacaktı.

Aynı zamanda bilgisayar bilimlerinde eğitimin var. Bu sanata olan ilgini, yaptığın çalışmaları nasıl etkiliyor?

Sırf elden veya yalnızca tek bir uygulamayla (mesela Photoshop gibi) çalışan bir çok sanatçı tanıyorum, ama ben problemlere farklı açılardan bakıp nelerin farklı veya daha etkili bir şekilde yapılabileceğini görebiliyorum. Bu, animasyon yaparken de bana çok yardımcı olan bir şeydi ve şimdi resimlerimi yaparken de bana hâlâ çok yardımcı oluyor. YouTube videolarımı kendim çekip düzenleyebiliyorum; kendi web sitelerimi yapabiliyorum; “arduino” ile veya biraz kodlamayla kullanışlı aletler yaratabiliyorum. Bir de bu bilgilerimi bir hikâye oluşturmakta kullanmayı düşünüyorum; ne de olsa bilimkurgu kitaplarıyla büyüdüm.

Bize çalışma sürecinden biraz bahsedebilir misin? Projelerine nasıl başlıyorsun ve bu süreç çalıştığın ortama göre (illüstrasyon, arka plan sanatı, animasyon, vs.) değişiyor mu?

Arka planlar genellikle daha büyük bir sürecin parçası oluyor. Yani çoğunlukla halihazırda üzerinden çalışabileceğim bir taban oluyor; hikâye taslakları, konsept çizimleri, kaynak fotoğrafları ve bunlarla eşleşen bir hikâye. En zor tarafı, mesela bir animasyon filmi üzerinde çalışıp resmen yüzlerce arka planı boyarken zinde ve yaratıcı kalmayı başarabilmek. Kendi işlerimdeyse, örneğin illüstrasyonlarda, o ilk fikri ateşleyen türlü şeyler olabiliyor: yürürken gördüğüm bir şey olabilir, internette gördüğüm bir şey olabilir, kulağa komik gelen bir kelime bile olabilir. Resmen her şey olabilir. Bunları hatırlıyorum ve bu tohumların etrafında bir şeyler şekillendirmeye, hikâyeler, karakterler, ortamlar yaratmaya başlıyorum. Kafamda kabataslak bir görsel şekillendikten sonra birkaç eskiz yapıyorum. Eskizler genellikle kafamdaki ilk fikirlerden oldukça farklı olarak ortaya çıkıyor, ama çoğu zaman bu bana uyan bir şey. Yaratma sürecim oldukça aşamalı ve çok fazla düzeltme ve temizlemeden oluşuyor. Hiç hazırlık veya eskiz yapmadan kusursuz resimler yaratabilen sanatçılara gerçekten imreniyorum!

Arka plan sanatı, dünya yaratmada olanca önem taşıyan görünmez bir karakter gibi. Seni bu janra çeken neydi ve sence bir arka planı “başarılı” veya ikna edici kılan nedir?

Her zaman peyzaj ve ilginç binalar boyamayı sevmişimdir ve animasyon endüstrisine girmeye uğraştığım sıralarda da bu konuda, kesinlikle çizim veya karakter animasyonunda olduğumdan daha başarılıydım. Benim için basit bir karardı yani. Aynı zamanda Makoto Shinkai ve Studio Ghibli’nin animasyonlarındaki arka plan çalışmaları beni gerçekten çok etkilemişti. Şimdiyse bu stüdyoların birinde çalışıyorum! Bence bir arka planı iyi yapan (ve ne yazık ki televizyondaki animasyonların çoğu bunda başarılı olamıyor) ona “canlılık” hissini verebilmek, daha doğrusu “yaşanmışlık” hissini verebilmek. Rastgele bir şehir sokağı alıp oraya yapıştırabilirsin, hem basit hem de ucuz olur. Ama en iyi arka planlar hikâye üzerinde, orada yaşayan insanları, zamanı, o sahnede iletilmek istenen duyguları ve yer verilen unsurların arkasındaki maksadı, vs. düşünürken yaratılmış olanlar. Yani bir başka deyişle, “amaca özel” yapılmışlar.

İlk animasyonun olan Right Places’in çok hoş bir melankolisi var. Nelerden esinlendin ve prodüksiyon süreci nasıl geçti?

Sanırım Japonya’nın özünde melankolik olan bir şey var ve benim gibi dışarıdan gelen birisi bile bunu hissedebiliyor. Bu hissi ve Kobe’de tek başıma yaşarken hissettiğim birtakım şeyleri iletmek istiyordum. Hikâye birkaç kere değiştirildi (kendi başıma planladığım bazı şeyleri gerçekleştiremedim); son haliyle baştaki niyetimden birazcık daha “açık uçlu” ve karamsar oldu. Animasyonun tamamını elle, kalemlerle kâğıt üstünde, arka planların tamamını da dijital olarak Photoshop’ta yaptım. Ondan sonra da animasyonu Photoshop’ta temizleyip renklendirdim; tamamını da After Effects’te bir araya getirdim. Daha bunlara başlamadan önce de tabii ki bayağı fazla hazırlık çalışması, yapılan yer keşifleri, eskizler, geliştirmeler vardı. Fakat tüm bunlara rağmen hâlâ tam olarak ne yaptığımdan emin olamadığımdan her şeyi test edebilmek için ilk olarak kısa, 30 saniyelik bir fragman hazırladım. Toplamda asıl metrajı yapmak aşağı yukarı sekiz ayımı aldı ve oldukça zorlu, günlük çalışmalardan oluştu.

Image
Image

Bicycle Boy serisine gelen tepkiler seni şaşırttı mı? Whisper of the Heart’ta seni o ilk resmi çizmeye iten neydi?

Tokyo’nun hemen dışında, Whisper of the Heart’a ilham olan yerleri görmeye gittim. Filmin şehri kullanışı, onu olduğu gibi değil de olmasını istediğimiz gibi resmedişi çok hoşuma gitmişti. Bu benim çalışmalarımda hep yapmaya çalıştığım bir şey olduğu için asıl yerleri görmem benim için şarttı. Oradayken dik bir yolu bisikletiyle çıkan genç bir çocuk gördüm ve bu sahneyi resmetmeye karar verdim; o zamana kadar zevk için suluboyayla çalışmalarıma başlamıştım. Ortaya çıkan resim o zamana kadar yaptığım tüm öbür çalışmalardan daha çok tutuldu, o yüzden ben de bu yönde daha fazla çalışmaya karar verdim. Bu da 10 parçalık bir suluboya serisine dönüştü; o seri de sonunda Studio Ghibli’nin kitabında yer aldı. Bu beni bayağı şaşırttı!

Ma-Jik’ten Bicycle Boy ve Cold in Yokohama serilerine, kişisel çalışmalarında oldukça sevimli ve hatırlanır karakterler yarattın. Bir karakter yaratırken nelere dikkate ediyorsun?

Çoğu zaman enteresan bir suratla başlıyorum ve oturup bir karakter eskizi çıkarıyorum. Genellikle bunlar yalnızca defterimde kalıyor, ama bazen beraberinde bir hikâye de geliyor ve nasıl oluyorsa bir şekilde bu karakterin kim olduğunu bilebiliyorum. Buradan yola çıkıyorum. Hikâye yaratmanın kurallarını çok nadiren takip edip A’dan Z’ye her şeyi planlıyorum. Aslında bitirene kadar hiçbir zaman bir parçanın sonunda ne olacağını bilmiyorum. Bu posta kutusunun nerede olacağına karar vererek ev inşa etmeye başlamak gibi bir şey.

Image
Image

Çalışmalarının tümü dijital ve analog arasında uyumlu bir denge yakalıyor. Aynen çalışmalarında da yer bulan modern Japonya’da, eski ve yeninin arasında olduğu gibi. Bize bu dengeden biraz bahsedebilir misin? Bunu nasıl gözlemleyip yakalıyorsun?

Japonya, detayların ülkesi. Her yerde çok fazla şey var: eski şeyler, yeni şeyler, binalar, sokaklar, yerler, renkler; hepsi birbirine karışmış. Üzerinde çalıştığım parçanın hikâyesi ve tonuna göre bunların arasından ihtiyaçlarıma uygun unsurları özenle seçiyorum. Daha modern, beton bir ıssızlık istiyorsam Tokyo’dan kullanılabileceğim çok seçenek var, ama biraz daha melankoli istiyorsam, hâlâ ararsan bulabileceğin daha eski binaları ve nostaljik manzaraları tercih edebiliyorum. Asıl önemli olan insanın gerçekten bakıp etrafını görmesi, hatırlaması, analiz etmesi ve anlaması. Ama bu sürekli, yürürken bile akıllı telefonlarımıza bakmaktan gittikçe daha az yaptığımız bir şey. (Japonya’da gerçekten çok büyük bir sorun.)

Çalışmalarının büyük bir çoğunluğu çektiğin fotoğraflardan veya günlük hayatından karelerden yola çıkıyor. Seni belirli bir sahneye veya manzaraya çeken nedir?

Aslında fotoğraflar konusunda bunun daha çok tersi oluyor. Çok fazla fotoğraf çekiyorum ve bunları kaynak olarak saklayıp çalışmalarımda biraz daha gerçekçiliğe ihtiyaç duyduğumda ilham kaynağı olarak kullanıyorum. Fotoğrafları direkt olarak çalışmalarımda çok ender kullanıyorum. Bir Japon’a sıradan görünebilecek şeyler kullanmaya karar veriyorum, ama bunlar benim için günlük manzaraların büyüleyici detayları oluyor. Bu da bir yabancı olmanın artısı olsa gerek; buradaki şeylere alışık olmadığımdan, ilginç olabilecek öğeleri daha kolaylıkla fark edebiliyorum.

Teknik sürecin konusunda çok açıksın; eğitici videolar, ufak sırlar, kullandığın materyalleri paylaşıyorsun ve internet üzerinden de oldukça aktif ve takipçilerinle iletişim halindesin. Neden böyle bir bağ kurmak istedin? Bu senin için neden önemliydi?

Başka sanatçıların çalışmalarından ve genel olarak da internetten çok fazla şey öğrendim; kendi kendime öğrendiklerimi de paylaşmak her zaman hoşuma gitmiştir. Eğitici videolar hazırlamak, YouTube’da bir şeyleri izah etmek benim için mantıken bundan bir sonraki adımdı. Bu aynı zamanda illüstrasyonlarımı hazırlamanın ne kadar düşünce, zaman ve efor gerektirdiğini göstermeme de imkân sağlıyor. Bir de potansiyel takipçilerimle aramda doğrudan bir iletişimin olması bence yapmak istediğim sanatı yapabilmeme olanak sağlayabilecek sayılı yöntemlerden bir tanesi. Değeri sadece kazandığı para olmayan ve yalnızca eğlenceyle sınırlı olmayan hikâyeler anlatmak, resimler çizmek istiyorum.

Image
Image

Sitende her zaman çalışmalarından tam olarak memnun kalmadığından da söz ediyorsun. Çıldırmadan bunun nasıl üstesinden geliyorsun?

Gelmiyorum. Neredeyse sürekli olarak becerilerimin eksikliğinden ve çalışmalarımın üretmek istediğim idealden hâlâ oldukça uzak olmasından bıkmış bir haldeyim. Bazen bu çok zor olabiliyor ve daha fazlasına dayanamayacak gibi oluyorum, ama çoğu zaman da bu bıkkınlık, beni bu sefer işi doğru yapabilmek için denemekten vazgeçmememi sağlıyor. Bu yüzden (umarım) gittikçe daha iyi işler yapıyorum.

Şu anda stüdyoda neler üzerine çalışmaktasın?

Başka illüstrasyon serileri düşünüyorum, ama çizgi roman veya animasyonla hikâye anlatımı yapmayı da çok istiyorum. Ne yazık ki şu anda benim çalışma stilimi Japon animasyon endüstrisinde hayata geçirmek çok zor ve bu yüzden gelecek için sevenlerimin yardımına güveniyorum. Kronik bir şekilde zaman yoksunluğundan mustaribim. Örneğin şu anda yönetmen Makoto Shinkai’nin bu yıl çıkacak yeni filmi için haftada altı gün stüdyoda arka planları hazırlıyorum.

Image
  1. Emek ve içtenlik: Mateusz Urbanowicz

    “Değeri sadece kazandığı para olmayan ve yalnızca eğlenceyle sınırlı olmayan hikâyeler anlatmak istiyorum.”

  2. Bant Mag. sunar: Mevsimler – Fasıl I

    Yıl boyunca Suriye’den ve Türkiye’den sanatçıları bir araya getirecek dört sergiden oluşan sergi serisi "Mevsimler"in ilk ayağı "Fasıl I", 30 Nisan Cumartesi günü Bant Mag. Mekân’da açılıyor. "Mevsimler - Fasıl I", bir yıl önce İstanbul’a gelen ve burada yaşamaya başlayan sanatçı Imad Habbab’ın karışık teknikle ürettiği desenlerini, oyuncu Hare Sürel’in ilk kez izleyiciyle buluşacak resimleriyle bir araya getiriyor.

  3. Savaşa ve politik çekişmelere üstün gelen sanat aşkına: ArtHere

    2016 yılı boyunca Bant Mag. Mekân’da izlenebilecek Mevsimler sergi serisindeki yol arkadaşımız, komşu mekân ArtHere’ın kurucusu Suriyeli sanatçı Omar Berakdar’a göre, “sanat ve insanlık, milletlerin, ülkelerin ve sınırların çok ötesinde”...

  4. Şehirlerin hikâyelerini insanlarından ve binalardan dinleyin: Imad Habbab

    30 Nisan’da Bant Mag. Mekân’da açılacak Mevsimler – Fasıl I sergisinde işlerini izleyeceğimiz sanatçı Imad Habbab’la ona ilham veren unsurlar ve günlük düzeydeki sanatsal üretim ihtiyacı üzerine konuştuk.

  5. Kendiliğinden oluşan bütün: Hare Sürel

    30 Nisan’da Bant Mag. Mekân’da başlayacak Mevsimler - Fasıl I sergisinde çalışmalarını göreceğimiz sanatçı ve oyuncu Hare Sürel’le resimle yenice başlayan yolculuğu ve kâğıtlara taşıdığı dünya.

  6. A’dan Z’ye: John Carpenter

    İkinci albümü öncesinde, filmlerinden video oyunu tutkusuna her şeyiyle John Carpenter karşınızda.

  7. Her şeye rağmen turne: Ucuz atlatma hikâyeleri

    Çeşitli doğal afetler, kazalar ya da hırsızlıklar sonucunda ekipmanlarından olmuş ama yine de turnesine devam edebilmiş; bir başka deyişle “ucuz atlatmış” 10 ismin hikâyelerine buyurun.

  8. Aklına değil hislerine güvenen topluluk: Liima

    Casper Clausen’le, dört farklı şehirde ortaya çıkan ilk Liima albümü üzerine...

  9. “Tüm kapılar Bob’a çıkıyor”: Xiu Xiu’yla Twin Peaks üstüne

    "En karanlık karanlığı, tuhaflık ve garip bir şefkatle" birleştirmek...

  10. Güneşten en uzakta: İpek Görgün’den Aphelion

    Müziğin yanı sıra, şiir ve fotoğraf alanında da çalışmalar yapan İpek Görgün’le disiplinlerarası sanatı, ses ve sessizliği, gürültünün cazibesini ve yeni albümü Aphelion’u konuştuk.

  11. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  12. 35 maddede 35. İstanbul Film Festivali

    Her yıl nisan ayının ortasına muazzam bir sinema coşkusuyla gelip yerleşen İstanbul Film Festivali, kısalan süresi ve çoğalan salon sayısıyla 200’ü aşkın filmi 7-17 Nisan tarihleri arasında 35. kez İstanbullu sinemaseverlerin önüne seriyor.

  13. Animasyon dehlizlerinden: Kaçırmanız muhtemel beş Japon animesi

    İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek Belladonna of Sadness ilhamıyla yola çıkılmış bir mini seçki.

  14. Brooklyn’i mesken tutan 10 film

    Nick Hornby’nin İrlanda ve Brooklyn arasında mekik dokuduğu senaryosuyla yürekleri burktuğu Brooklyn bu ay gösterime girerken, yolu bu yerden geçmiş tüm film kahramanlarının kapısını çalmak boynumuzun borcuydu.

  15. Affetmenin Bedeli: A Girl in the River

    Pakistanlı yönetmen Sharmeen Obaid-Chenoy’un Oscarlarda 2015 En İyi Kısa Belgesel Ödülü alan filmi A Girl in the River: The Price of Forgiveness, “bağzı” şeylerin hâlâ iyiye gidebileceği umudunu veriyor.

  16. Nisan ayı vizyonu: Iskalanmaması gereken filmler

    İstanbul Film Festivali’nde bir bombardıman şeklinde iyi filme doyacağımız bir gerçek ama nisan ayı vizyonu da uzun zamandır yolunu gözlediğimiz çok sayıda filme ev sahipliği ediyor, kaçırmamak lazım.

  17. Kara Şövalye (sonunda) dönüyor: Batman v Superman

    “Hatırlamanı istiyorum, Clark. İleride, gelecek yıllarda, en özel anlarında. Elimi senin gırtlağında hatırlamanı istiyorum. Seni yenmeyi başaran tek adamı hatırlamanı istiyorum...”

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler