Anita Corbin’le geçmişin alt kültürlerinden bugünün toplumsal cinsiyet baskılarına uzanan sohbetimize hoşgeldiniz.


1980’lerin başında İngiltere’nin punk, reggae, rock, LGBTİ+ alt kültürlerinin neredeyse tamamen erkeklerin fotoğraflarıyla temsil edilmesinden rahatsızlık duyan 22 yaşındaki Anita Corbin, ana akım kültüre ve toplumsal cinsiyet kurallarına kendi müzik, moda ve bireysel ifade biçimleriyle başkaldıran genç kadınları portrelerini çekmeye başladı.

Visible Girls ismini verdiği bu seriyle İngiltere’de ciddi övgü toplayan Corbin, ilk serinin üzerinden tam 37 sene geçtikten sonra Visible Girls Revisited projesiyle tekrar aynı kadınları buluyor ve fotoğraflıyor. Ve bu şekilde aradan geçen zamanın neleri değiştirdiğini ve nelerin aynı kaldığını ortaya koyuyor. Sanırız en önemlisi de 1980’lerin yaratıcı asi gençliğinin izini bugünün “gerçek” kadınlarında arıyor.

Image
Image
Image

“Tuvaletler o dönemde genç kadınların kutsal sığınaklarıydı. Erkeklerden ve toplumun bakışlarından uzakta, daha rahat olabildiğimiz bir yerdi tuvalet.”

1981 senesinde Londra’nın hayli aktif alt kültür sahnelerine dalıp bu alt kültür gruplarına mensup geç kadınların ikili portrelerini çektiğin Visible Girls fotoğraf serisini yarattın. O döneme dönerek başlasak, seni bu alt kültürlere ve genç kadınlara çeken ne oldu?
O zamanlar aslında Women in Uniform simli bir proje üzerinde çalışıyordum. Çünkü renkli fotoğrafçılığa odaklanmaya karar vermiştim ve üniformalı kadınlardan oluşan bir fotoğraf serisinde iyi kompozisyonlar yakalayacağımı düşünüyordum.

Bir noktada kendi okulumdaki kız öğrencileri çekmeye karar verdim. Bana okul üniformaları içinde poz veriyorlardı. Çekim bittikten sonra üniformalarını çıkarmaya gittiler ve geri geldiklerinde üstlerindeki kıyafetler çok ilgimi çekti. İkisi de çizgili bir bluz ve aynı ayakkabıları giymişlerdi. O noktada esas odaklanmam gerekenin bu olduğuna karar verdim… Yani genç kadınların resmî olmayan üniformalarını belgelemem ve bu kıyafetlerin bize bu genç kadınlar hakkında ne gibi doğru veya yanlış bilgiler verdiğine bakmam gerektiğini düşündüm. Ve alt kültürlere mensup genç kadınlar aramaya başladım. Kendim de genç bir kadın olduğum için punk, rockabilly veya rasta gibi tüm bu alt kültürlere erişimim vardı, neredeyse sadece kadınların takıldığı mekânlara gidebiliyor ve onlarla rahatlıkla tanışabiliyordum. Hatta şunu söylemeliyim, orijinal serideki pek çok fotoğrafı tuvaletlerde çektim. Çünkü tuvaletler o dönemde genç kadınların kutsal sığınaklarıydı. Erkeklerden ve toplumun bakışlarından uzakta, daha rahat olabildiğimiz bir yerdi tuvalet.

O dönemde genç kadınların bu alt kültürlerdeki temsiliyetinin önemli olduğunu düşünüyordum. Çünkü 1980’lerin başındaydık, Thatcher yeni iktidara gelmiş sayılırdı ve punk devrimi halen devam ediyordu. Genç kadınların ne giyip giyemeyeceğine, ne yapıp ne yapamayacağına dair ön yargılar punk hareketi nedeniyle tamamen havaya uçmuştu. Yırtık kotlar, çengelli iğneler, kabarık pembe tulumlar ve kalın tabanlı botlar, ne istersek giyebiliyorduk… Özellikle kıyafet anlamında büyük bir özgürleşme vardı. Ancak fotoğraf dünyası genelde bu alt kültürleri erkekler üzerinden takip ediyordu. Ben de bu özgürleşme sürecini genç kadınlar ve ait oldukları alt kültürü temsil eden kıyafetleri üzerinden belgelemek istedim.

“Haftasonunun hayaliyle yaşamak, arkadaşının evinde saatlerce hazırlanmak, dışarı çıkmak ve insanlarla tanışmak… İnsanlarla tanışıyordunuz çünkü o zamanlar akıllı internet ve telefonlar yoktu, insanlarla tanışmak için dışarı çıkmanız ve kulübe gitmeniz gerekiyordu. Hatta evlerde bile telefon olmayabiliyordu. Ben arkadaşlarımızla birbirimize haftasonu nerede buluşacağımıza dair kartpostallar gönderdiğimizi hatırlıyorum.”

Image
Image

Aklımdaki bir soru da aslında az önce bahsettiğin konuyla alakalı. Söylediğin gibi Visible Girls serisini çekerken sen de genç bir kadındın. İçine girip çıktığın bu alt kültürler arasında kendini ait hissettiğin bir sahne oldu mu? Bir punk dönemin var mıydı mesela?
Sanırım ben daha yumuşak bir punk dönemi geçirdim. Yani yanağıma bir çengelli iğne takmıyordum ama pembe saçlarım vardı, ikinci el kıyafetler giyiyordum ve punk dinliyordum. Punk’ın yanı sıra reggae de beni çok çeken bir müzikti. Aslında o zamanlar müzik her yerdeydi, dışarı çıkar ve yeni gruplar keşfederdin, tüm türlerle bir haşır neşir olma durumu vardı.

Visible Girls serisini çekerken sana poz veren genç kadınlar arasında ne gibi ortak hikâyeler, dertler ve hayaller keşfettin?
O dönemlerde 14, 15 veya 16 yaşında, genç bir kadınsan, cebinde biraz paran varsa ve dışarı çıkıyorsan, kesinlikle ortak bir yaşam stilinin parçası oluyordun. Haftasonunun hayaliyle yaşamak, arkadaşının evinde saatlerce hazırlanmak, dışarı çıkmak ve insanlarla tanışmak… İnsanlarla tanışıyordunuz çünkü o zamanlar akıllı internet ve telefonlar yoktu, insanlarla tanışmak için dışarı çıkmanız ve kulübe gitmeniz gerekiyordu. Hatta evlerde bile telefon olmayabiliyordu. Ben arkadaşlarımızla birbirimize hafta sonu nerede buluşacağımıza dair kartpostallar gönderdiğimizi hatırlıyorum.

Bu sosyal yaşam stilinin getirdiği bir kız kardeşlik, bir dayanışma hali vardı. İlla bir erkek arkadaşınız olması gerekmiyordu. Arkadaşlarınla beraber takılmak, birbirini desteklemek önemliydi… Bunlar o dönemin hikâyeleri.

Problemlere geldiğimizde ise, aslında alt kültüre bağlı olarak değişiklik gösteren bir durum vardı. Örneğin punklar ve skinheadlerin en büyük problemi polislerdi. Zira polis en çok bu grupların peşine düşüyordu. Ama genele baktığında o dönem bir alt kültür mensubu olmak pek çok kişi için pozitif bir deneyimdi. Güçlü bir karaktere sahip olduğun ve etrafında seni destekleyen bir grup olduğunu ifade ediyordu. İlk bakışta öyle gözükmese de aslında farklı gruplar arasında ciddi anlaşmazlıklar yoktu, herkes birbirinin müzik zevkine saygı gösteriyordu.

Visible Girls serisinin üzerinden 30 sene geçtikten sonra bu kadınları tekrar bulmaya ve günümüzdeki halleriyle çekmeye karar verdin. Bu kararı nasıl ve neden verdiğini biraz anlatır mısın?
Aslında her zaman o dönemde fotoğrafladığım genç kadınlara ne olduğunu merak ediyordum. O kadar uzun zamandan sonra, bende telefon numaraları bile olsa (ki yoktu) onlara ulaşmam çok zordu. Büyük ihtimalle o numaralar değişmiş, o evlerden taşınılmıştı. Tahminen çoğu evlenmişti ve soy isimlerini değiştirmişlerdi. Acaba kalplerinde hâlâ o isyankârlığı taşıyorlar mı, hâlâ motosiklete binip aynı müzikleri dinliyorlar mı, hâlâ dışarı çıkıp dans etmeye gidiyorlar mı diye merak ediyordum. Bu merak beni harekete geçirdi.

Image
Image

“Herkes aynı yerlere giderdi, beraber dans ederdik, genelde canlı müzik olurdu. Şimdilerde müziği bile beraber değil, kulaklıklarımızla tek başımıza dinliyoruz. Tabii bu bir genelleme. Bir diğer deyişle sosyalleşmemiz ve müziği tüketişimiz çok değişti. Ve bunlar o dönemdeki alt kültürlerin çok önemli ve büyük bir parçasıydı. İşin ritüeli biraz kayboldu diyebilirim.”

Peki ilk seride yer alan kadınları bulmak nasıl bir süreçti? Hepsini buldun mu veya hepsini bulmayı planlıyor musun?
Visible Girls projesinde çektiğim kadınların hepsine fotoğraflarının bir baskısını vermiştim. Geçtiğimiz senelerde bazıları bu fotoğrafları Facebook’a koydular ve fotoğrafçı olarak beni etiketlediler. Hatta şunu da söylemeliyim, birkaç kere Visible Girls fotoğraflarım için erkek fotoğrafçılara da kredi verildi. 

Herneyse, bu şekilde Visible Girls serisinde yer alan 80 kadından beş altı tanesine ulaşmayı başardım. Ancak esas dönüm noktası dört sene önce Buzzfeed editörlerinin bana ulaşıp Visible Girls üzerine bir içerik yapmak istediklerini, bu kadınları bulmama yardım edebileceklerini söylediklerinde oldu. Bu içerik yayınlandıktan 20 dakika sonra ilk seride yer alan Fiona’dan telefon aldım. Ve sonrası çorap söküğü gibi geldi…

Ancak bu kadınları tekrar bulmak yeterli değildi tabii ki. Geçtiğimiz sene orijinal seriden 10 çift kadını tekrar fotoğraflamak için Arts Council’dan ufak bir fon aldım. Şu anda gezen sergide yer alan da işte bu 10 kadın. Ancak giderek daha fazla kadın ortaya çıkıyor ve ben onları tekrar fotoğraflamaya devam ediyorum. Yani her yeni sergide yeni eklenen fotoğraflar da olacak. Örneğin bir sonraki sergimiz Bristol’da.

Image
Image

Aradan geçen 30 küsur yıl içerisinde bu kadınların hayatında nelerin değiştiğini ve nelerin aynı kaldığını gözlemledin? Seni şaşırtan durumlar oldu mu?
Şu anda bu kadınların yaşadıkları yaşamlar oldukça çeşitli ve ilginç. Kimileri evlenmiş, kimileri erkenden çocuk sahibi olmuş, kimileri ise daha geç… Birkaçı ölmüş. Pek çoğu yaratıcı alanlarda çalışıyor ki gençliklerinde de kendilerini ifade etmek konusundaki yaratıcılıklarının bunda bir payı olsa gerek. Birkaç avukat, pek çok yazar, yoga öğretmenleri… Gerçekten her daldan insan var. Kimileri benim onların fotoğrafını çektiğimiz hatırlamıyor, kimilerini de ben tam olarak hatırlamıyorum. Ancak şimdi, yıllar sonra bir araya gelmek, beraber gülüp geçmişi konuşmak oldukça keyifli açıkçası.

Sanırım en çok değişen şey bugün nasıl sosyalleştiğimiz. Demin de bahsettiğim gibi o zamanlar birbirimizle ancak bir mekânda bir araya gelebiliyorduk. Herkes aynı yerlere giderdi, beraber dans ederdik, genelde canlı müzik olurdu. Şimdilerde müziği bile beraber değil, kulaklıklarımızla tek başımıza dinliyoruz. Tabii bu bir genelleme. Bir diğer deyişle sosyalleşmemiz ve müziği tüketişimiz çok değişti. Ve bunlar o dönemdeki alt kültürlerin çok önemli ve büyük bir parçasıydı. İşin ritüeli biraz kayboldu diyebilirim.

Sanırım değişmeyen kısım ise bizim hâlâ kadın oluşumuz ve hâlâ pek çok alanda temsiliyet sorununun devam etmesi. O zamanlar genç kadınların bu alt kültürlerde aradıkları aslında evlerinde bulamadıkları bir aidiyet; benzerliklerin, desteğin ve birlikteliğin olduğu bir çevre idi. Kadınların hâlâ benzer şeyler aradıklarını düşünüyorum. Bunu pek çoğunun hâlâ iletişimde kalmasından veya tekrar fotoğraflarını çektiğimde belki 20 yıldır görmedikleri  birbirlerine olan hal ve tavırlarından anlıyorum.

Şu anda hepimizin üzerinde o döneme kıyasla daha büyük baskı var. Moda dergilerinin bize sunduğu ve benzememizi istediği model fiziğiyle bizim gerçek fiziğimiz arasında büyük bir fark söz konusu. Ben (ve pek çok kadın) bu dergileri açıp içlerindeki Photoshop’lanmış fotoğraflara baktığımızda kendimize ait hiçbir şey bulamıyoruz. Oysa ki biz gerçek kadınlarız… O nedenle Visible Girls Revisited projesi, özellikle içlerinde hâlâ o yaratıcı kıvılcımı taşıyan bu kadınları tekrar fotoğraflamak ve onların portreleri üzerinden tüm  kadınlara “kendiniz olabilirsiniz, illa modellere benzemek zorunda değilsiniz” diyebilmek açısından oldukça önemli.

Son olarak bugünlerde üzerinde çalıştığın 100 First Women projesinden de biraz bahseder misin?
100 First Women, kendi alanlarında ilkleri gerçekleştirmiş 100 kadını fotoğrafladığım bir proje. Bu proje hakkında yaklaşık on yıl önce, 50 yaşıma girerken düşünmeye başlamıştım. Sanırım o dönemler tüm hayatını bir fotoğrafçı olarak geçirmiş biri olarak, kendimin nasıl hatırlanacağını düşünüyordum. Kariyerim boyunca tüm dünyayı gezdim, en iyi dergilerle ve en yaratıcı sanat yönetmenleriyle çalıştım. Ama benim geride bıraktığım iş bütünü ne olacaktı?

Aynı zamanda İngiltere’de kadınlara oy hakkının verilmesinin 100. yıl dönümüne 10 yıl vardı. Buradan da yola çıkarak kendime zorlayıcı bir görev verdim: 10 yıl içerisinde radyolarda ve televizyonda hep duyduğumuz, İngiltere’de kendi alanlarında ilkler gerçekleştirmiş 100 kadın bulup portrelerini çekmek, kadınların oy hakkını almasının 100. yıl dönümünü de böyle bir projeyle kutlamak. Ve bu portreleri bilimden spora, dinden sanata oldukça geniş bir skaladan seçmek, toplumun her kesiminden kadınlara ulaşmak istiyordum. Şimdi seride İngiltere’nin ilk dünya şampiyonu kadın beatboxer’ından ilk kadın piskoposuna uzanan bir seçki var.

Nihayet bu projeyi de gerçekleştirdim ve şu anda Royal Collage of Art’da İngiltere’nin ilk dünya şampiyonu kadın beatboxer’ından ilk kadın piskoposuna uzanan bir seçki ücretsiz olarak sergileniyor. Ve ben bu sergiyi özellikle genç kadınlara farklı rol modelleri göstermek açısından önemli buluyorum. Hatta genç erkeklere de! Çünkü hayallerinizi başarmak için toplumsal cinsiyet kurallarına ve ana akım kültürün dayatmalarına ayak uydurmak durumunda değiliz.

Image
  1. Kuzey Afrika’nın yeraltı müzik sahnesinde yeni şifa seremonileri: “Contemporary Ceremonies”

    Fransız fotoğrafçı Celine Meunier’in Kuzey Afrika ülkelerindeki yeraltı müzik sahnesini, bu sahnede kendi arayışlarını ve sorgulamalarını müziksel üretimleri üzerinden gerçekleştiren müzisyenleri fotoğrafladığı serisi Contemporary Ceremonies, bize yabancı olduğu kadar benzerlikler de yakalayabileceğimiz bir alt kültüre pencere açıyor.

  2. Alternatif poster aslından daha güzel: Berkay Dağlar

    “Her filme farklı yaklaşmaya çalışıyorum. O filmin ortaya koyduğu veya koyması gereken reklamı nedir ona bakıyorum. Biraz da içgüdüsel…”

  3. 80’lerin asi gençliğinden ikinci baharındaki “gerçek” kadınlara: Visible Girls Revisited

    Anita Corbin’le geçmişin alt kültürlerinden bugünün toplumsal cinsiyet baskılarına uzanan sohbetimize hoşgeldiniz.

  4. Aklımdakiler: Mabel Matiz

    Türkçe pop müziğinin sınırlarını geniş bir ilham ağından çıkardığı yeni sesler ve orijinal stiliyle genişleten, bu yazı ise dördüncü stüdyo albümü Maya ile açan Mabel Matiz hem albüme hem de hayatına dokunan eş, dost ve iş arkadaşlarının aklındakileri soruları cevaplıyor.

  5. Aklımdakiler: Hazal Yılmaz (@anlamarama)

    Hazal Yılmaz’ın hikâyeleri ve denemelerinden bir araya gelen ilk kitabı "Anlam Arama" Mayıs 2018’de Karakarga Yayınları aracılığıyla ilk baskısını yaptı ve geride bıraktığımız yaza damgasını vuranlardan oldu. Kitap, ilk haftanın sonunda 4. baskıya girmişti. İkinci kitabının hazırlıklarını tamamlamak üzere olan Hazal Yılmaz’la konuşacak tabii ki çok şey var ve bu defa ona soruları gezgin yazarın ailesi ilan ettiği arkadaşları, sevdikleri, ilham kaynakları ve dokundukları soruyor.

  6. “Artık biz gazeteciler, iş insanı olmak durumdayız.”: NEVŞİN MENGÜ ve ÖZGÜR MUMCU

    Televizyon haberciliğine getirdiği yenilikçi ve kendine has üslubuyla tanıdığımız Nevşin Mengü, kariyerinin çarpıcı anları, 2009 yılında düzenlenen İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini takip ettiği son kitabı "İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı?"nın macerası ve haberciliğin yanı sıra sporcu ve vegan kimliğiyle Özgür Mumcu’nun karşısında.

  7. A’dan Z’ye: Spider-Man

    Foto muhabirliğinden holding yönetimine, Green Goblin’den Venom’a; Spider-Man’e dair her şey.

  8. Şehre geniş bir ses skalası yayılıyor: Red Bull Music Festival İstanbul

    Beş gün sürecek ve farklı ufukları kesiştirecek Red Bull Music Festival İstanbul yaklaşıyor...

  9. Bir kabusun sabahında: Özgün Semerci

    Lu Records etiketiyle yayınlanan “A Nightmare on Clawhammer Banjo” üzerine...

  10. Lagos – Londra treni son hızda: Afrobeat’in bugüne yansımaları

    28. Akbank Caz Festivali, zengin programında geniş bir modern Afrobeat seçkisine de yer veriyor. Karl Hector & the Malcouns, Nubya Garcia ve Bixiga 70 gibi isimleri dinleyeceğimiz festival öncesinde, Afrobeat’in uzun soluklu yolculuğunun bugünkü yansımalarına bir bakıyoruz.

  11. Yunan Yeni Dalgası’nın süperstarı: Yorgos Lanthimos

    Yorgos Lanthimos, huzurumuzu kaçırmak üzere geri dönüyor. Yönetmenin son filmi The Favourite, Ağustos sonunda Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaparken Yunan yönetmeni dünya sinemasına tanıtan Kyonotodas, Türkiye’de ilk kez 17 Ağustos’ta vizyona girdi ve 23 Eylül’e kadar izlenebilecek. Lanthimos’un satirik, donuk ve provokatif filmografisini hatırlamak için ideal günlerden geçiyoruz sonuç olarak.

  12. Görünür olma zamanı: Sinema ve televizyon tarihinde trans karakterler ve trans oyuncular

    Scarlett Johansson’un trans bir erkeği canlandıracağı duyurulduktan sonra yoğun bir tepkiyle karşılaşması da gösteriyor ki, artık trans bireylerin sözde görünür olduğu bir sinema ve televizyon dünyasına razı değiliz. Trans karakterlerin transfobik bir bakış açısıyla yazılmadığı ve trans oyuncular tarafından canlandırıldığı filmler ve diziler beklentisindeyiz.

  13. A yüzü B yüzü: Javier Bardem

    En son Temmuz ayında Türkiye sinemalarına da uğrayan Escobar ile karşımıza çıkan Javier Bardem’in kariyeri ve kişisel özellikleri, münazara bağımlısı ikili Binnaz Saktanber ve Melikşah Altuntaş’ı A Yüzü B Yüzü’nde bir kez daha karşı karşıya getirdi.

  14. “Yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk”: Gürcan Keltek ve “Gulyabani”

    Yeni filmi "Gulyabani"nin dünya prömiyerini Ağustos ayında, geçtiğimiz sene "Meteorlar" filmiyle iki ödülle birden döndüğü Locarno Film Festivali’nde yapan Gürcan Keltek'in, yöntemleri, fikirleri ve duygularına yönelik anlattıklarına kulak vermek de fazlaca kafa açıcı ve ilham verici.

  15. Puslu travmalar atlası: “Sharp Objects”

    Geçtiğimiz yılın en önemli televizyon olaylarından Big Little Lies’a imza attıktan sonra bir kez daha çarpıcı bir mini dizi ile karşımıza çıkan Jean-Marc Vallee’nin kapkara ve vurucu televizyon tecrübesi Sharp Objects, tüyleri diken diken eden sekiz bölümle akılları baştan aldı.

  16. Alternatif kimlikler: Kült ve komünler üzerine belgeseller

    2018 yapımı belgesel Wild Wild Country, Osho öğretilerini takip eden bir grup müridin karıştığı politik skandalları ele almasıyla büyük ses getirdi. Kült ve komünlerin, ortak bir yaşam ülküsünün ötesinde tarihsel ve siyasi süreçlerle organik bir ilişki içinde olduğunu bize hatırlatması sebebiyle bu belgeselden ilham alarak farklı zaman dilimlerinde farklı amaçlarla ortaya çıkan komün ve kültleri, tarihsel bağlamıyla birlikte inceleyen belgesellerden bir derleme hazırladık.

  17. İştah kabartan emsalsiz serüven: Pir-i Lezzet

    Lezzet duyusunun tasvirine bu kadar kafa yoran, yer ayıran ve bunu layıkıyla yapan çok az roman vardır. 2017’nin Ekim ayında April Yayınları etiketiyle yayınlanan "Pir’i Lezzet", sıfır pişmanlık ve tam takır zevkten ibaret.

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler