Müziğin yanı sıra, şiir ve fotoğraf alanında da çalışmalar yapan İpek Görgün’le disiplinlerarası sanatı, ses ve sessizliği, gürültünün cazibesini ve yeni albümü Aphelion’u konuştuk. 


İlk albümü Aphelion’u geçen ay yayınlayan İpek Görgün, ilk gençlik yıllarında Ankara’nın yeraltı müzik sahnesinde yer alan gruplarda başlayan serüvenini 2000’lerde İstanbul’a taşıdı. Sürekli evrilen müziğini zaman içinde çok boyutlu derin bir elektronik yapıya kavuştururken, ses, sessizlik ve gürültü üzerine akademik çalışmalara başladı. Bilkent Üniversitesi’nde siyaset bilimi okuduktan sonra, Galatasaray Üniversitesi’nde felsefe dalında yüksek lisansını aldı ve bugün de İTÜ MİAM’da sessel sanatlar doktorasını sürdürüyor.

Özgeçmişinize baktığımda Ankara’nın Aşağı Ayrancı semtinde büyüdüğünüzü öğrendim. Hemşehri olmamızın yanı sıra, aynı mahalleden olduğumuz anlaşılıyor. Sakin ve samimi bir atmosferi vardı o mahallenin. SSK İşhanı’nın içindeki Baraka adlı bara sık gider, yerel grupları dinlerdim. Siz de orada 17 yaşındayken Four Handle One Scandal adında bir ska-punk grubunda davul çalarak ilk konserinizi vermişsiniz. 17 yaşına gelene kadar müziğe ilginizi yönlendiren temel etkenler nelerdi?

Evet, hemşehriyiz ve aynı mahalledeniz! Hoşdere Caddesi’ndeki parkın karşısında oturuyorduk biz de, sonradan Çankaya’ya taşındık; ama çocukluğumda Ayrancı’nın apayrı bir yeri var. Hâlâ Hoşdere’deki son duraktan geçerken duygulanırım. Baraka da çok güzeldi; gittiğim ve hatta çaldığım zamanlarda 18’imi doldurmamıştım. Hanın karşı tarafındaki Limon’u da sayarsak, öğrenci pasosuyla girebildiğim iki yerden biriydi.

Başlangıçta ailem, okuduklarım ve arkadaşlarım, müzik ilgimin şekillenmesinde önemli rol oynadı. Evde ağırlıklı olarak Türkçe ve yabancı pop, TSM, Halk Müziği ve Klasik Batı Müziği dinlenirdi. Benim favorilerimse Nilüfer, Seyyal Taner, Coşkun Sabah, Michael Jackson ve Elvis Presley’ydi. 12 yaşındayken kuzenim beni grunge’la tanıştırdı. 1997 civarında Shades ve Hayri Müzik’e gitmeye başladım, oradan Stüdyo İmge kitapları, fanzinler, demolar derken rock müzikle daha içli dışlı hale geldim.

İlk L7 dinlediğimde ise 13-14 yaşlarındaydım. Sonrasında Hole ve 7 Year Bitch geldi. Böylece punk rock’a kadınlar üzerinden geçiş yapmış oldum; devamında İngiliz, Amerikan ve Alman punk gruplarının albümlerini toplamaya başladım. Çiğ ve düşük kaliteli seslere olan sevgimse beni nihayetinde İsveç crust’ına ve eski usûl hardcore’a getirdi. Çok yakın bir arkadaşımın black metal ve grindcore tutkusu da müzikal anlamda çok şey kazandırdı. Siz de bilirsiniz; o zamanlar Ankara’da sokakta ve parklarda sosyalleşilirdi. O yüzden buralarda tanıştığım arkadaşlarımın da bana çok şey öğrettiğini düşünüyorum.

DİSİPLİNLERARASI ÇALIŞMANIN ÇOK BOYUTLU SONUÇLARI

Siyaset bilimi eğitimi, felsefe yüksek lisansı ve şimdi de sessel sanatlar doktorası… Yine kendime bir yakınlık hissettim. Ben gazetecilik okuyup, siyaset bilimi yüksek lisansı yaptım; bunu müzik yazarlığıyla buluşturup iyi bir denge sağladığımı düşünürdüm hep. Elbette müzik yapmak çok daha farklı bir durum ama şunu merak ediyorum: Siyaset ve felsefe eğitiminin bugün yaptığınız müzik üzerinde dolaylı ya da doğrudan etkileri oldu mu?

Öncelikle disiplinlerarası çalışmak hakikaten zormuş. 16 akademik yılın sonunda ancak bunu söyleyebilirim; ki öğrenim geçmişinizden dolayı derdimi anlıyorsunuzdur. Siyaset biliminden sonra felsefe, devamında sessel sanatlar okumak başta biraz alakasız duruyor; ama sessel sanatlar çalışırken bir anda teknoloji tarihini araştırabiliyorsunuz, bu da sizi siyaset tarihi, felsefe ve bilim tarihine yöneltebiliyor. İki örnek vereyim:

Endüstri devriminin üzerinden insanların dinleme biçimlerine bakarken fabrikalardaki gürültü oranları ve yeni teknolojilerin yarattığı gürültüler devreye giriyor. Tarih okuması yaparken insanların seslerle ilişkisi siyasi bir bağlama oturmaya başlıyor: makinelerin, trenlerin, radyoların sesleri ve çalışanların ürettiği sesler… Bu seslerin iletilme biçimlerini tartışmaya başlıyoruz; böylece yeniden üretim ve temsil gibi konular, işin felsefi boyutta da tartışılmasına alan açıyor.

Başka bir örnek de ses algısı üzerinden verilebilir; beyinde seslerin nasıl algılandığını araştırmak için yola çıkarken konunun teorik boyutu da konuşuluyor; zaman-mekân algısı, hafıza ve içerik problemleri başlıyor, ki bunları hem felsefe hem de psikoloji üzerinden incelemek mümkün. İşin içine bir de deneyim ve bedensellik aşamaları eklendiği takdirde maruz kalan/maruz bırakan tartışması karşımıza çıkabiliyor; bu da tercihe göre bizi siyasete ve felsefeye götürebilir.

2000’lerde Ankara’da kurduğunuz avangart rock grubu Bedroomdrunk’ta yaklaşık 11 yıl boyunca vokalist ve bas gitarist olarak yer aldınız. O dönemde yaptığınız müziği dinlediğimde köklerini punk, doğaçlama ve psikedelik rock’tan alan sert ve güçlü bir sound çıkıyor karşıma. O noktadan bugünkü solo elektro-akustik kayıtlara geçişiniz nasıl oldu ve o dönem size neler kazandırdı?

Psikedelik rock’tan ziyade, punk/post-punk ve Seattle rock’ının etkisi sanki daha fazlaydı bizde. Öte yandan, enstrümanlarımıza tam anlamıyla hâkim değildik. Parçaları yazarken, sahneye çıkarken hep sıfırdan başlıyorduk ve bu heyecan bizim müziğimize yansıyordu; çünkü sürekli bir şeyler keşfedip hızla paylaşıyorduk.

Elektronik müziği üniversiteden itibaren dinlemeye başlamıştım ve bilgisayarın deneysel müziğe ciddi anlamda dahil olduğunu görmüştüm; ama kafamda net bir fikir yoktu. Bir süre Bedroomdrunk’tan İlker Cece’yle Coquelicot’da çaldık ve ikimiz de Fruityloops ve Cubase’le haşır neşir olduk. O sıralar Mehmet Kemaloğlu’yla Slowcore Sunset’i de devam ettirdik, bu defa da işin içine Logic girdi. Sonrasında Osman Kaytazoğlu ve Erdem Dicle’yle Oliva Gray Away/Vector Hugo projeleri başladı. Ben hâlâ bas gitarın tını açısından olanaklarını araştırırken, 2009 yılı itibariyle Osman da algoritma kavramını hayatıma komple sokmuş ve böylece başımı yakmış oldu! 

Bedroomdrunk ise bana icracı ve besteci olarak çok şey kazandırdı. Şu an malzeme ve katmanlar üzerine daha fazla düşünsem de, sıfırdan başlama duygusunu hiç bırakmadım. O dönemlerde edindiğim doğaçlama pratiği sayesinde sesle uğraşırken net bir plan yerine içgüdülerimle ilerleme imkânım oluyor. Ayrıca hatalardan yeni malzemeler ve fikirler çıkarmayı öğrendim; zira hâlâ bir sürü hata yapıyorum ve çalışırken tıkandığımda bunlar yolumu açabiliyor.

SONIC YOUTH’LA İLE GÜRÜLTÜYÜ KEŞİF

Gürültünün de güzel olabileceğinin farkına ilk ne zaman vardınız?

Lisedeyken istemsiz bir şekilde hep daha gürültülü parçalara yöneliyordum; ama bunun tam anlamıyla farkına varmam ve adını koymam, Sonic Youth’un 16 yaşındayken dinlediğim Sister albümüyle oldu.

Image

İlk albümünüz Aphelion standart dışı kullanılan sesler ve ritim bozukluklarıyla dokunan bir tür ambient noise. Tam olarak içine girebilmek için ya yalnız olmayı gerektiriyor ya da birden fazla kişi varsa birbirlerinden soyutlanmaları için sesin yüksek olduğu karanlık bir mekânda bulunmayı talep ediyor. Bunu fark ettiğimde yüksek lisans tezinizin konusuyla bir bağlantı kurdum ister istemez. “Heidegger’in Varlık ve Zaman’ında Beraber ve Yalnız Olmanın Sessizliği” üzerine çalışmışsınız. Aphelion’u dinleme deneyimimden yola çıkarak onu bu çerçevede değerlendirebilir miyiz?

Tezim Heidegger’in beraber ve yalnız olan/olmak kavramlarında sessizliğin yeri üzerineydi.  Heidegger için sessizlik, durmak bilmeyen gündelik sohbette de bizi yakalayabilir; bazen bir insan saatlerce konuşur ama aslında hiçbir şey söylemez. Bir yandan da sessizlik, hiçlikle ilişkilidir ve varlığın gündelik yaşamdan, genelgeçer kimliklerden ve tanımlardan farklı olan otantik varoluşunun çağrısını duyabilmesi için gereklidir.

Benim sorguladığım şey ise, gündelik yaşantıda sessizliğin ani müdahaleleriydi. Sohbet esnasında “öteki”yle beraberken yaşanan garip sessizlikler, varoluşun (Heidegger için) en kritik anlarında geride kalanların birbiriyle kurduğu iletişimdeki sessizlik gibi. Günlük, genelgeçer olma haline rağmen bu tarz sessizliklerin de aslında kökenini hiçlikten aldığını, bu garip sessizliklerin günlük varoluşu bir anda kesintiye uğrattığını ve bizi ansızın boşlukla yüz yüze bıraktığını düşünüyorum.

Bunu albümüme bağlamam ise haddimi aşmak olur. Müzikal deneyimin duygusal bağlamda son derece kişisel olduğuna inanıyorum. Bu konuda kendimce söyleyebileceğim tek şey, beste yaparken her bir sessizlik anı için düşündüğüm ve sessizliğin bazen birçok sesin içinde de bulunduğunu hissettiğim yönünde olabilir.

Ses, sessizlik ve gürültü ekseninde gelişen bir müzik yapıyorsunuz. Ses ve gürültünün dışında bir müzisyen olarak sessizliğe merakınız nereden kaynaklanıyor? Sylvain Chauveau’yla kısa bir süre önce yaptığım röportajda bu soruma, “Sessizliğin içinde yanlış bir ses yok. Belki de bir mükemmellik formu ya da onun illüzyonu veya meditasyon şekli” diye yanıt verdi. Sizinkini merak ediyorum.

Burada ben de bir alıntı eklemek isterim. John Cage’in dediği gibi, mutlak sessizlik diye bir şey yok; her şey sussa kalp atışımız, kulak çınlamalarımız var. Peki sessizlik sürekli form değiştirebiliyorsa, bir an görüntünün tamamı, bir an negatif alan ya da bütün varlıkların var olmasını sağlayan sonsuz bir yokluk haline gelebiliyorsa, onu nasıl tanımlayabiliriz?

Sessizlik, koşullara bağlı olarak kabul veya ret anlamlarını taşıyabiliyor. Yaratıma imkân veriyor; ama bizi yıkma gücüne de sahip. Tam yakaladığımızı sandığımız anda ise sessizliği kaçırıyoruz. Onu bir şekilde hissedebiliyoruz, hakkında konuşabiliyoruz; ama net bir şekilde tanımlayamıyoruz, çünkü sürekli fonksiyon ve biçim değiştiriyor. Bu meditasyonda da yaşanan bir durum aslında, içinde bulunduğumuz anı tanımlamaya başlar başlamaz onu yitiriyoruz. Sanırım sessizlikle ilgili beni cezbeden şeylerin başında bu geliyor.

Bir de canlı çalarken özellikle kontrol etmesi zor olan bir şey var. Çok yüksek volümlere geldiğinizde ses etrafınızı kuşatmaya başlıyor ve duyduklarınız kulaklarınızı öylesine dolduruyor ki kendi içinizde çok sessiz olduğunuz anları yakalamaya başlıyorsunuz. Bu durumda maruz kaldığınız gürültü bile olsa, sonunda sizi sessizliğe sürükleyebiliyor.

SESSİZ OLAN FOTOĞRAF MIDIR, FOTOĞRAFA BAKAN MI YOKSA ONU ÇEKEN Mİ?

Brian Eno ise, “Müzikte sessizliğe yer vermemek, bir resimde hiç siyah ya da beyaz renk olmaması gibi” diyor. Aynı zamanda fotoğraf da çektiğiniz için, müziğinizi bu şekilde renk skalasında görsel olarak hayal ettiniz mi hiç? Prodüktörlerin sesle ürettiğini görsel sanatçı olarak ürettiği materyalle buluşturması son derece ilginç geliyor bana. Bu teknolojik transformasyona bakışınız nasıl?

Yaklaşık 10 yıldır fotoğraf çekiyorum ve bununla ilgili çok fazla sorum var. Asla geri dönemeyeceğimiz, tekrarı olmayan ve belki de detaylarını yavaş yavaş unutacağımız bir anı çerçeveye alıp sabitliyoruz; ama çoktan yazılmış bir metinde olduğu gibi, fotoğraf da kendisini yeniden üretiyor. Bizse ona yeni anlamlar atfediyoruz, yeni açıklamalar getiriyoruz. Fotoğrafın geçtiği teknik aşamalardan ve içeriğinden bahsetmiyorum bile; öznelerimiz var, “buraya bak” diyoruz. Bu aşamada sessizliğin hangi durumundan bahsedebiliriz? Sadece bakmadığımız anlarda mı fotoğraf sessizdir, yoksa bu durum kendini yeniden doğurma sürecinde de devam eder mi? Peki sessiz olan fotoğraf mıdır, fotoğrafa bakan mıdır, yoksa fotoğrafı çeken midir?

Ses ve görsel birleşimini ise çok sevsem dahi, uygulamada şüpheyle yaklaşanlardanım. Sesle tam anlamıyla iç içe geçmediği takdirde deneyimin görsel ağırlıklı olma ihtimali var. Tersi durumda da sesin görsel üzerinde hâkimiyeti gerçekleşebilir. Dengeyi tutturmak zor olabiliyor.

GÜNEŞTEN EN UZAK NOKTADA YARATILAN ALBÜM

Aphelion’un soyut bir soundu var; denizin derinliği ya da sonu olmayan bir boşluk duygusu yaratıyor bende. Canlı çalarsanız performansınıza görsel eşlik edecek mi? Edecekse ekranda ne yer alır, ne yer alamaz?

Başka sanatçılarla çalıştığım sesli-görsel projeler, film müzikleri vs. hariç; solo konserlerimde görsel kullanmıyorum. Halihazırda göz odaklı bir dünyada yaşıyoruz, iletişimimiz, kullandığımız günlük teknoloji, hepsi gözü merkez haline getirmiş durumda. Sürekli bakıyoruz ve seyrediyoruz. Sahnede de genellikle büyük ifadeler veya hareketler kullanmadığım için aslında icracı olarak devamlı izlenecek bir görsellik sunmuyorum. O an ben de bir dinleyiciyim ve oradaki dinleyiciden tek farkım, sisteme giden sesleri mekân akustiği izin verdiği müddetçe kendi ekipmanım üzerinden biçimlendirebiliyor olmam.

Albüme verdiğiniz isim Aphelion, gökbilimde güneş çevresindeki eliptik bir yörünge üzerinde güneşten en uzak nokta. Şarkılarınızdan “Kairos”, Yunan mitolojisinde Fırsat Tanrısı. “Fata Morgana”, serap ya da optik yanılgı. “Lethe”, Yunan mitolojisinde yeraltı dünyasında akan nehirlerden biri. “Martyr”, inancı ya da davası için ölen kimse. “Dendrite”, taş üstünde bulunan ağaç şekli…  Bütün bu isimleri gördükten sonra albümün felsefi temelini düşünüyorum. Sonuçta vokalsiz, enstrümantal bir kayıt; elbette herkesin kendine göre bir yorumu olabilir ama sizin çıkış noktanızı duymak isterim.

İçerik konusu hakkında uzun süredir düşünüyorum. Özellikle şarkı sözüne veya sesin kaynağına aşinalığımız olmadığında parçalar bize muazzam bir alan yaratıyor: Ne dinliyorum, duyduğum sesin kaynağı ve anlamı nedir? Bu esnada deneyimimizi yorumlamak için bestecinin sunduklarından daha öteye geçmemiz, seslerle daha kişisel bir ilişki kurmamız gerekebiliyor. O zaman ya seslerle onlara hiçbir anlam atfetmeden, dolayımsız bir ilişki kuracağız ya da geçmiş tecrübelerimiz ve ses hafızamız harekete geçecek; biz de duyduklarımızı çağrışımlar üzerinden yorumlayacağız.

Bu açıdan bakınca besteciyle dinleyici arasında da tatlı bir gerilim ortaya çıkıyor. Parçaların hepsinin bir başlığı var; ama bu başlıkların benim dünyamdaki açıklaması, dinleyicinin yorumlarından daha farklı olabilir. Mesela “Lethe”nin çıkış noktası Yunan mitolojisi olsa dahi sonunda vardığım yer, unutma kavramı ve duygusuydu, ki Baudelaire’in aynı isimli şiiri ve Dante’nin İlahi Komedya’sı da buna eklenebilir. Ama “Lethe”nin dinleyicideki karşılığı bambaşka anlam, hikâye veya anılara tekabül edebilir. Hatta dinleyici, başlığa aldırış tamamen seslere odaklanıp hiçbir yorum eklemeden müziği deneyimleyebilir.

Albümdeki parçaların sessel dünyası birbirini tamamlıyor. Böyle süreçlerde gayri ihtiyari ortaya çıkıyor bu; ama seslerin işlenme biçimi, içerik ve yapı açısından pek alakaları yok. Onları bir arada tutan ise aynı dönemde bestelenmiş olmaları. Önceden tamamlamış olduğum “Bloodbenders” ve “Kairos”u saymazsak, materyali toplamam üç buçuk yıl sürdü ve düzenleme/miks sürecinde yaklaşık dört ay boyunca zaruri ihtiyaçlar dışında dışarı çıkmadım; bir yandan da doktora eğitimim devam ettiği için sürekli çalıştım, sosyal bağlarım da neredeyse sıfırlandı. Gece çalışma gündüz uyku düzenine geçtiğim için bu dönemde güneşten en uzak olduğum noktayı ilk defa tecrübe ettim. Aphelion başlığı da bu tecrübeden çıkmış oldu.

Image

MÜZİĞİN İÇİNDE YENİ YAPILARA DÖNÜŞEBİLEN SESLER

Soundcloud sayfanızda dinlediğim “Antilop” adlı şarkınızda ormana dalıp hayvanları katleden avcılar ve kurban edilen hayvanların acılarına dair insan sesi örnekleri var, önceki yıllarda da var bu tür kayıtlarınız var ama Aphelion’da yok. Acaba albüm yeryüzünü değil de yeraltını ya da uzay boşluğunu hissettirdiği için mi diye düşündüm. Bir nedeni var mı bu tercihin?

Aphelion, bende daha çok güneş ve uzaklık temalarını çağrıştırıyor. Güneşin nesneleri ve kişileri birbirinden ayıran, analitik bir karakteri var; ama karanlık başladığında insanlar, hayvanlar, yer şekilleri ve doğanın birbirine karıştığını, yaklaştığını düşünüyorum. Ayrıca karanlık bastırınca güvenlik duygumuz zayıflayabilir; buna karşın güneşe olan mesafemiz bize alışılmadık biçimde huzur verebilir.

Besteleri yaparken kullandığım tek canlı sesi, “Nightingale”deki boşboğaz kuşunun kayıtlarına aitti; fakat onun da karakterinden uzaklaşmasını ve diğer seslere karışmasını istedim. Aşina olduğumuz bazı gösterge sesler duyulduğunda, kulağımız önceliği onlara veriyor ve bütün deneyim bu algının üzerine kuruluyor, ki bu da seslerin birbirine karışmasını zorlaştıran bir durum. Dolayısıyla bireysel karakterine rağmen müziğin içinde katmanlara karışan ve yeni yapılara dönüşebilen sesleri kullanmayı tercih ettim.

“Antilop”ta ise belgesel ve haber bülteni kayıtlarını kullanmıştım. Parçadaki anlatıcı, avcı konumundaki bir aslanın antilop sürüsüne saldırısını aktarıyor. Ortaya çıkan manzara bir katliamı anlatsa da dinlerken ilk dikkati çeken ritmik yapı, belirgin ses iniş-çıkışları, insan ve hayvan sesleri oluyor. Yani hayvan sesini silah sesiyle veya insan sesini davul sesiyle karıştırmıyoruz; çünkü sesin kaynağından büyük ihtimalle eminiz ve içeriği bunlar üzerine kurguluyoruz. Peki bu katliam sahnesi bize ne anlatıyor kısmında ise, topu yine dinleyiciye atıp kenara çekilsem daha iyi olur sanki.

Müzik ve fotoğraf dışında şiirle de yakından ilgilisiniz. Size ait en sevdiğiniz şiiri bizimle paylaşır mısınız?

Affınıza sığınarak bugün yazdığım değil, yazamadığım dizeleri paylaşmak isterim:

“İterken varlığım gövdemi ölüme,

Ölüm beni yeryüzüne iteler.”

(Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Artı Güç”)

Böyle dizeler üretmeyi bir gün başarırsam, o ana dek yazdığım her şeyi çöpe atacağım.

Türkiye’de deneysel, avangart müziğe ilgi oldukça sınırlı ama yaptığınız müzik bu konuda endişe duymayı bir kenara bıraktığınızı gösteriyor. Sizin gibi müzisyenleri çok takdir ediyorum. Hedeflerinizi belirlerken size yol gösteren ilkeler var mı?

Çok teşekkür ederim. Müziğe katılım artabilir, azalabilir. Bir gün doldurduğunuz salonda bir ay önce beş kişiye çalmış olabilirsiniz. Müziğiniz sevilse bile insanlar sürekli sizi takip etmeyebilir, her konserinize gelmeyebilir. Buradaki yaşam koşullarını da düşününce, herkesin her an size ilgi göstermesini bekleyemezsiniz. 

Tabii ki yapılan müzikal tercihlerin ağır bir bedeli var. Maddi anlamda refah pek yok; sözü verilen ödemelerin geç yapıldığını, hiç yapılmadığını veya eksik yapıldığını da yıllarca gördüğüm oldu. Bu durumda eğer düzenli talep yoksa ve müzikten kazandığınıza muhtaçsanız, yedek bir planınızın olması gerekir. Şu an burslu okuduğum için bu problemleri biraz olsun öteleyebiliyorum; ama yolun sonunda beni de neyin beklediğini bilmiyorum açıkçası.

Özellikle benimsediğim bir ilke yok; ama unutmamaya çalıştığım birkaç nokta var. Dinleyiciyle iletişim kurarken vıcık vıcık olmayan samimiyete özen gösteriyorum. Bazen dile getirmeseler de insanların samimiyetsizliği çok rahat hissedebildiğini düşünüyorum. Ayrıca işimi dünyanın en önemli konusu gibi görmemeye ve kişiliğimi yaptığım işin önüne geçirmemeye dikkat ediyorum. 

Güzel söyleşi için teşekkür eder, albüm için tebrik ederim.

Rica ederim, ben teşekkür ederim. 

 

  1. Emek ve içtenlik: Mateusz Urbanowicz

    “Değeri sadece kazandığı para olmayan ve yalnızca eğlenceyle sınırlı olmayan hikâyeler anlatmak istiyorum.”

  2. Bant Mag. sunar: Mevsimler – Fasıl I

    Yıl boyunca Suriye’den ve Türkiye’den sanatçıları bir araya getirecek dört sergiden oluşan sergi serisi "Mevsimler"in ilk ayağı "Fasıl I", 30 Nisan Cumartesi günü Bant Mag. Mekân’da açılıyor. "Mevsimler - Fasıl I", bir yıl önce İstanbul’a gelen ve burada yaşamaya başlayan sanatçı Imad Habbab’ın karışık teknikle ürettiği desenlerini, oyuncu Hare Sürel’in ilk kez izleyiciyle buluşacak resimleriyle bir araya getiriyor.

  3. Savaşa ve politik çekişmelere üstün gelen sanat aşkına: ArtHere

    2016 yılı boyunca Bant Mag. Mekân’da izlenebilecek Mevsimler sergi serisindeki yol arkadaşımız, komşu mekân ArtHere’ın kurucusu Suriyeli sanatçı Omar Berakdar’a göre, “sanat ve insanlık, milletlerin, ülkelerin ve sınırların çok ötesinde”...

  4. Şehirlerin hikâyelerini insanlarından ve binalardan dinleyin: Imad Habbab

    30 Nisan’da Bant Mag. Mekân’da açılacak Mevsimler – Fasıl I sergisinde işlerini izleyeceğimiz sanatçı Imad Habbab’la ona ilham veren unsurlar ve günlük düzeydeki sanatsal üretim ihtiyacı üzerine konuştuk.

  5. Kendiliğinden oluşan bütün: Hare Sürel

    30 Nisan’da Bant Mag. Mekân’da başlayacak Mevsimler - Fasıl I sergisinde çalışmalarını göreceğimiz sanatçı ve oyuncu Hare Sürel’le resimle yenice başlayan yolculuğu ve kâğıtlara taşıdığı dünya.

  6. A’dan Z’ye: John Carpenter

    İkinci albümü öncesinde, filmlerinden video oyunu tutkusuna her şeyiyle John Carpenter karşınızda.

  7. Her şeye rağmen turne: Ucuz atlatma hikâyeleri

    Çeşitli doğal afetler, kazalar ya da hırsızlıklar sonucunda ekipmanlarından olmuş ama yine de turnesine devam edebilmiş; bir başka deyişle “ucuz atlatmış” 10 ismin hikâyelerine buyurun.

  8. Aklına değil hislerine güvenen topluluk: Liima

    Casper Clausen’le, dört farklı şehirde ortaya çıkan ilk Liima albümü üzerine...

  9. “Tüm kapılar Bob’a çıkıyor”: Xiu Xiu’yla Twin Peaks üstüne

    "En karanlık karanlığı, tuhaflık ve garip bir şefkatle" birleştirmek...

  10. Güneşten en uzakta: İpek Görgün’den Aphelion

    Müziğin yanı sıra, şiir ve fotoğraf alanında da çalışmalar yapan İpek Görgün’le disiplinlerarası sanatı, ses ve sessizliği, gürültünün cazibesini ve yeni albümü Aphelion’u konuştuk.

  11. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  12. 35 maddede 35. İstanbul Film Festivali

    Her yıl nisan ayının ortasına muazzam bir sinema coşkusuyla gelip yerleşen İstanbul Film Festivali, kısalan süresi ve çoğalan salon sayısıyla 200’ü aşkın filmi 7-17 Nisan tarihleri arasında 35. kez İstanbullu sinemaseverlerin önüne seriyor.

  13. Animasyon dehlizlerinden: Kaçırmanız muhtemel beş Japon animesi

    İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek Belladonna of Sadness ilhamıyla yola çıkılmış bir mini seçki.

  14. Brooklyn’i mesken tutan 10 film

    Nick Hornby’nin İrlanda ve Brooklyn arasında mekik dokuduğu senaryosuyla yürekleri burktuğu Brooklyn bu ay gösterime girerken, yolu bu yerden geçmiş tüm film kahramanlarının kapısını çalmak boynumuzun borcuydu.

  15. Affetmenin Bedeli: A Girl in the River

    Pakistanlı yönetmen Sharmeen Obaid-Chenoy’un Oscarlarda 2015 En İyi Kısa Belgesel Ödülü alan filmi A Girl in the River: The Price of Forgiveness, “bağzı” şeylerin hâlâ iyiye gidebileceği umudunu veriyor.

  16. Nisan ayı vizyonu: Iskalanmaması gereken filmler

    İstanbul Film Festivali’nde bir bombardıman şeklinde iyi filme doyacağımız bir gerçek ama nisan ayı vizyonu da uzun zamandır yolunu gözlediğimiz çok sayıda filme ev sahipliği ediyor, kaçırmamak lazım.

  17. Kara Şövalye (sonunda) dönüyor: Batman v Superman

    “Hatırlamanı istiyorum, Clark. İleride, gelecek yıllarda, en özel anlarında. Elimi senin gırtlağında hatırlamanı istiyorum. Seni yenmeyi başaran tek adamı hatırlamanı istiyorum...”

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler