Cevdet Erek ve Murat Ertel’den, Subtext etiketiyle yayınlanan Davul albümünden yola çıkarak enstrümana, geleneğe ve özgür çalıma dair nefis bir sohbet.


Son dönemde müziğin yanı sıra farklı disiplinlerdeki sanatsal üretimleriyle de karşımıza çıkan Cevdet Erek, asma davulu kendine has şekilde çaldığı yepyeni solo albümü Davul’u İngiliz plak şirketi Subtext etiketiyle geçtiğimiz haftalarda yayınladı. Bu yıl kuruluşunun yirminci yılını özel bir albüm ve hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken bir turneyle kutlayan BaBa ZuLa’dan Murat Ertel ve Erek, Bant Mag. No: 57-58 için bir araya geldi ve Davul albümünden yola çıkarak, keyifli ve zihin açıcı bir sohbete koyuldu.

Image

CEVDET EREK – DAVUL: “KAPAKTA DAVUL VAR DİYE GÜLEN VAR, ANLAMIYORUM”

Murat Ertel: Davul albümünü dinledim ve çok beğendim. Ailecek dinledik hatta, çocuklar çok ilgilendiler. “Senin arkadaşın mı?”, “Yalnızca davul mu çalıyor?” gibi sorular sordular. Onlar hemen hemen bütün enstrümanları çalıyorlar ve her sabah bizi bir şey çalarak uyandırıyorlar.

Cevdet Erek: Eyvah, davulla uyanmaya hazır ol.

ME.: Gitar, saz, davul… Davul hem de darbuka. İkisi birden hem de… Batı davulu da çalıyorlar, koltuk davulu da. Sen “koltuk davulu” diyor musun?

CE: Asma davul diyorum ben. “Davul” dediğin anda herkes onu anlar aslında. Biz daha ufakken bizim çaldığımız Batılı davula bateri deniyordu ve bizim gibi tipler “davul, davul, davul” diye inat ediyorduk. Belki de yanlış yapmışızdır bilmiyorum, içinde ziller falan da var. Neyse abi, dört beş senedir benim enstrümanım bu davul olmuştu. Grup dışında pek fazla davul çalmadığım için. Son bir iki senede özellikle Otopark’ta falan çok çalıyordum. Biraz da garip çalıyorum duymuş olduğun gibi, klasik halay vs. değil. Ama tabii ki sonuçta asılan, benzer tekniklerle kullanan bir davul. Büyük bölümü genelde çaldığım gibi ritimli ama başka bir yapının altına çalmıyorum burada. Davulu zaten öyle çalmıyorum ama başka birileriyle çaldığın zaman, davul altyapıya geçiyor çoğunlukla. Altta dediğim, hiyerarşi olarak değil de, müziğin altında kalıyor gibi bazı durumlarda. Bayağı heyecanlıyım. Aralarda ufak ufak çalmaya da başlarım diye düşünüyorum. Kayıttaki parçaları biner kez dinleye dinleye hepsi benim için şarkı gibi oldu. Bazılarını aynı çalmaya da çalışabilirim kayıtla. Oradaki temalardan başlayıp başka yerlere de gidilebilir. Sonuç olarak yaz sonu itibariyle başlarım diye düşünüyorum. Ya da başka birileriyle çalınır arada yarım saat solo olur. Aslında senle de yapmıştık. Mimarlık Müzik konuşmasında beraber çalmıştık, sen de tereminini getirmiştin.

ME: Sen ilk başta masa çalacaktın ama davul-zurna gibi davul-teremin çalalım dedik. Sonrasında kayıt falan da yaptık. İleride de bir şeyler yapabiliriz bence.

CE: Onu yapmanın zemini oluşmaya başladı. Ben tek başıma çaldığımda biraz karanlık oluyor. Ama Murat komik bir adam. Mizahi bir şeyler çıkıyor. Ben Murat’ın çalışını unutmuşum. Birlikte çalınca hemen bir diyalog oluştu.

ME: Davul-zurnayı aslında ben çok severim ama bir sürü insan hiç sevmiyor.

CE: Benim bu albüm için düşündüğüm ilk başlık “Davul suçlu değil” idi. Bir de hiç hesaplamadan, Berlin’deki plak şirketinin takviminden dolayı Ramazan’a denk geldi benim albümün çıkışı. Sırf davul-zurna değil, davulun kendisini de sevmeyen çok insan var. Oradaki suçlu davul değil ama. Senin maruz kaldığın saat tercihin dışındaysa ve sana başka bir dünyayı sembolize eden bir şeyse o başka bir şey, davul değil o. Onu çalan, çalma saati, sen… Çalma şekli bile demiyorum.

ME: Saz için de aynı şekilde. Zen’de ben saz çalmaya başlarken insanlar Zen’i terk etmeye başladı. Niye saz çalarmışım? Çalıyorsam niye normalini değil de elektro sazı çalıyormuşum?

CE: Her dönem kendi kurallarını oluşturuyor. “Niye enstrümantal?”, “Niye Türkçe sözlü?”, “Niye vurmalı çalıyorsun?”…

Image

ME: Bu tür sorular çok oluyor ve onlara aldırırsan müzik yapamazsın. Bir de zamanın bir ruhu var. Zamanın ruhuyla yaparsan çok gerilerde kalıyorsun. Kafada olan şeye bir takım sansürler koyup onu yontmaya başlıyorsun. Başarı formülleri, şunlar bunlar, insanları çok fazla engelleyen şeyler. Öteki türlü müzik yapmak lazım. Cesurca hayal kurup onu gerçekleştirmek çok başka bir şey. Bu yüzden albümünü çok beğendim. Zaten bateri çalmanı çok seviyordum, davula yaklaşımını da çok sevdim. Ben de saza benzer bir şekilde yaklaşıyorum. Ne kadar hayranı olsam da Ali Ekber Çiçek gibi çalmak istemiyorum mesela. O başka bir şey. Ben onu zaten yapamam; yapmamın da pek bir anlamı yok bence. Benim kendi birikimimle saza yeni bir yaklaşım getirmem gerekiyor. Enstrümanlarla müzisyenlerin bu şekilde karşılaşması gerekiyor. Senin de bu şekilde bir albüm yapmış olman beni çok sevindiriyor.

CE: Buna hakkımız da var. Kapakta mesela yalnızca enstrüman var. Çoğu insan için o kapak, bir davul sample albümünün kapağı olabilir. Ya da sadece Anadolu’dan ritimler albümü olabilir. Herkes öyle görmek istiyor. Ben şu açıdan bakmak istiyorum; bir an için sadece iki tarafında deri olan yuvarlak bir çalgı olarak düşündüğün zaman, o davulla yapabileceğin şeyler sınırsız. Bu davul yuvarlana yuvarlana Karakurum’dan Japonya’ya bir adaya düşse, orada birisi bu davulu bulsa nasıl çalardı onu düşünmek çok zevkli. Hayat boyu ritim programlayan bir adam nasıl çalardı diye düşünmek çok zevkli. Hepimizin hayatında oluşmuş bir tortu var yani. Bu tortunun büyük bir bölümünde geleneksel müzik var. Benim o davulu elime almam Muammer Abilerle (Ketencoğlu) Balkan çalarken oldu. Ben darbuka ve bendir çalıyordum, çok alakasız bir yerden de gelmiyorum. Davullu parçalar geldi, Muammer Abi de Roman bir arkadaş ayarladı. Gittim davulu ondan satın aldım, 1999 falan. O günden beri derisini bile değiştirmedim. Davulun geleneksel çalışını duymaya, o kültürün içinde olmaya aşinayım aslında. Çalmaya demeyeyim, öyle hayatım düğünlerde çalarak geçmedi sonuçta. Diğer yandan herhangi bir sesle, herhangi bir dokuyla ritimler kurmaya da çok aşinayım. Bunun bir bölümü elektronik müzik, bir bölümü gürültü ve her türlü deneysel şeyler, bir bölümü çevrede ne varsa dinleme. O yüzden kapakta davul var, albümün adı Davul diye gülen falan anlamıyorum. Hâlâ aynı yerlerdeyiz. Çok da temel bir çalgı.

ME: Çok zaman geçiyor, bir sürü şey hiç değişmiyor. Değişse de yavaş oluyor.

CE: Bir sürü arkadaşım da heyecanla karşıladı albümü. Albümle ilgili bir paylaşım yapmıştım ve davulun diğer dillerdeki karşılıklarını yazmıştım. Hintli birisi yorum yapmış ve onların benzer bir davulunun fotoğrafını göndermiş. Japonya’dan hardcore/noise yapan birisi bana ulaştı. Böyle şeyler beni sevindiriyor yani. Ulaşması gerektiği yere ulaşıyor bir şekilde.  

Cem Kayıran: Burada araya girip albümü yayınlayan İngiliz plak şirketi Subtext’ten biraz bahsedelim istiyorum. Abluka soundtrack’ini de Subtext yayınlamıştı. Yollarınız nasıl kesişti?

CE: Muratlar daha aşina ama müzikte, özellikle Nekropsi’yle hiç yaşamadığım bir şeydi yurt dışından bir plak şirketinin albümlerimi yayınlaması. Abluka’nın müziklerini yapmadan evvel onlar benden zaten bir albüm bekliyorlardı. Ben de film için o müzikleri yapınca, o dönem aktüel olan işi yayınlamak istedim. Film için çalışınca, salt müzik dinleyicisinden daha fazla insana film vesilesiyle ulaşabiliyorsun. Subtext’le ilişkim şöyle: Subtext’ten James’le Bristol’de 2014 yılında yaptığım sergi Alt Üst sayesinde tanışmıştım. O sıralarda olan Bristol Müzik Festivali’nde James’in grubu Emptyset çalacaktı ve bizi tanıştırdılar. Konseri benim sergi mekânında yapmak için anlaştık. Ben çok seviyorum mekânın başka şeyler için kullanılmasını. Sonuçta ben göremedim ama çaldılar. Aynı sergiye bir de iş koymaları için davet ettim onları, cetvellerimden birini verdim (Ritim 1 adlı cetvel) ve onu sese çevirdiler, sergi mekânına ekledik onu da. Bu vesileyle Emptyset’ten James’le bir muhabbetimiz oldu, Subtext de onların şirketi. Bir de geçen sene, çok mutlu olduğum bir şey oldu ve Thrill Jockey’den yeni Emptyset albümü için remiks yapmamı istediler. Şimdi de Davul oradan yayınlanıyor. Davul’un elektronik kökenli müzik şirketinden çıkıyor olması da açık fikirli bir şey. Umarım üç beş çatlaktan sızar. Bizim sanatımızın en büyük şansı, en zor zamanlarda bile çatlaklardan içeri girebilmesi. İnsanlardan gelen tepkilerle albümün çıktığını anlıyorsun aslında. Biliyorum ki doğru kitlesine ulaşacak albüm de. Sokaklarda reklam panolarında falan “Davul albümü çıktı” diye görmüyorsun. Olmasın da zaten şimdi reklam panoları filan. Ramazan reklamlarındaki davullarla kaplı etraf.

Image

BaBa ZuLa – XX: “HEM DAHA ESKİ, HEM DE YENİLİKÇİ”

ME: Best of albümlerini çok sevmem ben. Ama yirminci yıl olduğu için özel bir derleme yapalım istedik. Nasıl iyi bir şey olabilir diye düşünürken, hiç yayınlanmamış miksler, remiksler, arada kalmış ve yayınlanmamış kayıtlar, yayınlanmamış ortak çalışmalar, konser kayıtları, bazı parçıların yeniden yorumlamaları ve dub versiyonlarını kapsayan koca bir projeye dönüştü XX. Dub da benim çok sevdiğim bir tür. Hem deneyselliğe açık hem dans yönü olan, elektronik müziğe ilham veren bir tür.

CE: Reggae geleneği var, soundsystem geleneği var. House’a, diskoya da ilham vermiş.

ME: Hem o türlerden daha eski, hem de yenilikçi.

CE: Ve rahat.

ME: XX için hem işitsel hem görsel arşivleri taradık. Albümün içinde fotoğrafların olduğu bir kitapçık da var. BaBa ZuLa’nın yirmi yıllık hayatını bir gözden geçirme fırsatı oldu. Albüm çok da güzel tepkiler aldı. Plak olması da çok iyi. Plak formatı çok sevdiğim bir format. Kaset de sanırım yükseliyor şimdi.

CE: Yükseliyor ama plak gibi olamaz. Kasetin yükselişi bana biraz daha kozmetik geliyor ki ben kasetçiyim aslında. Kasetle karşılaştırdığımız zaman, kalıcılık anlamında plak sanırım eşsiz. Dijital öncesi dönemden temel medyanın plak olduğu kesin. Kaset bana hep bir şeyin küçültülmüş versiyonu gibi geliyor. Cep telefonu gibi. Diğer yandan tam olarak kaset jenerasyonundan geliyorum. Albüm kapağı değil, kaset kapağı derdik hatta.

ME: Ben biraz daha eskiyim, plak jenerasyonundan geliyorum. Plağın görselliği çok etkileyici tabii. Kocaman olması çok çekici bir şey.

CE: Kapaktakiler senin el yazın, değil mi?

ME: Evet benim.

CE: Hayatımda kırk yada elli plak var. Hiçbir zaman iyi bir plak dinleyicisi olamadım. Son üç dört senedir ben de plağın zevkinin geri geldiğini kabul ettim. Venedik’teki çalışmanın içinde “Bizim için her kare bir plak kapağıdır” diye bir cümle var. Yarı şiir, yarı sözcükler bütünü bir yazı. Kare formatın tam olarak hastasıyım. Dediğin gibi boyutundan dolayı görselliği aşırı kuvvetli. Plak güzellemesi yapmama gerek yok ama kalıcılığı çok önemli. Tanburi Cemil Bey’in plaklarının hâlâ çalınıyor olmasından anlıyorum bunu da.

ME: Tanburi Cemil Bey, dünyada en fazla plağı basılan ikinci insanmış. Birincisi Placido Domingo, ikincisi de Tanburi Cemil Bey. Süre olarak değil de sayı olarak tüm dünyada. Ve taksim yani, ne kadar güzel ki bu gelenek varmış diyebiliyoruz. Bu coğrafyada emprovize müzik, doğaçlama müzik dinleme geleneği varmış.

CE: Varmış değil, temelinde neredeyse.

ME: Evet ve yok edilmiş ne yazık ki.

CE: Geçen hafta birisi bana “Niye emprovizasyon?” diye sordu. Bir insan eline bir enstrüman alınca ilk ne yapar? Hemen bilindik bir şarkı çalmaya mı başlar? O kadar kafalar karışmış ki…

ME: “Stairway To Heaven” çalma durumu vardı ya eskiden. Gitar dener, hemen Guns N’ Roses’ın “Sweet Child O’ Mine”ını çalar.

CE: Taksim dediğin gelenek, altyapısı çok geniş olan bir şey. “Kurumsal taksim” diyelim, onun bulunduğu makam, dolaştığı yerler, her şey o kadar önemli ki. Diğeri de çok önemli ama. Hayatında ilk kez eline bir davul alan bir çocuğun, o davula vurduğu ilk anda çıkan şey çok önemli bir emprovizasyon değil mi? Bunların ikisinden de tamamen kopmuş olup, sadece birtakım klasik parça formlarının, parça sürelerinin, medyaların içinde olmak tam bir yıkım bence.

ME: Bence de. Parçaların üç dakika olması, dört dakika olması tam olarak teknik bir sınırlamadan geliyor. 45’lik yayınlar üç buçuk dakika oluyor diye insanların aklında “Hit parça bu kadar süre olur” gibi bir kalıp yerleşiyor. Çok saçma bir şey. Parça daha kısa da olur, daha uzun da olur. Radyo çalma sürelerinde mesela “bundan daha kısa olmaz” gibi bir limitasyon da var. Bizim bir sürü kısa parçamız var.

CE: Dünyanın en kısa şarkısı Napalm Death’in “You Suffer” şarkısı idi. HROOVA! Bir saniye sürüyor şarkı. Kırsak mı o rekoru?

ME: Biz kırdık o rekoru BaBa ZuLa’yla. Kökler albümümüzün başında “Nokta” diye bir şarkımız var. Nokta sona konur ama biz albüme öyle başlayalım istedik, “dıt” diye bir sesle başlıyor albüm. O da saniyelik bir şarkı.

CE: Belki bazılarının elinde ışıkla arayıp bulacağı albümlerde bile insanların birbirlerini sınırlaması çok üzücü. Özellikle ülkenin kültürü açısından. Dinlemeden etmeden yorumlarda bulunmak bana şaka gibi geliyor. Bateri çalan, davul çalan bir insanın nasıl olup da bu asma davula bir sempati duyamadığını ben hiç anlamıyorum.

MEBu büyük bir bunalım, bir travma bence.

CE“Bizim çalgılarımız” olarak da söylemiyorum yanlış anlama. Herkes denk gelmeyebilir ama bir gün şu önümüzdeki sokakta üç tane Japon davulcusunun çaldığını görsen nasıl kulak kabartmazsın? Benim aklım almıyor. Herhalde problem bizde, biz çok kafası karışık, kültürsüz adamlarız diyorum.

Image
Image

ME: Can’in davulcusu Jaki Liebezeit bizim çok yakın arkadaşımızdı. O da Türk müziğine çok vakıf bir insan, gerek ritmik gerek müzik olarak. Sazı gördüğü zaman “Bu divan değil mi?” diyor mesela. Müzik çalıyor, “Bu yörük müzik” diyor. Farsçaya ve Türkçeye meraklı, Türkçe bilmiyor ama Türk dil bilgisi kurallarını benden iyi biliyor. Onun söylediği bir şey var, diyor ki; Batılılar perküsyonu Osmanlı Mehter Ordusu’ndan öğrendiler. Beethoven’ın falan senfonilerine perküsyonlar bundan sonra girdi. Bir Türk davulunu tek kişi çalamıyorlardı, o yüzden askeri orkestrada bir tek bas davulu vuran adam icat ettiler; çubuğu titretmeyi de beceremiyorlardı trampete akort gerdiler, o sesi de oradan aldılar; iki zili çarpan adamı da hi-hat’le pedallarla hallettiler. Son döneminde davul setinden pedalları kaldırmıştı. Bas tom tom’un üzerine bir deri gerip alt sesleri oradan alıyor; hi-hat’i de pedalsız kullanıyordu. Tamamen serbestti. “Pedal Batı işidir, bütün dünyada perküsyon pedalsız çalınır” diyordu.

CE: Amerika’ya zillerin gidişinin iki ana yolu var sanırım. Biri tabii Zilciyanlar ve buradan giden gelenek. İkincisi de Uzakdoğu’dan oraya ayrı ayrı giden hatlar. İki pedalın da icadı erken caz dönemlerinde oluyor. Davul çalınacak ve bir adam çalacak, insan ekonomisi yapılacak herhalde. Davulda pedal daha evvelden yok yani. Fena olmamış, ilginç tabii. Biz davulcuları da oturmaya mahkûm etti.

ME: O durum da çok ilginç. Ben mesela ayakta saz çaldığım için eleştiri alıyorum. Ayakta saz mı çalınırmış? Böyle diyorlar. Niye çalınmasın? Adam atta çalıyor.

CE: Asma davul da seyyar bir alet. Ben o konudan çok memnunum. Sergilerde falan çalarken, dinleyiciye hem yakından hem uzaktan çalabilmek çok iyi bir şey. Sen de konserlerde yaparsın ya, girersin dinleyicinin arasına orada çalarsın. Ben de özellikle bu bağlamda davulla gezebilmeyi çok seviyorum. Asma davul, sen ayaklarını serbest bırak ve yürüyebil diye yapılmış bir alet.

ME: Askeri bandoların önemi de çok büyük. Mehter dedik, oradan neler çıkıyor. Çalma açısından cazın doğumuna bakarsanız, Amerikan iç savaşından sonra dağılan orduların ardından Marching Band’ler ve enstrümanlar ortaya çıkıyor. Enstrüman fazlaları, askeri amaçları dışında kullanılmaya başlanıyor. New Orleans’ta cenazelerde çalan Marching Band’ler var. Yürünen ve mobil olma durumundan ortaya çıkıyor. Müzisyenler eskiden daha mobil. Şimdi de mobil de…

CE: Çoğu değil abi. Çoğu sahnelere hapis. Müzisyenlerin çoğu öyle, stüdyoya ya da sahneye hapis. Bu arada Venedik’teki projede hoparlörden gelen seslerden biri, “Savaş sahnesindeki davulcu, elinin bir anlık tereddüdüyle dursun, savaş bitsin” diyor. Hem yazılı hem sesli. Ana meydandaki Dükler Sarayı’nı gezmeye gitmiştim. Çok büyük savaş resimleri var. Şimdiki epik filmler yerine eskiden savaş tabloları varmış. Savaşı göremeyenler için detaylı, yarı hayal bir şey. Bir anda oradaki savaş sahnesindeki davulcuyla empati kurdum, çünkü Berlin’e bu albümü kaydetmeye gidecektim Venedik’ten sonra, sırtımdaydı sürekli yolda. Köşede kendi başına bir davulcu. Millet birbirini yiyor savaş sahnesinde bir tane Venedik davulcusu elinde trampet, altında ip de var. Çalıyor ama biraz da emin değil çalıp çalmamaktan. Ben de oradan suçu bütün davulcuların üstüne alıyorum ve davulcu durduğu anda savaş da bitse keşke diyorum. Biraz okudum araştırdım bu vesileyle. Aynen senin dediğin gibi sadece Osmanlı’dan değil, genel olarak Doğu’dan davullarla birlikte bir ritim dünyasının gelişini ve Batı’ya özellikle Avusturya üzerinden gidişini okudum. Bunlara bir ara Batı geleneğinde Türk Müziği denmiş, Haydn’da mesela. Ama bunu çok daha eskilerden beri Doğu’dan gelen her gelenekte görüyorsun. O müzenin bir kataloğunda gördüm, savaş ganimetleri olarak bulunan enstrümanlar da sergileniyor. Bu da istem dışı kültürel bir hareket, çok ilginç. Ölümün, savaşın, istilanın olduğu bir yerde… Sonra belki birisi bunu bir savaş ganimeti olarak bulup tınısını merak edip bir şekilde çalmayı deniyor. Demin dedik ya çatlakların, kalkanların arasından sızıyor işte. Bağlama neden ayakta çalındı neden oturarak çalındı… Bir çalgıcı bizim çalışımızı beğenmeyebilir. Beğenmesin de zaten. Ama deneme hakkımızı, paylaşma hakkımızı, birbirimizi kısıtlamaya o kadar alıştık ki… Bunun virtüöziteyle alakası olmadığını ve paylaşma hakkımız olduğunu yeniden hatırlamamız gerekiyor. Bizde çok kolay unutuluyor bu.

ME: Virtüözlükle ilgili benim bazı sorunlarım var. Başkalarının şarkılarını iyi çalan insana virtüöz deniyor. Bu çok saçma bir şey. İyi bir icracı yani. Mesela Al Di Meola’yı al, yanına da John Lee Hooker’ı koy. Bana John Lee Hooker daha büyük virtüöz gibi geliyor. O çalgıyı tam olarak kendi gibi çalıyor. Başkası öyle çalamaz. Tüm flamenkocular Al Di Meola gibi çalmaya çalışıyor. Zakir Hüseyin’e bir soru soruyorlar; “çalabildiğiniz ne hızlı tempo nedir?” diye. O da “Ben sorunuzu anladım ama sorunuz yanlış. Çalabildiğiniz en yavaş tempo nedir diye sormanız lazım” diyor. Bu doğru bir şey. John Lee Hooker kadar az nota kullanarak ve yavaş çalabilmek herkesin harcı değil. Çok insan var önüne nota koyduğunda hepsini hemen çalıyor, sonra “Hadi çal bir şey” dediğimde de “Ne çalayım abi?” diye duruyor. Bana göre en büyük virtüözlük, insanın hakikaten içinden gelen müziği duyup aktarabilmesi. Bir şey duyduğun zaman, onun kime ait olduğunu tahmin edebilmek önemli. En büyük virtüözlük burada saklı. Mesela senin çalışını dinlediğim zaman “Aa bunu Cevdet çalmış” diyebiliyorum.

CE:Gerçekten? Bazen de tam tersi olabiliyor. “Hiç sen olduğunu tahmin etmezdim” de bir iltifat bence. Sen kişilik ve karakterden bahsediyorsun sanırım.

ME:Evet, albümü kim olduğunu bilmeden dinleseydim “Bu Cevdet mi acaba?” derdim. Başka kim olabilir böyle çalabilecek birisi diye düşünürdüm.

CE:Rahata ulaşabilmek için çok acılar çekmek gerekiyor. Moondog’un bir bas davul çalışı var mesela, hiç unutmuyoruz.

ME:Ben ondan çok fazla cesaret alıyorum. Adam kendi kafasına göre çalmış, kendi kafasına göre takılmış diye ondan ilham alıyorum gerçekten.

CE:1998 yılında Fransa’nın güneyinde yer alan Arles kentinde MIMI isimli bir festivale davet edilmiştik Nekropsi’yle. dEUS grubuyla birlikte açılışı yapacaktık. Festivalin sahibine bizim Mi Kubbesi verilmiş çok beğenmiş. “Albümü çok beğendik ama şu an ne yapıyorsunuz?” diye sordular, aradan iki sene geçmiş. Bizim yıllar sonra 1998 adıyla yayınlanan albümün tamamını o festival için demo gibi yaptık. Sonra dEUS’a bir şey oldu, ekipten biri zehirlendi mi ne bir şey oldu ve gelemediler. Açılışı da biz tek başımıza yaptık. Sonra o festivalde kaldık ve iki üç gün sonra bize Moondog’un bir piyanistle konser vereceğini söylediler. Moondog’un M’sini duymamışız. Merak ettik ve gittik konsere. Yanlış hatırlamıyorsam son konseriymiş. Sahneye Moondog’u getirdiler, Viking değil de pelerinli falan haliyle. Piyanist başladı klasik şeyler çalmaya diye hatırlıyorum; Moondog da elinde bir davul bir tokmak, bazen çalıyor bazen çalmıyor. Bizim için büyük bir karşılaşmaydı. Hem heyecanlandık, hem sinirimiz bozuluyor, çok cesur bir şey. İyi bir icracı piyanistle ve böyle bir davulcunun buluşması. Acılar dediğim şeyler de böyle şeyler aslında. Bunu yapan binlerce insan var zaten, açıklamamıza gerek yok. Ben de aslında aktif çalmayı seviyorum biliyorsun. Bizim grup da biraz öyle, çok kolay bir davul değil. Teknik değil ama takip gerekiyor. Dinlediğim müziklerin en az yarısı progresif diyebileceğin, kolay olmayan çalışlar. Ama, düzlükten, basitlikten, şamanın çaldığı davuldan, Balkan müziğinin altında dört dakika boyunca hiç şaşmadan aynı aksak ritmi çalma disiplininden keyif almak da çok mühim.

ME:Hareketli ya da zorlayıcı bir müzik olsa bile dans fikri bana çok cazip geliyor. Dans edilebilir bir müzik olması. Tabii ki bütün müziklere dans edilmez ama ritim deyince bir dans fikri işin içine giriyor herhalde. Dans edilmeyen ritimler de olabilir, o da güzel bir şey.

CE:Ama bir davulcu dans çemberinden geçse hiç fena olmaz. En azından danslı müziklerde ne olduğunu bilse. Bunun farkında olmayan çok davulcu var.

ME:Bu dans headbang yapmak da olabilir, vals de olabilir, her şey olabilir. Dans fikri bana çok çekici geliyor.

CE:Amerikalı sanatçı Dan Graham’in bir filmi vardı, sen belki seyretmişsindir. Rock My Religion diye bir belgesel. Amerika’daki bir tarikatın ayinlerini ve 1970’lerdeki, 1980’lerdeki (Sonic Youth gibi grupların başını çektiği) rock müzik ortamını çekmiş. O kadar büyük ortaklıklar var ki. Dansın sadece çılgınca kendini savurmak olmadığını bilmek gerek. Dansın bir şekilde içinden geçmekte fayda var. Ormanın bir köşesinde duruyorsan, orada dans eden insanların arasından bir kere geçmekten zarar gelmez. Aklıma hemen şey geldi, sizin davulcu konsere çıkamıyor olduğu için bir Makedonya konserinize ben gelmiştim. Provalara göre çok daha ritmik çalmıştım konserde. Genel bir kitle vardı, parçaları çok ritmik çalmıştık hatırlarsın. Konserden sonra ormanda bir yerde trance festivali var dediler. Biz de hemen oraya gittik.

ME:Gece ormanda yürüyoruz, hiçbir şey yok. Sadece sesi takip ederek mekânı bulmaya çalışıyoruz. Rehberimiz baya korkmuştu. “Eyvah sizin başınıza bir şeyler gelecek” diye çok tedirgin olmuştu. Biz ormanda parti nerde diye dolanıyoruz.

CE:Aynı liseden olduğumuzu da orada sabaha karşı sohbet ederken fark etmiştik. Meğerse eski Zen’den Murat, Levent ve Merih, Nişantaşı’ndanmış. Nişantaşı Anadolu Lisesi’nden Zen ve Nekropsi çıkmış, demek ki o bina içerisinde belli bir psikopatlık varmış ahaha.

ME:Bence Makedonya konserindeki kadroyu da bir söylemek lazım. Kumanova Caz Festivali’nde çalmıştık, kadro çok enteresandı. Bir kere BaBa ZuLa’nın kurucu kadrosu var, Levent (Akman), ben ve Emre (Önel). Davulda Cevdet var. Vokalde ve gitarda meşhur pop şarkıcısı olan Göksel var. Klarnette de Selim Sesler var. Böyle efsane bir kadroyla gittik.

Image

ÇALGI YAKLAŞIMI, ÇALGI YAPIMI

ME:Ben de saza Cevdet’in davula yaklaştığı gibi yaklaşıyorum. Yenilensin. Enstrüman tasarlama durumuna da girdim ben biraz. Cevdet’ten öyle şeyler de bekliyorum. O geleneksel aletin formunu bozmadan çalma yaklaşımıyla yeni bir şeyler yapıyor. Ben onu yapıyorum, bir de aynı zamanda aleti de değiştiriyorum. XX’in kapağında olan enstrümanım, ismi Roket, bunu okyanus üzeri turnelerde ilk uçuşu yaptıktan sonraki yerel uçuşlarda küçülen uçaklarda kabine sokabilmek için yaptım. Ana enstrümanım divan boyutu elektro saz. Uçağa alamıyorsun, hosteslerle kavga ediyorsun.

CE:Çalgı yapımında çok önemli bir şeyden bahsediyorsun, pratiklik, taşınabilirlik.

ME:Uçaktaki yolcu kabinlerinin bir tanesine sığabilecek büyüklükte bir enstrüman yapmak istedim. Ama küçük olmasına rağmen iki klavye koyup, gövdeye doğru uzattım. Kafayı kesip Steinberger bas sistemini kullandım, kafasız saz yaptım. Kontrolleri altta değil, üstte bana yakın oldu. Böyle bir şekilde bu sazı tasarladım ve çok memnunum, çok rahatım. Şimdi aklımda başka bir şey var, onu da bitirmeden söylemeyeyim. Davul mesela bence çok iyi bir tasarım. Hafif de epey. Alıyorsun, iki de tokmağı var çalıyorsun.

CE: Bedenine değiyor bir de o da çok güzel. Karnından, en iyi sen duyuyorsun çaldığını.

ME:Davulun ceviz mi bu arada? Albümdeki “Walnut Interlude” parçasının ismi oradan mı geliyor?

CE:Albümde beş tane, benim kazma dediğim baslı parçalar var. İki tane de tıkırtılı mıkırtılı bir şeyler, davul üzerindeki bantlarla çaldığım bir parça var. Normal çalış şeklinin dışında, davul tokmağı değil de bas davul tokmağı kullanıyorum. Daha tok bir sesi vardır, klasik veya çağdaş müzikte kullanılır. Davulun bas tarafının üstünde birtakım siyah bantlarım var. Onu böyle çevirerek çalıyorum bu arada tokmak bazen kasnağa “tık” diye küçük bir ses çıkarıyor. O sesi ceviz kabuğuklarına benzetiyordum. İsim düşünürken aklıma hep bu geliyordu, ondan öyle koydum ismini.

ME:Tasarımıyla ilgili değişiklikler yapmayı düşündün mü?

CE:Çok şey düşündüm, biraz sabrım olabilse yapacağım. Şimdi konservatuvardaki derslere gidiyorum, orada çalgı yapım atölyesi de var. Bir öğrencimizle melez bir darbuka yapmayı denedik. Elektrikli darbuka, amfisi, hoparlörü, drive’ı üstünde olan bir darbuka yaptık. Belki onu da seninle beraber çalmamız lazım. Benim bu albümün sound’unu çıkarırken yaptığımız şeylerin başında mikrofonlama var. sekiz-dokuz mikrofon var, üzerinde, yakınında, uzağında gibi. Alman ses teknisyeninin kendi takdiri çoğu. Davulun sağ tarafıyla ritmi çalıp, sol tarafında derinin titreşimlerini kullanarak birtakım sesler elde etme var esasında. Onun dışında bu albümde davula hiçbir müdahale yok. 1999 yılında aldığım davulun derisini bile hiç değiştirmedim. Ben ne yazık ki, bateriyi ya da davulu çalmaktan ziyade sürekli düşünüyorum. Ya hayal ederek söylüyorum sürekli ya da tahtada çalıyorum. Belki sen ise şöylesindir, gününün büyük bölümünü çalgıyla geçiren insanlar vardır ya. Benimki daha çok zihinde ritim yaratmak, programlama yapmak falan oluyor. Milyonlarca saat geçirdiğim bir çalgı değil ama davula alıştım. Şimdi bir davul daha alayım istiyorum. Yine plastik deri olsun, ama kasnaklar vidalı olsun, kontrollü tonlanabilir olsunbir tane endüstriyel üretim davulum olsun istiyorum. Onun dışında ise davulu çok fazla bozmak değil, davulun tam kendisini çalmak istiyorum. Belki üstüne küçük bir hi-hat mi bir ahşap parça mı bilmiyorum ama birtakım mute sesleri çıkarabileceğim bir şey eklemek fena olmaz.

C.K.: BaBa ZuLa cephesinde neler oluyor şu aralar? Yirminci yıl derlemesinin ve geniş turnesinin ardından sırada neler var?

ME:Yeni albüm için birtakım çalışmalar başladı. Yedi sekiz parça seçtik. Bazıları bitmiş gibi, bazıları yeniden kaydedilip başka eklemeler yapılabilecek durumda. Otuzuncu yıl albümü yapmayız ama kırk olabilir. Kırk güzel. Olursa, yaşarsak tabi. Bitmeyen bir turne içindeyiz ayrıca. Devamlı orada burada çalıyoruz. Şimdi grup için bir dönem bitti ve yeni bir dönem başladı. Kafamızdaki yeni albüm sound’u üzerine konuşmalar yapıyoruz. Zevkli bir şey bizim için. Şimdi enstrümantasyon şöyle; vokal, saz ve synthesizer’da ben varım, Periklis (Tsoukalas) de ud, synthesizer ve vokal, Levent (Akman) makineler ve perküsyonlarda, bir de ritimci perküsyoncu Ümit Adakale var, o da elektroniğe biraz daha girmeye başladı. Elektro ud ve elektro sazın birleşmesinden çok ilginç bir şey çıktı. Öyle bir formasyon daha önce görmedim. Hem ben elektroniklerden yararlanarak saz gibi, gitar gibi, bas gibi çalabiliyorum hem de ut da yapı olarak buna müsait bir enstrüman. Frekansları saz ve ut arasında paylaşabiliyoruz, üst üste örtüşmüyor. Vokal için de o önemli mesela. Kanun ve bağlama aşağı yukarı aynı şey frekans olarak, birlikte aynı güzellikte tınlamıyor.

CE:O kadar kendi çalındıkları müzik janrlarını temsil eden enstrümanlar ki.

ME:Bu söylediğinden hareketle, gitar çaldığın zaman onun sana hatırlattığı bir miras var. Kanun çaldığın zaman da halk müziği türü bir kanun beklenmiyor, saraysı bir durumu, havası var. Gitar çalıyorsun, mesela fuzz pedalına bastığın zaman onun bir mirası var. Saz bana öyle gelmiyor mesela.

CE:Ses, genelde çalgının kültürü ve hafızasıyla birlikte geliyor. Darbuka da öyle. Darbukayı başka bir şekilde çalmak neredeyse imkansız. Duyan herkes darbuka bu diyor.

ME: Müzikte yeni bir şeyler yapmak gitgide zorlaşıyor. Asırlar boyunca milyonlarca insan bunu yapmış. Yeni yaklaşımlar, bir sanatçının hayal gücü ve belirli açıklıklar heyecan veriyor. Teknolojinin olanaklarını kullanarak yepyeni şeyler yapmak gerçekten mümkün. Bir de bazı enstrümanların tek başına çalınamayacağına dair bir algı var. Saz, piyano, gitar tek başına çalınabilir ama davul çalınamaz diyorlar.

CE: Rahat olun ya.

ME:Gerçekten rahat olun.

  1. Geçmiş ve geleneğin modern gerçeklikle imtihanı: Awazu Kiyoshi

    Los Angeles County Museum of Art’da geçtiğimiz 2016-2017 mayıs arasında gerçekleşen Awazu Kiyoshi, Graphic Design: Summoning the Outdated sergisinden yola çıkarak Japon grafik tasarım tarihinin önemli figürlerinden olan Awazu Kiyoshi’nin hayatına göz atıyoruz.

  2. Parıldayan dünya ve onun büyülü mensupları: Jonah Samson

    Kanadalı fotoğraf sanatçısı ve yazar Jonah Samson’la traji-komik yaşamdan, favori yazarı Beckett’tan ve geçmişin hazinelerinden bahsettik.

  3. Davul, hafıza ve doğaçlama: Cevdet Erek ve Murat Ertel

    Cevdet Erek ve Murat Ertel’den, Subtext etiketiyle yayınlanan Davul albümünden yola çıkarak enstrümana, geleneğe ve özgür çalıma dair nefis bir sohbet.

  4. A’dan Z’ye: Chris Cornell

    Bir başka efsanenin ardından...

  5. Takibe alın: Yakın ve uzak diyarlardan etkileyici plak şirketleri

    Kahire’den Buenos Aires’e, Bant Mag. ekibinin favori plak şirketlerinden bir seçki.

  6. Görkemli bir ses bahçesi ve onun usta bahçıvanları: Nik Bärtsch’s Ronin

    13 Temmuz’da İstanbul Caz Festivali kapsamında Zorlu PSM sahnesinde izleme fırsatı yakalayacağımız Ronin’in kurucu üyesi Nik Bärtsch’la zen-funk, empatik müzik üretimi ve yaklaşan İstanbul konseri üzerine sohbet ettik.

  7. “İstanbul’a âşık olmayacak bir sanatçı düşünemiyorum bile!”: Christian McBride

    24. İstanbul Caz Festivali kapsamında 10 Temmuz’da yeni projesi New Jawn Quartet’la Sultan Park’ta, 11 Temmuz’daysa Joshua Redman, Kandace Springs ve TRT Hafif Müzik ve Caz Orkestrası’yla aynı sahneyi paylaşarak Zorlu PSM’de izleyeceğimiz usta caz basçısıyla, İstanbul ziyareti öncesi ufak bir sohbet ettik.

  8. Yaratıcı riskler almak: Bill Laurance

    Snarky Puppy klavyecisi Bill Laurance, 24. İstanbul Caz Festivali öncesinde sorularımızı yanıtladı.

  9. Pişmanlıklar, deneyimler, hikâyeler: Talihsiz grup isimleri

    Anlam ya da yazılışlarıyla müzisyenlerin başlarını ağrıtmış isim tercihleri...

  10. Eskiye özlem: Altın Gün

    3 Hürel, Barış Manço, Zafer Dilek ve nicesinin şarkılarını yorumlayarak “Altın Gün’leştiren” Hollandalı grupla tanışın.

  11. Teftiş: Bu ay ne dinlesem?

    Yakın zamanda keşfettiğimiz, etkilendiğimiz ve paylaşmak istediğimiz müziklerden bir seçki.

  12. 70. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (40-21)

    Karşınızda en zayıftan en iyiye, bu yılki Cannes’ın tüm yarışma filmleri ve yan bölümlerden seçmece lezzetler.

  13. 70. Cannes Film Festivali’nden yıl boyu konuşulacak 40 film (20-1)

    Karşınızda en zayıftan en iyiye, bu yılki Cannes’ın tüm yarışma filmleri ve yan bölümlerden seçmece lezzetler.

  14. Kameranın netlemediği kahramanların sineması: Josh ve Benny Safdie kardeşler

    Geçtiğimiz mayıs ayında Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasında son filmleri Good Time’la fırtına gibi esen New Yorklu yönetmen kardeşler Josh ve Benny Safdie, beyaz perdede yoksunluğun resmini çizmeye devam ediyor.

  15. Duyan duymayana anlatsın: Hangi podcaste nereden başlamalı?

    Radyo programının dijital kardeşi podcast 2000’li yılların ortalarından bu yana giderek artan bir kitle tarafından hem tüketiliyor hem üretiliyor. Çoğu yayın internet okyanusunda akıntılara kapılıp hızla kaybolsa da bazıları kısa sürede kült efsaneler haline geliyor. Son yılların öne çıkan podcastlerinden bir seçki karşınızda.

  16. Müzik, aşk ve cinayete bandırılmış bir roman: Kan ve Gül

    Alper Canıgüz ile beşinci kitabı Kan ve Gül, 1990’lar, Nirvana ve romanın detayları üzerine.

  17. Futbol sahası karaborsalarından global kültür kalesine: Rusya Streetwear

    Streetwear kültürünün en başından, şu anda kazanmış olduğu popülerliğe kadar uzanan bir yol haritası.

  18. Sporun tasarım kupasını gururla kaldırmak: Tiempo Legend 7

    Rusya'nın başkenti Moskova'da lansmanı yapılan Tiempo Legend 7, hem sporcu ihtiyaçlarına getirdiği yenilikçi bakış hem de gündelik hayatımıza kazandıracağı yenilikler bakımından fazlasıyla heyecan ve merak uyandırdı.

  19. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler