Geçtiğimiz Ekim ayından beri düzenlediğimiz Yüz Yüze serisi kapsamında gazeteci, yazar Özgür Mumcu, her ay Bant Mag. Havuz/Bina’da farklı disiplinden bir konuk ağırlıyor ve karşılıklı rahat ve keyifli bir muhabbet döndürülüyor. Mumcu’nun 22 Aralık 2017 tarihindeki konuğu gazeteci, yazar ve televizyoncu Nevşin Mengü oldu. Televizyon haberciliğine getirdiği yenilikçi ve kendine has üslubuyla tanıdığımız Mengü, kariyerinin çarpıcı anları, 2009 yılında düzenlenen İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini takip ettiği son kitabı İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı?’nın macerası ve haberciliğin yanı sıra sporcu ve vegan kimliğiyle Mumcu’nun karşısında.


Özgür: Hoşgeldin Nevşin, teşekkür ederim. Nevşin karşıya geçmeyen bir arkadaşımız normal şartlarda. Ben de kendisini zorlamak için Cuma akşamı, iş çıkışı saati ve yağmurda Kadıköy’e geçme deneyimini yaşamasını istedim. O da sağ olsun kırmadı… Şimdi, Kadıköy’e gelmiyorsun sen ama Gazze’ye gidiyorsun, Tahran’a gidiyorsun… Aslında dünyada gezmeyi seviyorsun. Sadece Kadıköy’le ilgili bir sorunun var. Ayvalık, Gazze ve Tahran’da bir sorun yok… Biz seni tabii daha çok haber sunucusu olarak tanıyoruz ama aslında sen bir muhabirsin başlangıcında bu meselenin. Ve bu işe, haber sunuculuğu belki biraz da hayat seni getirdi. Muhtemelen aklında yoktu ilk başta…
Nevşin: Tabii. Doğru. Çünkü muhabirlikte para yok. Geçinemiyorsun yani.

Özgür: Son bir kitabın çıktı; İnsanın Düşünmekten Canı Yanar Mı? isimli ve CNN Türk’ten ayrıldığın bir zamana denk geldiği için birçok insan başlığı da gördüğünde şey zannetti muhtemelen…
Nevşin: Doğan Grubu’na geçiriyor.

Özgür: Doğan Grubu’na geçiriyorsun ya da bütün gazetecilik hatıralarını buraya kanalize edeceksin ya da muhalif siyasi bir kitap yazacaksın zannetti. Oysa sen 2009 İran seçimlerindeki tecrübeni anlattın çünkü orada TRT Türk’ün İran büro şefiydin. Birçok insan açısından şaşırtıcı oldu. O konuda sana yorumlar geldi mi? “Bunu beklemiyorduk” ya da “Nereden çıktı?” gibi…
Nevşin: “Kesin ticari kaygılarla yazmış”, “Kovuldu, şimdi paraya ihtiyacı var” diye yazıyor insanlar. Oysa kitaptan para falan kazanılmıyor zaten. Attığın taş, ürküttüğün kurbağa hikâyesi.

“Bir gazetecilik anısı yazmak istemedim. 2009 İran seçimlerini yazdım. Şöyle de özel bir tarafı var kitabı okumadıysanız; bize çok benzer bir süreç yaşandı.” – Nevşin Mengü

Özgür: Bir de insan ticari kaygılarla 2009 İran seçimleri hakkında niye kitap yazsın?
Nevşin: Evet. Herkes gazetecilik hikâyesi falan bekliyordu. Ama ben çalıştığın yerden kovulunca geçirebildiğine geçirme olayını sevmiyorum. O zaman orada çalışırken ya da istifa edince geçir. Orada çalışmasaydın o zaman! Onun için öyle bir şey yapmam. Bu konuda röportaj falan da vermek bana abes geliyor. Bir gazetecilik anısı yazmak istemedim. 2009 İran seçimlerini yazdım. Şöyle de özel bir tarafı var kitabı okumadıysanız; bize çok benzer bir süreç yaşandı. Ahmedinejad adaydı, onun karşısında Musavi vardı; reformcu bir aday. Örneğin Musavi’nin memleketinde mesela sabah 10’da oy kullanılırken “Oy pusulaları bitti, haydi yallah” deyip insanları evlerine yolladılar.

Özgür: Tebriz’de oluyor değil mi?
Nevşin: Tebriz’de oluyor. Ahmedinejad kazandı dendi. Sonra insanlar sokaklara döküldü, acayip bir süreç başladı. O süreçte de bütün gazetecilerin çalışma vizelerini, çalışma izinlerini iptal ettiler ve kimse kalmadı Batılı diyeyim. Bir tek Çinliler ve Ruslar kaldı, onlar da gazeteci değil açıkça söylemek gerekirse. İran’ın batısından bir tek ben kaldım. Çünkü o zaman da bizimkilerin arası iyiydi Ahmedinejad’la. Ben kendimce muhalif yayınlar yapıyordum ama kovmadılar, yani sınırı çekmediler. Ancak bizim büromuzda çalışan fixer’a bir gözaltı oldu. Yani gözaltı da demeyeyim de… Alıp Tahran’ın kuzeyindeki işkence evlerine götürdüler. Benim yüzümden adama olanlar oldu yani.

Özgür: “Gözaltı evi demeyelim de daha ziyade işkence evine götürdüler” Sanki daha hafifi gibi söylüyorsun…
Nevşin: Çünkü resmi bir şey yok. Yani o süreçte şöyle şeyler oluyordu: Birtakım sivil kıyafetli insanlar geceleri eylemcilerin evlerinin kapılarına çarpı koyuyorlar, sabaha karşı biri gelip topluyor o insanları ve götürüyor. 100 kişi götürülmüş diye bir haber duyuluyor, merkeze geçiyorum, haber müdürü arıyor: “Gerekçe ne? Hangi gerekçeyle götürülmüş?” falan… Öyle bir şey yok! İşte, götürüyorlar. Nereye gidiyor? Bilinmiyor. Otokrasilerde işler böyle yürüyor. Yani orada kimse yokken ben vardım, hep de bunu yazmak istiyordum fakat televizyon yayıncılığı gerçekten çok beter bir iş. Gidiyorsun, giyiniyorsun süsleniyorsun, misler gibi önüne yazılanı okuyorsun gibi görünüyor. Öyle bir şey değil. Yayın başlı başına çok yoğun bir iş. Bir de üçüncü dünya mantığı olarak az insan çalıştıralım fikri var. Niye Amerikalı bir buçuk saat yayın yaptırıyor? Bunun bir mantığı var çünkü. O insan ışığın altında dört saat her gün oturursa beyni yanıyor. Dolayısıyla yayın yaparken öyle bir şeyle uğraşabilmek, başka bir şey yapabilmek çok mümkün olmuyor, ben eve ölü gibi gidiyordum açıkçası. Hep yazmak istiyordum da vaktim olmamıştı. Sonra yayından alınınca bunu yazdım. İyi de oldu. Okumanızı tavsiye ederim, sıkılmayacaksınız.

Özgür: Hakikaten ilginç de bir dönem. Arap Baharı’nın aslında bir önceki senesi başlıyor.
Nevşin: Doğru. Bu arada bu olaylar olurken Mısır’da gençler yazışıyorlardı bloglarda zaten. “Bak İranlılar nasıl hakkını arıyor, biz niye aramıyoruz?” yazışmaları o zamandan başlamıştı.

Özgür: Sana ilk Tahran’a gitmen önerildiğinde aslında başka şehirler de var listede. Bir tanesi de Atina’ydı galiba.
Nevşin: Evet. Sıkılırım orada dedim.

Özgür: Habercilik dürtüsünden bu muhtemelen değil mi?
Nevşin: Tabii, tabii… Aslında ben o zaman Habertürk’te çalışıyordum yine müthiş düşük bir maaşla.

Özgür: Atina pahalı mı gelirdi?
Nevşin: Evet. Habertürk’teyken de çok korkunçtu. Mesela Ergenekon davaları sürecinde muhabirken üç gün adliyenin önünde yatıyordum çünkü muhabir değiştirmek istemiyordu. Erkek muhabirler şişeye işiyordu. Ben simitçinin açılmasını bekliyorum sabah. Saçma bir hayat yani. TRT Türk o sırada kuruluyor ve muhabir aranıyordu. O zaman Gökhan Eren’in One Ajans’ı üzerinden yapıyorlardı. Atina, Almatı, Tahran gibi birkaç yer saydı. Ben de Obama seçildi, oralarda da bir şeyler değişir, bir hareket olur diye düşündüm ve hemen Tahran’ı seçtim. Bir buçuk sene orada çalıştım fakat sonra da Atina’da olaylar patlak verdi. Atina deseydim de bir kitap çıkarmış bak.

Özgür: Daha öncesinde Gazze’ye gitmişliğin de var, Orta Doğu senin için pek yeni bir yer değil.
Nevşin: Tabii, Habertürk’teyken de hep Orta Doğu işlerine bakmıştım.

Özgür: Yani sen savaş muhabiri olarak başlayacakken birden kendini haber sunarken mi buldun? Nasıl oldu o süreç?
Nevşin: Savaş muhabirliği falan, eski romantik kavramlar. Dünyada kalmadı ki böyle bir şey. Zaten artık herkes daha az muhabirle çalışıyor, her türlü haber sosyal medyadan akıyor. Artık insanlar sahaya gönderdiği muhabirin daha çok bir şov insanı olmasını bekliyor. Bütün dünyada bu böyle. Savaş takip ettim; savaş sonrası Lübnan’a gittim, Gazze savaşını takip ettim, Kuveyt’e gittim, orada çok haber yaptım. Tahran sonrası da Hürriyet’te çalışmaya başladım. Ardından da CNN.

Özgür: Peki haber sunmaya nasıl karar verdin? Yani editörlerin arasında durabilirdin ya da muhabirliğe devam edebilirdin.
Nevşin: Hürriyet’te çalışıyordum… Orada herkes kendini dünyanın en ünlüsü ve en önemli insanı zannediyor. Herkeste havalar bin beş yüz. Ve tabii maaşlar müthiş düşük. O sırada CNN’de 14.00-16.00 haberlerini sunan arkadaşım Seda ayrılmıştı ve ben de gidip CNN’in o zamanki genel müdüründen iş istedim. Bir program vardı aklımda. “14.00-16.00’cı kız gitti, sen onu sun” dedi. “Tamam” dedim, “Onu sunarım”. O zamanlar tabii bu kadar sıkı bir politik ortam yok; “Hem sen muhabirsin, yorum da yap biraz, renkli olsun” dediler… Sonrasında ana haberde yedi sekiz sene çalıştım.

Özgür: 14.00-16.00 haberleri için başlamış olabilirsin ama bir ara kanalı neredeyse senin üzerine yaptılar. Dört saat miydi senin yayın?
Nevşin: Beş saat! Allahtan sonra bir şey söyledim, kriz çıktı, bir saate indirdiler.

Özgür: Hakikaten nasıl oluyordu o kadar saat?
Nevşin: Saçma. Gerçekten olmaması lazım.

Özgür: Çünkü ana haberden önce bir saatlik bir yayın daha yapıyordun.
Nevşin: Bunlar işte tam üçüncü dünya ülkesi işleri.

Özgür: Hayır. Onu niye yapıyordun? Sonra zaten haberleri anlatıyorsun. Ondan önce bir saat daha niye bir şeyler anlatıyorsun?
Nevşin: Ekstra insan almak istemiyorlar. Bir de medyada şöyle bir şey var: bir yerden bir yere transfer olmazsan “Bu bizim kız, işini ver yapsın” oluyor. Oradan oraya transfer olmak lazım ki itibarın olsun. Zaten konuşuyor, bir saat daha konuşsa ne olacak diye düşünülüyor. Genel Müdür böyle bakıyor işe.

Özgür: Bunun bir de ön hazırlığı var…
Nevşin: Tabii. Aslında en zevkli kısmı oydu. Öğle saatlerinde bütün birim şefleri geliyordu, bir ana haber toplantısı yapıyorduk, herkes fikrini söylüyor, yaratıcı bir şeyler geliştirmeye çalışıyorsun. En zevkli kısmı orası; kamera arkası. Oradaki dostluklar, arkadaşlıklar…

Özgür: Peki, sen dış haberden girdin aslında.
Nevşin: Evet, dış haberden girdim. Bu iş hep böyledir, bizde medya çok zavallı olduğu için biri yabancı dil biliyorsa hemen dış habere iterler, oradan başlar. Kanal Türk’te başlamıştım, Tuncay Özkan’ın Kanal Türk’ü o zaman…

Özgür: O zaman Ankara’da mıydın? Bu arada hatırlatalım, Nevşin Ankaralıdır. Ben de Ankaralı olduğum için hatırlatıyorum, sanki bir dayanışma var gibi aramızda.
Nevşin: Hayır, İstanbul’a geldim hemen. Küçük bir kanal olduğu için aslında her şeyi kendimiz yapıyorduk. Yaşar Okuyan’ın makyajını yapmıştım ben bir gün yayın öncesi. Çünkü makyöz yok…

Özgür: Başarılı oldu mu makyaj?
Nevşin: Olmadı çünkü kadın makyajıyla erkek makyajı farklı; biz gözaltına açık renk sürüyoruz ya, adam Sibel Can gibi çıktıydı aydınlık aydınlık.

Özgür: Kanal değiştirmek lazım dedin, değiştirmediğin kanal kalmamış bu arada. Kanal Türk, Haber Türk, TRT Türk, CNN Türk… Peki Kanal Türk de çok uzun sürmedi galiba?
Nevşin: Uzun sürdü, yıllarca sürdü. Orada maaş vermiyorlardı yine, sekiz ay maaş vermediler en son “Ölecek miyim ben?” dedim…

Image

“Haber aslında masraflı bir iştir. Haydi diyelim ki ufak tefek ya da rutin haberleri hallettin… Onun zaten fazla bir alıcısı olmaz. Özel bir şey yapacaksan o zaman bir maddi kaynağa ihtiyacın var.” – Özgür Mumcu

“Artık biz gazeteciler, iş insanı olmak durumdayız bana soracak olursan. Bir araya gelip kendi network’ünü oluşturup, ona finansman bulup yürüteceksin işi. Bu iş biraz daha butiğe gidiyor gibi görünüyor.” – Nevşin Mengü

Özgür: Bu arada ben de tabii Nevşin kadar olmasa bile az buçuk biliyorum. Altı yedi ay süren ufak bir televizyon maceram oldu. Artı Bir’de kimsenin kimseye maaş verdiğini görmedim. Bir noktadan sonra şöyle bir şey olmaya başladı: Konuk gelecek, araç da getiremiyorlar, en sonunda konuğun taksi parasını da ben vermeye başladım. Bir yerden sonra zorla program yapıyormuşum gibi oldu.
Nevşin: Konuktan para istemeye başlıyormuşsun…

Özgür: Hakikaten de ben hayatta bu kadar maaşların yerlerde süründüğü başka bir sektör daha görmedim. Çok kazananlar eminim vardır ama onu kazananlar da gazeteci değil herhalde…
Nevşin: İşte bunun kaymağını yiyen 1990’larda yedi. Eskiden Reha Muhtar, Show TV zamanlarında kameraman arkadaşların Mercedes’i vardı. Televizyon yeni bir şeydi. Şimdi eskisi kadar izlenmiyor aslında. 40 yaş altı çok fazla televizyondan değil de internetten izlemeyi tercih ediyor.

Özgür: Gazete alınmaması gibi bir şey bu işte.
Nevşin: Herhalde… Gençler CNN’de izledim demiyor da “Cüneyt Özdemir’in YouTube kanalı var, gördün mü?” diyor. Yani artık biz gazeteciler, iş insanı olmak durumdayız bana soracak olursan. Bir araya gelip kendi network’ünü oluşturup, ona finansman bulup yürüteceksin işi. Bu iş biraz daha butiğe gidiyor gibi görünüyor.

Özgür: Haber aslında masraflı bir iştir. Haydi diyelim ki ufak tefek ya da rutin haberleri hallettin… Onun zaten fazla bir alıcısı olmaz. Özel bir şey yapacaksan o zaman bir maddi kaynağa ihtiyacın var.
Nevşin: Tabii ki. Hele ki savaş bölgesi… Mesela biz Gazze’ye gittiğimizde orada rüşvet saça saça geziyorsun Hamas gelip başına iş açmasın diye. Mesela ben İran’da yaşarken de pahalıydı benim orada kalmam. Çünkü orada her semtte yaşayamam. Böyle bir gerçek… Kapıya dayanırlar bekâr kadınım diye. Toplu taşımayla gezme imkânın da sıkıntılı, tacize uğruyorsun. Mecbur taksiyle seyahat etmek zorundasın. Avrupa gibi metroya bindim iki dakikada oradayım diye bir dünya yok.

Özgür: Orada da hayat pahalı.
Nevşin: Aslında bu otokrasilerde de çok pahalı çünkü ambargo var veya İran’a dışarıdan bir şey ithal girecek, devrim muhafızları aradan çok yüksek rüşvet aldığı için buradaki uyduruk gofret orada dehşet bir para oluyor.

Özgür: O ama ambargonun getirdiği bir hikâye tabii.
Nevşin: Ama çikolataya ambargo yok ki. Sistem öyle. Devrim muhafızı kendi üstünden yürüttürüyor her şeyi. Orada bir eve gideceksen yabancı çikolata almak çok havalı, burada 3,30 paraya satılan bakkaldaki şey orada havalı bir şey.

Özgür: Biz çocukken de öyle değil miydi? Yurt dışından geldiği zaman herkes o çikolataların peşine düşerdi. sonra anladık ki süpermarket çikolatasıymış. Doğru düzgün bir şey alıyor zannediyorduk tabii çocuk olduğumuz için.
Nevşin: Evet, kontrollü ekonomi.

Özgür: Nevşin’le kardeşimle üniversitede sınıf arkadaşı olmalarından da bir tanışıklığımız var. Dolayısıyla daha evvel de görüştük biz yani, ilk kez burada karşılaşmadık. İran dediğinde ben düz bir insan olarak “Ev partileri nasılmış Nevşin orada?” diye sormuştum. Hep duyuyoruz ya “İran’da acayip ev partileri varmış!” diye. Nevşin de “Ne olabilir ki en fazla?” dedi. Şaşırmıştım. Hakikaten sonra düşündüm; ne olabilir ki en fazla?
Nevşin: İşte birinin evinin salonunda dans ediyorlar İran popuyla, oynuyorlar ortada. Kanepeleri kenara çekiyorlar, özünde böyle yani…

Özgür: Sonra bu İran macerasından sonra yurt dışında bir daha düşündün mü? Bir yere temsilci gibi gitmek, yurt dışında gazetecilik yapmak…
Nevşin: Zorlu bölgelerde mi?

Özgür: Zorlu, zorsuz…
Nevşin: Açıkçası yaşam standardına bakar. Havuzlu villada oturabiliyorsan orada her yerde çalışılır, sıkıntı değil. Ama artık 35 yaşından sonra da…

Özgür: Havuzlu villa dışında bir yerde çalışmam diyorsun.
Nevşin: Hayır, yani… Sırt çantamla sersefil oralarda zor olur. Sürekli kalmak açısından koşullar lazım. Yoksa haber için geçici gideceksin, savaş takip edeceksin, tabii ki...

Özgür: Savaş harici de… Bir yayın organının Amerika’daki ya da başka bir yerdeki temsilciliğini yapmak mesela…
Nevşin: Tabii, keyifli iş. Niye istemem? Herkes ister…

Özgür: Çok kalmadı ama o temsilcilikler eskisi gibi… Eskiden çok vardı çünkü. Gazetelerin, ufacık gazetelerin bile vardı yani her ülkede neredeyse.
Nevşin: Haber ulaşamıyordu ki. Şimdi zaten bütün haber akışı ajanstan, sosyal medyadan. Ha şimdi de kritik olan yerler var… Türkiye’nin neresi kritik ki? Bir tane Moskova tutarım ben olsam.

Özgür: Ama orada da habercilik yapmak bir ara güçtü.
Nevşin: Olsun. Önemli olan oradan sana background bilgi geçmesi oradaki insanın. Veya Washington… Buralar önemli. Ama tabii Türkiye’de öyle bir medya kuruluşu da kalmadı para harcayacak doğru düzgün iş yapacak maalesef.

Özgür: Bu çok yoğun tempolu olduğun dönemde, günde üç dört saat ekrandasın ortalama değil mi o zaman? Öncesinde de herhalde iki üç saatlik bir çalışması vardır…
Nevşin: Evet. Sekiz dokuz saat geçiriyordum…

Özgür: Zaten Bağcılar’dan eve dönmen bir buçuk saat gibi bir şeydir…
Nevşin: Doğrudan yatıp uyuyordum.

Image

“Bağımlılık. Yaptıkça yapasın geliyor. Böyle bir şey bu uzun mesafe sporları.” – Nevşin Mengü

Özgür: Çünkü bir de sabahın köründe kalkıp koşuyorsun.
Nevşin: 6’da kalkıp…

Özgür: Yoksa normal bir insan olsa aslında 23.00’te, 24.00’te de yatabilir…
Nevşin: İşte Ironman koştuğum için…

Özgür: Her sabah kalkıyor muydun?
Nevşin: Bu antrenmanı bir merdiven gibi yükseltip alçaltıyorsun. Sürekli yüksekte de yapamazsın yani, sakatlanırsın ve hayat adına çok zor. Evet. Aşağı yukarı her gün bir antrenmanım oluyor. Yarışa yakın biraz daha yoğunlaşıyor, uzuyor antrenmanlar. Yarış sonrası biraz rahat… Bir yarış takvimi çıkarıyorsun, o takvime göre bir hayatın oluyor işte.

Özgür: Ama bunun yarım Ironman’i bile bir hayli zor bir şeymiş. Ben mesafenin o kadar uzak olduğunu bilmiyordum.
Nevşin: İş fizikselden ziyade kafada bitiyor.

Özgür: Efendi Yoda mıyız biz yani? Neticede 90 kilometre bisiklet sürüyorsun canım, ne kadar kafada olabilir?
Nevşin: Yoruldukça kafada “Sıçarım böyle işin içine” oluyorsun, onu bastırman lazım. Sabır işte. Bu da bir meşguliyet işte. Antrenman filan derken güzel, keyifli vakit geçiriyorsun aslında, Türkçesi bu. Rahatlıyorsun.

Özgür: Arkadaşlarla halı sahada maç yapmak, günde yarım saat yüzmek keyifli vakit geçirmek olabilir ama seninki keyifli vakit geçirmekten daha başka bir yere gelmiş durumda.
Nevşin: Bağımlılık. Yaptıkça yapasın geliyor. Böyle bir şey bu uzun mesafe sporları.

Özgür: İran’da koşmana biraz karışmışlar değil mi?
Nevşin: Oraları buraları sallanıyor diye yasaktı o zaman kadınların koşması. Ama şimdi tabii maraton falan düzenlediler: Birinci Tahran Maratonu. Vardı koşan kadınlar. İşte yavaş yavaş açılıyor hikâyesi…

Özgür: Bu koşu işi reformistlerin gelmesinden sonra oldu ama değil mi?
Nevşin: Evet, Ruhani’den sonra.

Özgür: Biraz kitabında da bahsediyorsun; bu reformist–muhafazakâr ayrımı aslında küçük bir siyasi spektrum içindeki reformcular ve muhafazakârlar değil mi yani? Neticede o da İslamcı reformist…
Nevşin: Tabii. Ama muhafazakârlar çok kötü, çok deli adamlar. Seni beni Sünni diye öldür derler.

Özgür: Diğer daha seküler kısmın falan zaten siyaset sahnesi hiç yok…
Nevşin: Yapmasına izin verilmiyor. Yoksa bizim gibi insanlar var. Belki İran toplumunun yüzde 20’si, yüzde 30’u… Ama işte onların bir temsiliyeti olamıyor İran siyasetinde.

Özgür: Kitabında o ilginç gelmişti bana. Bahsettiğimiz çılgın ev partilerini verenler o seküler kısım değil, aslında İran İslam devriminin ikinci, üçüncü kuşağı, orada parayı bulmuş olanlar.
Nevşin: Para onlarda tabii, aynen öyle. O seküler kesimde öyle para yok. Daha küçük, mütevazı hayatlar yaşıyorlar.

Özgür: Ankara’daki memur ailesi gibi oturup iki duble rakısını içiyor yani.
Nevşin: Bravo, tam Ankara hayatı, aynen öyle.

Özgür: Bir de sende bir veganlık davası var. Herkes artık biliyor galiba… Arkadaşlar Nevşin vegan! Bundan bahsetmeyi seviyor. Doğru yere geldin. Birçok arkadaşımızı veganlığa kaybettik. Giderek çemberimiz daralıyor et yiyenler olarak. Bunu et yemekten gurur duyduğum için söylemiyorum çünkü senin veganlık hakkındaki dayandırdığın felsefi gerekçeleri insan duyunca şöyle bir susup, “Allah benim belamı versin” gibi hissediyor. Çocukluktan gelen bir şey bir de galiba değil mi?
Nevşin: Evet, çocukluktan gelen bir şey. Hayvanları hep çok seviyordum ve hiç yemek istemiyordum açıkçası. Garip geliyordu bir şeyin kafasını kesip yemek. Çocuk denilecek yaşta et yemeyi bıraktım. Fakat Türkiye’de enteresan bir şey var, insanlar nefret ediyor vegansan. Niye ki? Böyle bir nefret var…

Özgür: Gerçekten öyle bir şey var mı?
Nevşin: Var, niye olduğunu anlamış değilim ben.

Özgür: Böyle hafif dalga geçmeyi anlarım, müstehzi davranmayı vesaire…
Nevşin: Yok yok, mesela Twitter’a yaz “vegan”, gelen küfürlere inanamazsın yani.

Özgür: Onu böyle yabancı kültürün bize empoze ettiği bir şey olarak mı görüyorlar acaba?
Nevşin: Bilmiyorum. Ben de öyle çok şey yapmayı sevmiyorum… Daha militan, vegan arkadaşlar var ya yemeyin, yemeyin diye…

Image

“Aslında tecavüze uğramış ve çocuğu kendisinden ayrılmış olan bir hayvanın sütünü içiyorsun. Ki ben peynir çok severdim eskiden vejetaryenken, öyle düşününce şimdi yiyecek bir şeymiş gibi gelmiyor artık bana.” – Nevşin Mengü

Özgür: İşte Amerika’da onu fıkrası var ya: “Birinin vegan olduğunu nasıl anlarsın?” diyor… “Çünkü o sana söyler” diyor.
Nevşin: Evet, evet. Ben çok söylemeyi sevmem. Bizim Emin Çapa söylemeyi çok severdi CNN’de. Ben öyle sevmiyorum, ama yaşlandıkça da insan huysuzlaşıyor. Eskiden geçiştirirdim. “Niye yemiyorsun?” dediklerinde “Çünkü bir şeyin kafasını kesiyorsunuz, farkında mısınız?” diyorsun, antipatik oluyor. Ama insanlar bilmiyor mesela… Benim şu an sütüm var mı? Yok. Niye? Çünkü çocuğum yok. Memeli canlının ne zaman sütü oluyor? Çocuğu olduğu zaman. Ve o süt aslında çocuğu için. Aslında korkunç bir sistem var. Sistematik tecavüz ettiriliyor bu hayvanlara sürekli doğursun diye. Doğadaki gibi eşleşmiyor bu hayvanlar, bağlıyorlar. Bir de eski biniciyim ben, atlara da öyle yapılırdı. Bacaklarını bağlıyorlar, çünkü o hayvan en iyi erkek bu diye onunla çiftleşmek istemiyor illa. Ayaklarını bağlıyorlar ve tecavüz ettiriliyorlar aslında ve bu hayvanlar sürekli hamile kalıyor. Çocuklarını bu hayvanlardan ayırıyorlar ve senin içtiğin süt o yani. Aslında tecavüze uğramış ve çocuğu kendisinden ayrılmış olan bir hayvanın sütünü içiyorsun. Ki ben peynir çok severdim eskiden vejetaryenken, öyle düşününce şimdi yiyecek bir şeymiş gibi gelmiyor artık bana. Kimseye de “Aa yemeyin, çok kötü” falan da demiyorum ama bu işte böyle yani.

Özgür: Şu anda kaç kişinin cumartesi ve pazar kahvaltısını bitirdiğini biliyor musun? O peynirleri kimse yiyemeyecek. Şurada yurt dışından keçi peyniri getirmiş arkadaşlarımız var… Bir de o zaman bununla bağlantılı olarak en klasik soruyu sorayım bir de yüksek spor performansı da gösteren birisine… Vardır ya işte, yeterince beslenemezsin vegansan. Yetiyor mu?
Nevşin: Yetiyor, onun etle alakası yok ki. Aslında onun özü şu: performansım çok süper olsun diyorsan o zaman akşam 9’da yatacaksın, hiç alkol almayacaksın… Önce onları yap, sonra eti sütü konuşuruz yani.

Özgür: Peki nerede yüzüyorsun? Yüzme antrenmanlarını kapalı spor salonunda mı yapıyorsun?
Nevşin: Kışın kapalıda. Sonra bizim yüzücü bir abimiz var, Erkan Bey. Onun zodyağıyla açılıyoruz Adalar etrafında. Geçen kış Aralık’ta Heybeliada açığında yüzdük niyeyse. İşte gittik dört kişi yüzdük, bir tur attık o koyun içerisinde. İkinci turu atalım mı diye yüzümü çıkardım, sesleneceğim ama oynamıyor…

Özgür: Yapabileceğini düşünüyorsun ama aslında donmuşsun.
Nevşin: Aslında soğuk çok tehlikelidir, yapmamak lazım. Cahil cesareti işte bunlar hep… Yani Avrupalı’nın kafasını kessen yapmayacağı şeyler. Ama “Bize bir şey olmaz, pekmez içeriz!”

Özgür: Zodyağın arkasında pekmez… Bir de kapalı bir yeri de yok değil mi? Soğukta yüzdün, zodyağa çıkıyorsun bir de! Üstü açık değil mi?
Nevşin: Tabii. Bizle gelen kız hasta oldu, bir hafta kalkamadı.

Özgür: Sen bir de böyle televizyona çıkıyordun değil mi? Hani mesela bir önceki gün soğukta yüzmüşsün Heybeliada’da… Peynir bile yemeden bir de…
Nevşin: Sabah 30 kilometre koşuyorsun, öğleden sonra yayın… Ama sonra akşam erken uyuyordum tabii.

Özgür: Birçok insan gibi benim de hâlâ pek aklım almıyor o tempoyu nasıl yapabiliyorsun. Çünkü biz normal insanlar çoğumuz zaten gündelik hayatta uyanıp bir yere gitmek bile zor geliyor trafiktir, bilmem nedir…
Nevşin: Mod. Mod işi bu. Bir de şöyle bir şey var: koşmaya alışınca yürümek daha zor. Mesela her yere koşup gitmek istiyorum ben. Daha hızlı. Veya işte bisikletle aslında gidebilsen her yere çok daha pratik.

Özgür: Şimdi de köşe yazarlığına başladın, BirGün’de yazıyorsun. Ekrandan ayrıldığından beri artık vakit oldukça bunları yapmaya başladın.
Nevşin: CNN’de çalışırken izin vermiyorlar yapmana… Yine yazabilirdim ama “Yazma, boşver” diyorlardı. Şimdi tabii özgürsün. Köşe yazmak eğlenceli bir şey. Sonuçta fikir yazıyorsun.

Özgür: Zaten Bavul’a da yazıyordun sen değil mi?
Nevşin: Bavul’a da yazıyordum. Socrates’e de yazıyorum.

Özgür: Peki şimdi şahsi görüş bildirmeye başlamanla haberci kimliğindeki “tarafsızlık” biraz gidiyor mu sence? Yeni bir kimlik mi geliyor? O haberci kimliğiyle çatışır mı? Nasıl düşünüyorsun?
Nevşin: Evet. Tabii ki görüş belirttiğin zaman taraf belirtmiş oluyorsun zaten. Ben de sonuçta kaşımla gözümle tarafımı bu zamana kadar belirtmiş bir insanım aslında. Benim ne olduğum belli.

Özgür: Ama kaşınla gözünle yaptın…
Nevşin: Bunlar yeni etik sorular bana soracak olursan. Hepsi felsefe sorusu gibi tartışılabilir. Hakikaten haberci dediğin insan tarafsız olmak zorunda mı? Tarafsızlık nedir? “13 yaşında tecavüze uğradıysa evlendirilsin, cezası düşsün tecavüzcünün” dendiğinde karşısında taraf olurum tabii. BirGün’dekileri de kızdırıyorum. NATO tartışmasında mesela Türkiye’nin NATO’dan ayrılmasının hayalcilik olduğunu, saçmalık olduğunu yazdım. “Ama NATO bir savaş örgütüdür sonuçta” falan dediler. Ben de ne diyorum? Barış örgütü mü? Öyle bir şey yok. John Lennon’ın “Imagine” şarkısı mı yani? Öyle bir dünya değil bu. Ama biz bunu yayınlamayız da demiyorlar. Oradan da kovulurum ben yakında… Şunu demek istiyorum, herkes o kadar bir taraf ki… “Biz solcuyuz o zaman NATO karşıtıyız”. Neyiz? Rusçu muyuz o zaman? Niye Rusçuyuz? Putin çok mu süper biri? Biz niye Putin’in tarafını tutuyoruz, sormuyor kimse. Çünkü niye? Amerika kötü. Yani böyle garip taraflar var Türkiye’de ve bunların arasında geçişkenlik yok, şimdi en çok sıkıntı yaşadığım şey benim o.

“Bu son dönem büyük ihtimalle o daha ulusalcı aileler ‘daha özgürlükçü’ olan çocuklarıyla hafiften birleşmeye de başladılar. Çünkü onlar da onlara hak vermeye başladı, diğerleri de öbürlerine hak vermeye başladı. Aslında bir yakınlaşmanın da olduğu bir dönem oldu. Ya da bir köşeye sıkışmanın tabii… Yani orta yolu mu bulduk yoksa hep beraber aynı köşeye mi sıkıştık bilemiyorum.” – Özgür Mumcu

Özgür: Baban da CHP milletvekili idi uzunca bir dönem. Uzun yıllardır siyaset yapan biri, aynı zamanda daha evvelden avukatlıkta siyasi davalara girdiği için de bilinen birisi. Aslında Cumhuriyet’in avukatıydı değil mi yıllarca?
Nevşin: Cumhuriyet’in avukatıydı, Ecevit’in avukatıydı…

Özgür: Yani siyasete yeni girmiş biri ya da siyasete başka bir şey yaparken birden bire girmiş biri de değil. Aynı zamanda partinin daha cumhuriyetçi ve ulusalcı diye bilinen kesimindendi. Senin öyle bir kimliğin yok. Hatta bir röportajında, “Ben liberalim, babam da bana liboş diye kızıyor” diyorsun. Sen liberal misin? Bu kuşak farkı nasıl oluyor? Neler oluyor?
Nevşin: O kadar flu ki… Aslında biz ulusalcılarla çok dalga geçtik falan da 20 yaşında babanı salak zannediyor, 40 yaşında haklı olduğunu anlıyorsun. Tabii ki tecrübeyle bir şeyler söylemişler ve çok haklı çıktıkları konular oldu ve dönüp “Haklıymışsın” deyip özür diliyorum. Ama tabii onlar daha kapalı bir dünyada büyümüşler, dünyaya daha paranoyayla bakıyorlar. Mesela bilinçaltlarında Sevr paranoyası diye bir şey var. Türkiye Amerika’yla bir anlaşma imzalayacaksa “Kesin işgal etmek istiyor!”… Biz daha dünyaya entegre büyüdük ne olursa olsun. Paranoyayla değil de daha anlayarak bakabiliyoruz. Ama aslında bizim de böyle olabilmemizin nedeni ne olursa olsun o Kemalist jenerasyonun kendini dünyaya, Batı’ya açma isteği. Şimdi muhafazakârlara baktığınız zaman onların çok çok daha kapalı olduğunu görüyorsun hâlâ dünyaya.

“İnternet ve sosyal medya aktivistliği bana soracak olursanız sokağa çıkmaktan daha çok işe yarıyor doğru kullanırsan bir şekilde. Öyle bir dönüşüm içerisinde olduğumuzu düşünüyorum.” – Nevşin Mengü

Özgür: Bir de tabii bu son dönem büyük ihtimalle o daha ulusalcı aileler tırnak içinde “daha özgürlükçü” olan çocuklarıyla hafiften birleşmeye de başladılar. Çünkü onlar da onlara hak vermeye başladı, diğerleri de öbürlerine hak vermeye başladı. Aslında bir yakınlaşmanın da olduğu bir dönem oldu. Ya da bir köşeye sıkışmanın tabii… Yani orta yolu mu bulduk yoksa hep beraber aynı köşeye mi sıkıştık bilemiyorum.
Nevşin: Aslında hiçbir grup isteyerek müzakere yapmıyor. Siyasi koşullar seni müzakere yapmaya itiyor… Türkiye’de de şu anda değişik seküler gruplar bir şekilde bir arada duruyorlar aslında; daha liberaller, daha Marksistler, daha Kemalistler daha bir cephede duruyor şu anda mecburen, böyle bir politik konfigürasyon olduğu için. Burada aslında birleştiren şey hepimizi sekülerizm oluyor bana soracak olursan.

Özgür: Senin aktif olarak siyaset yapmaya hiç ilgin olmadı değil mi?
Nevşin: Aslında yapmak isterim siyaset. Oturduğun yerden yaz, konuş… O zaman bu kadar dert ediyorsan bir şey yap. Ama bu yeni sistemle meclise girsen ne olacak ki.

Image

“Neydi demokrasi? İnsanlar her şeyi öğrendiği zaman basın eliyle iradeleri aydınlanacaktı ve en iyi tercihi yapacaktı. Klasik liberal konsensus buydu, bu şekilde de demokrasi gelecekti. Bu çöktü şimdi. Teknoloji bunu arttıracağına azalttı…” – Özgür Mumcu

Özgür: Yani zaten ben klasik siyaseti demiyorum, sivil toplum çalışması mesela? Hangi alanlarda ne yapmak istersin?
Nevşin: Bilmiyorum ki. Yeni siyaset yapma biçimleri… Herhalde geliştireceğiz bunları yani. İşte dünya da böyle bir değişim ve dönüşüm geçiriyor ya, herhalde bulacağız hep beraber yeni siyasete etki etme yöntemlerini. Çünkü şu anda sivil toplumu kim dinliyor ki dünyanın neresinde? Nasıl bir baskı uygulayabiliyorsun ki? İnternet ve sosyal medya aktivistliği bana soracak olursanız sokağa çıkmaktan daha çok işe yarıyor doğru kullanırsan bir şekilde. Öyle bir dönüşüm içerisinde olduğumuzu düşünüyorum.

Özgür: Hazır bir medya çalışanını bulmuşken… Bu “Fake News” meselesi var ya… Ben ilk başta bu çıktığı zaman “Bu yabancılar da sürekli her şeye bir kavram buluyorlar, sözlüğe koyuyorlar, yalan haber daha önce de yok muydu ki?” diye düşünmüştüm. Hakikaten ilk tepkim bu oldu kendi kendime yaşadığım. Allahtan kendi kendime yaşamışım. Sonra birdenbire bunun nereye varabildiğini gördük işte internetin geldiği durumda, Trump hadisesi, vs. Biz zaten çok alışığız yalan habere. Fakat iş çok boyut atladı ve özellikle internette insanlar belli bir yalan haberin içine hapis de olabiliyorlar ve dışına çıkamıyorlar. Yankı odası dediğimiz hadise. Yani herkesin sadece birbirini dinlemesi ve çok kolay yanıltılabilmeleri… Neydi demokrasi? İnsanlar her şeyi öğrendiği zaman basın eliyle iradeleri aydınlanacaktı ve en iyi tercihi yapacaktı. Klasik liberal konsensus buydu, bu şekilde de demokrasi gelecekti. Bu çöktü şimdi. Teknoloji bunu arttıracağına azalttı…
Nevşin: Bir şey söyleyeceğim, bu çok ciddi bir konu. Rusya ve Çin ciddi yatırım yapıyor yalan haber yaymak için, Amerikan hurafesi falan değil, bu işin birçok verisi var. Bunu hiç Türkiye için konuşmuyoruz biz. Mesela Yeni Şafak’ın patronu kim diyorsun ya… Fonlamasının Rusya’dan gelmediğini biliyor muyuz mesela? Hayır. Uzmanlar şu anda Rusya’nın yaydığı Fake News ile mücadele edemiyor aslına bakacak olursanız. Bu Türkiye’de sistemi nasıl etkiliyor? Şöyle etkiliyor: Rusya  yaydığı yalan haberle Türkiye’nin %1’inin bile sandık başına gitmesini engellese bütün Türkiye’deki siyaset değişiyor işte. Onun için biraz uyanık olmak lazım bu konuda.

Özgür: Bir röportajında da şuna rastladım: “Herhalde hafta sonu gazete okumuyor, televizyonu takip etmiyorsunuzdur…” diye soruyorlar. Sen de tam tersine en çok gazeteyi hafta sonları okuduğunu ve arkadaşlarınla buluşunca da siyaset konuştuğunu söylüyorsun. “Çok sıkıcı bir insanım” diyorsun. Hakikaten öyle misin yani? Ne yapıyorsun hafta sonları? İnsanlarla oturup siyaset mi konuşuyorsunuz? Arada CNN Türk mü açıp mesela tartışma programlarının tekrarlarını mı izliyorsun? Mesela İsmail Saymaz mı konuşuyor evde hafta sonları?

Nevşin: Evet, gerçekten öyle. İsmail her yerde ya İsmail… İnsanlarla siyasetten başka da ne konuşulur ki bilmiyorum açıkçası. Sıkılıyorum…

Özgür: Sen niye böyle oldun Nevşin? Aileden mi böyle oldun mesela? Siyasi bir ailede büyüdüğün için mi böyle oldu?
Nevşin: Bilmiyorum, bir de tabii yaşım da geçti de ben kadın kadına bir araya gelip erkek arkadaş çekiştirmeyi de hiç sevmedim… Çok sıkılıyorum, inanılmaz sıkılıyorum. Günlük her şeyden sıkılıyorum. Ya da Ankara’da büyümekten mi acaba? Ankara biraz böyle bir yer ya… Siyasi bir yer.

Özgür: Ben de Ankaralıyım ama ben tabii liseden sonra ayrıldım, üniversitede İstanbul’a geldim belki ondan… Ben de hiç siyasetle ilgilenmiyorum biliyorsun. Ankara da yapmış olabilir gerçekten.
Nevşin: Ankara öyle bir yer sonuçta. Herkes bir vekil, herkes bir bakan, bir daire başkanı… Öyle büyüyorsun. Ama ben de isterdim daha entelektüel bir ailem olsun, sanat konuşulsun, bir şey olsun…

Özgür: Entelektüel bir aileden geliyorsun da sen siyasete fazla odaklanmışsın yani.
Nevşin: Yani, öyle bir sanat, müzik konuşulan bir ortamım olmadı hiç…

Özgür: Peki hiçbir gün bu işleri bıraksam, bambaşka bir şey yapsam, siyasetle hiç ilgilenmesem, gündemi hiç takip etmesem diye düşünüyor musun? Tatilde ne yapıyorsun ya da?
Nevşin: Siyaset konuşuyorum… Ya ben aslında düşündüm, dedim ki aslında küçük bir vegan kafe mi açsam ben… Her işten ayrılan gazeteci gibi… Bir çarptım böldüm, o iş çok pahalı.

Özgür: Hepsi vegan demiyor herhalde… “Bir yer mi açsam?” diyor.
Nevşin: Ama çok pahalı o işler, kotaramam ben. Hiç sevemedim bir de hesap kitap, esnaflık kafasını…

Özgür: “İşletmeci olamadığım için politikaya devam edeceğim” diyorsun.
Nevşin: Şimdi gazetecilik yapmaya devam ediyorum işte. Deutsche Welle Türkçe’ye de bir şeyler yapıyorum.

Özgür: Ne yapıyorsun oraya?
Nevşin: Oraya haftada bir program yapıyorum online, “Bire Bir” diye. Tek bir tane konuk alıyorum. Bire bir, derinlemesine sorabiliyorsun. Zaman kısıtı yok, sansür yok, daha rahat.

Özgür: Ama gerçekten vegan lokantasını düşündüm bir ara diyorsun.
Nevşin: Düşündüm. Düşündüm ama kardeşim “Sen salak mısın ya? Kaç tane satacaksın? Zaten üç kuruş paran var kenarda, onu da bununla yitireceksin, gideceksin” falan dedi. Bir hesap ettim, doğru. Aslında vegan ürünlerin maliyeti düşük tabii, ne olacak özünde her şeyi nohuttan filan yapıyorsun. Ama o işi bilmek, şeflikten biraz anlamak lazım.

Özgür: O mutfağı bilen bir aşçı lazım herhalde.
Nevşin: Aslında tamamen mantalite. Kuru fasulye pilav mesela… Hani veganlık sanki çok lüks bir şeymiş zannediliyor ya…

Özgür: Yani sen vegan lokantası diye kuru fasulye pilavcı mı açacaksın? Aslında ne güzel olur, değil mi?
Nevşin: Üniversite yakınında bir yer kestirmiştim ben gözüme. Orada çocuklara sabah vegan tost, vegan gözleme, vegan ayran yapacaktım. Halk işi yapacaktım.

Özgür: Vegan ayran nasıl olacak? Süt kullanıyorsun…
Nevşin: Yok, olur mu işte… Onu badem sütünden veya pirinçten de yapabiliyorsun.

Özgür: Pahalıya gelir…
Nevşin: Hadise bunu fermente etmek. Herhangi bir şeyi fermente ettiğinde onun tadı benziyor zaten ona. Olay o yani…

Özgür: Sen aslında fena da yaparmışsın… Galiba bu üzerine çok az düşündüğün bir proje değil, epey bir düşünmüşsün.
Nevşin: Çok düşündüm…

Özgür: Evet, ortaya çıktı. Kaç metrekare dükkân?
Nevşin: Dükkân vardı bir 30-40 metrekare. Fakat üst kattakiler şikayet etti. Üst kattakiler istemedi kafe olunca gürültü oluyor diye. O noktaya kadar geldim ben yani. Beni belediyeden ruhsat çıkarma işlerinin pahalılığı durdurdu. Başka bir dükkân bulduk, adam devir için 70 bin lira istedi. Ne diyorsun dedim sen ya… Çıldırmış. Fabrika, atölye filan kurarsın o paraya. Para biriktiremedim ben, anlamsız şeylere harcaya harcaya… TRT zamanı iyi maaş veriyorlardı açıkçası. Herkes biriktirdi, döndü, millet evler, arabalar alıyor… Ben borçlu döndüm.

Özgür: Peki sence şu anda senin TRT Türk’te çalışma ihtimalin var mı?
Nevşin: TRT’nin kampüsüne falan yaklaştırmazlar, öyle söyleyeyim.

Özgür: Tanıdığın kaldı mı orada çalışan?
Nevşin: Var var. Sadece okuduğu şeye konsantre olan bir insan modeli var bizim spikerler dünyasında. “Ben okurum arkadaş… Ne yazarsan okurum ben” diyor. Ne yazdığı da hiç umurunda değil… Bizim böyle bir arkadaş vardı, muhabir arkadaş. Adını vermeyeyim şimdi…

Özgür: Prompter’dan okuyor değil mi? Ne okuduğunun farkında değil.
Nevşin: “Evet Nevşin Mengü, şu an itibariyle meclisten şeriat geçti” falan… Ne?! Hani bir şey yapmayacak mısın bunu söylerken?

Özgür: Ama şimdi o zaten bir spikerle haberciyi ayıran herhalde bu değil mi?
Nevşin: Bazı insan için haberci de olsa fark etmiyor da bence. Herkes de böyle benim gibi aklını bozsun falan demiyorum tabii de… “Bugün öyle lazım öyle yaparız” diyor, “Yarın öyle lazım, öyle yaparız” diyor.

Özgür: Peki sen bu sahadan geldin işte. Tahran’da çalıştın, arada Gazze’ye, Lübnan’a gittin. Sonra Hürriyet’e geçtin. O zamana kadar hep televizyondaydın, orada gazeteye geçtin. Televizyon haberciliği ile gazete haberciliği arasındaki fark ne?
Nevşin: Çok büyük fark var…

Özgür: Çünkü televizyondan gazeteye geçen tanıdıklarım müthiş sıkılıyorlar gazetede. Öyle mi sahiden? Kesmiyor mu?
Nevşin: Ama şimdi durum farklı. Gazetede de televizyon dönemi başladı. Hürriyet’te çalışan arkadaşlar diyorlar ki yönetim haberin videosunu yapmalarını istiyormuş. Çünkü Hürriyet artık sosyal medyadan takip ettiriyor. Dolayısıyla küçük bir videosu olan haberler daha çok izleniyormuş. Onlar da birer televizyoncu olmak zorunda kaldı anlayacağın.

Özgür: O tabii yeni bir gelişme. Sen oradayken öyle bir durum yoktu…
Nevşin: Ben oradayken farklıydı ama Türkiye’de gazetecilikte şöyle bir durum var. Normalde bir yere kamerayla girince insanlar rahatlığını kaybediyor bir kere, ortama kamerayı soktuğun zaman o olayın akışı bozuluyor. Dolayısıyla televizyonculukta olanı yakalayamıyorsun çoğu zaman. Gazetenin avantajı gidip gözlemleyip yazabilmen. Ama Türkiye’de illa fotoğraf isteniyor. Fotoğraf yoksa olmasın deniyor. Öyle bir zorluk vardı. Ama gidip gözlemleyip, doğal akışı, olay akışını takip ediyorsan yazabilmek bir avantaj. Çünkü televizyon haberciliğinde kameramana, teknik ekipmana bağımlısın. Hani olur ya, çekersin çekersin sonra “Mikrofon açmamışız” der kameraman. E Allah belanı versin!

Özgür: Oluyor mu öyle?
Nevşin: Sürekli. Zaten televizyonculuk bu: ışık ters, yağmur düştü, ışık kaçtı, diyafram düştü falan… Sürekli bunlarla uğraşıyorsun. Bir de Türkiye’de sahada habercilik işi insan gibi gidip bir habere konsantre olma değil ki! Şöyle aptalca bir şey: Peşine takılıyor canlı yayın aracı, koş oradan oraya. Bir kere beni Kırklareli’ye yolladılar. Sabah kalktım. İstanbul’da evden çıktım. Edirne’den bir doğal gaz zehirlenmesi yayını yaptım. Oradan kar yolları kapamış haberi yaptım. Sonra Kırklareli’ne gittik. Hüseyin Avni Çoş oranın kaymakamı, Romanlara tuvalet yaptırmış. Bura nere? Roman, falan… “Evet, yayındasın” dediler. Böyle habercilik mi olur?

Özgür: Ne varsa topla gel diye…
Nevşin: Her saat başka bir ilden çıkıyorum ben “Merhaba!” diye.

Özgür: Sanırım sen Tahran’da biraz o yurt dışındaki standartlarda iş yapabildiğin için mutlu oldun ve hep en mutlu olduğum zamanlar diyorsun da…
Nevşin: Tabii tabii, aynen öyle. Orada da müthiş hikâyeler var. Seçimler olmuş, millet birbirini kesiyor sokakta, yanıyor ortalık! Bizim müdürlerden biri aradı: “Şimdi bizim Tahran’la İstanbul’un bir ortak noktası var” dedi. “Nedir?” dedim. “Erguvan mevsimi, erguvanlar açmış. Sen bir erguvan haberi yapsan” dedi. “Dalga mı geçiyorsunuz? Ne erguvanı?” dedim. “Erguvan haberi yap sen…”

Özgür: Yaptın mı?
Nevşin: Ne erguvanı abi? Sokağa çıkamıyorum…

Özgür: İstanbul’da hakikaten vardır, ben de çok severim erguvan ağacını bu arada, o yüzden hafiften alındım. Tahran’da var mı gerçekten erguvan?
Nevşin: Var da boğazın kıyısında olan erguvan gibi değil. Ama İranlılar bahçeciliğe çok meraklı.

Özgür: Bulvarları falan da çok yeşildi değil mi? Bir yandan da Ankara’ya çok benzetiyorlar, sen de benzetmişsin.
Nevşin: Yeşillendiriyorlar, evet. Ama tabii özünde çok kurak bir iklim. Ankara’ya inanılmaz benziyor. Tahran benziyor. Ama tabii güneye doğru çölleşiyor. Tahran’ın güneyi baya çöl.

Özgür: Zaten parası olan kuzeyde yaşıyor galiba değil mi?
Nevşin: Aynen öyle. Çünkü niye? Kuzeyi daha serin, daha havadar, havası daha temiz. İnanılmaz bir hava kirliliği var. Ambargo olduğu için Çinliler çıkartıyor petrollerini ve kötü işledikleri için havaya saçılan akaryakıt fena.

Özgür: Ruslara ve Çinlilere mahkûm oldukları için gayet düşük standartlarda iş yapılıyor. Mesela senin de yazdığın gibi Rusya bir nükleer santral yapıyor ama 10 sene sonra bitiyor. Mecbursun çünkü adama yani.
Nevşin: Baradey o zaman oraya gitmeyeceğini söyledi çünkü radyasyon ölçer tavana vuruyor. Çünkü Rus yapmış da yapmış işte. Bizde de yapacaklar şimdi. Hayırlı olsun.

Özgür: Evet doğru, Mersin’de yapacaklar. Baradey de ilginç biri hakikaten. Baradey, Uluslararası Atom Ajansı’nın başındaki kişi. Nobel almıştı… Mısır’a da bir ara devlet başkanı olur mu acaba dediler… Erdal İnönü gibi adamdı tabii. “Tamam amca, haydi sen otur” falan dediler galiba… Böyle kibar, kendi halinde, Nobel ödüllü biri. Tabii olmadı. Sonra ne oldu bilmiyorum hakikaten…
Nevşin: Bizim Ekmeleddin gibi. “Ekmek için Ekmeleddin” müthiş değil miydi ya? O slogan nereden çıktı? Kim bulmuş bunu? “Aha! Süper!” falan mı demişler?

Özgür: Ama ne yapacak? Düşünsene reklamcısın, seçime bir ay kala “Ekmeleddin diye birini bulduk” diye geliyorlar. Sen de profesyonel bir iş yapacaksın. “İslam Konferansı Örgütü bilmem ne Genel Sekreteri” mi diyeceksin? Olmaz ki. “Ekmek’ten yürürüz…” diyeceksin. Gerçekten bence iyi bir slogandı o durum için.
Nevşin: Sen Ekmeleddin’e oy verdin mi?

Özgür: Vermedim.
Nevşin: Ben de vermedim.

Özgür: Bir kere çok avangart bir projeydi. Müthiş bir cesaretti. Siyasi cesaret örneğiydi. Adamın adını kimse bilmiyor, adamın adı da zor, Ahmet olsa belki… Bence müthiş oy aldı o adam. Yani olacak iş değil. Düşünsenize adamın kırk milyon fotoğrafı basıldı bütün ülkede.
Nevşin: Gerçekten öyle. Bir de dedesi şapka devrimine karşı olduğu için Mısır’a kaçmış falan… CHP seçmenine bir sınavdı bence o: “Haydi bakalım!”

Özgür: Senin o dönem röportajını hatırlıyorum. Bir sürü insanla da yemeğine iddiaya girmişsin birinci turda kesin Erdoğan kazanır diye. Hatta birinci turda %40’a yaklaşırsa büyük başarı demişsin. Benim de oradan aklıma geldi. Ben de aynı şeyi düşünmüştüm yani…
Nevşin: Yemeğimi ısmarlamadı. Alparslan Alkoç’u tanıyan var mı? O da buralı ya. Fenerbahçeli Alparslan. Tanıyan varsa ısmarlamadı Alparslan yemeğimi hâlâ! Alparslan!

Özgür: Genel olarak seçim sonuçlarında sen kazandın değil mi?
Nevşin: Ben kazandım, gerçekçi olmak lazım çünkü.

Özgür: Ama nasıl olsa sana yemeğini de vermiyorlarmış…
Nevşin: Vermiyorlar yemeği. Girmeyeceğim bir daha iddiaya.

  1. Kuzey Afrika’nın yeraltı müzik sahnesinde yeni şifa seremonileri: “Contemporary Ceremonies”

    Fransız fotoğrafçı Celine Meunier’in Kuzey Afrika ülkelerindeki yeraltı müzik sahnesini, bu sahnede kendi arayışlarını ve sorgulamalarını müziksel üretimleri üzerinden gerçekleştiren müzisyenleri fotoğrafladığı serisi Contemporary Ceremonies, bize yabancı olduğu kadar benzerlikler de yakalayabileceğimiz bir alt kültüre pencere açıyor.

  2. Alternatif poster aslından daha güzel: Berkay Dağlar

    “Her filme farklı yaklaşmaya çalışıyorum. O filmin ortaya koyduğu veya koyması gereken reklamı nedir ona bakıyorum. Biraz da içgüdüsel…”

  3. 80’lerin asi gençliğinden ikinci baharındaki “gerçek” kadınlara: Visible Girls Revisited

    Anita Corbin’le geçmişin alt kültürlerinden bugünün toplumsal cinsiyet baskılarına uzanan sohbetimize hoşgeldiniz.

  4. Aklımdakiler: Mabel Matiz

    Türkçe pop müziğinin sınırlarını geniş bir ilham ağından çıkardığı yeni sesler ve orijinal stiliyle genişleten, bu yazı ise dördüncü stüdyo albümü Maya ile açan Mabel Matiz hem albüme hem de hayatına dokunan eş, dost ve iş arkadaşlarının aklındakileri soruları cevaplıyor.

  5. Aklımdakiler: Hazal Yılmaz (@anlamarama)

    Hazal Yılmaz’ın hikâyeleri ve denemelerinden bir araya gelen ilk kitabı "Anlam Arama" Mayıs 2018’de Karakarga Yayınları aracılığıyla ilk baskısını yaptı ve geride bıraktığımız yaza damgasını vuranlardan oldu. Kitap, ilk haftanın sonunda 4. baskıya girmişti. İkinci kitabının hazırlıklarını tamamlamak üzere olan Hazal Yılmaz’la konuşacak tabii ki çok şey var ve bu defa ona soruları gezgin yazarın ailesi ilan ettiği arkadaşları, sevdikleri, ilham kaynakları ve dokundukları soruyor.

  6. “Artık biz gazeteciler, iş insanı olmak durumdayız.”: NEVŞİN MENGÜ ve ÖZGÜR MUMCU

    Televizyon haberciliğine getirdiği yenilikçi ve kendine has üslubuyla tanıdığımız Nevşin Mengü, kariyerinin çarpıcı anları, 2009 yılında düzenlenen İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini takip ettiği son kitabı "İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı?"nın macerası ve haberciliğin yanı sıra sporcu ve vegan kimliğiyle Özgür Mumcu’nun karşısında.

  7. A’dan Z’ye: Spider-Man

    Foto muhabirliğinden holding yönetimine, Green Goblin’den Venom’a; Spider-Man’e dair her şey.

  8. Şehre geniş bir ses skalası yayılıyor: Red Bull Music Festival İstanbul

    Beş gün sürecek ve farklı ufukları kesiştirecek Red Bull Music Festival İstanbul yaklaşıyor...

  9. Bir kabusun sabahında: Özgün Semerci

    Lu Records etiketiyle yayınlanan “A Nightmare on Clawhammer Banjo” üzerine...

  10. Lagos – Londra treni son hızda: Afrobeat’in bugüne yansımaları

    28. Akbank Caz Festivali, zengin programında geniş bir modern Afrobeat seçkisine de yer veriyor. Karl Hector & the Malcouns, Nubya Garcia ve Bixiga 70 gibi isimleri dinleyeceğimiz festival öncesinde, Afrobeat’in uzun soluklu yolculuğunun bugünkü yansımalarına bir bakıyoruz.

  11. Yunan Yeni Dalgası’nın süperstarı: Yorgos Lanthimos

    Yorgos Lanthimos, huzurumuzu kaçırmak üzere geri dönüyor. Yönetmenin son filmi The Favourite, Ağustos sonunda Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yaparken Yunan yönetmeni dünya sinemasına tanıtan Kyonotodas, Türkiye’de ilk kez 17 Ağustos’ta vizyona girdi ve 23 Eylül’e kadar izlenebilecek. Lanthimos’un satirik, donuk ve provokatif filmografisini hatırlamak için ideal günlerden geçiyoruz sonuç olarak.

  12. Görünür olma zamanı: Sinema ve televizyon tarihinde trans karakterler ve trans oyuncular

    Scarlett Johansson’un trans bir erkeği canlandıracağı duyurulduktan sonra yoğun bir tepkiyle karşılaşması da gösteriyor ki, artık trans bireylerin sözde görünür olduğu bir sinema ve televizyon dünyasına razı değiliz. Trans karakterlerin transfobik bir bakış açısıyla yazılmadığı ve trans oyuncular tarafından canlandırıldığı filmler ve diziler beklentisindeyiz.

  13. A yüzü B yüzü: Javier Bardem

    En son Temmuz ayında Türkiye sinemalarına da uğrayan Escobar ile karşımıza çıkan Javier Bardem’in kariyeri ve kişisel özellikleri, münazara bağımlısı ikili Binnaz Saktanber ve Melikşah Altuntaş’ı A Yüzü B Yüzü’nde bir kez daha karşı karşıya getirdi.

  14. “Yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk”: Gürcan Keltek ve “Gulyabani”

    Yeni filmi "Gulyabani"nin dünya prömiyerini Ağustos ayında, geçtiğimiz sene "Meteorlar" filmiyle iki ödülle birden döndüğü Locarno Film Festivali’nde yapan Gürcan Keltek'in, yöntemleri, fikirleri ve duygularına yönelik anlattıklarına kulak vermek de fazlaca kafa açıcı ve ilham verici.

  15. Puslu travmalar atlası: “Sharp Objects”

    Geçtiğimiz yılın en önemli televizyon olaylarından Big Little Lies’a imza attıktan sonra bir kez daha çarpıcı bir mini dizi ile karşımıza çıkan Jean-Marc Vallee’nin kapkara ve vurucu televizyon tecrübesi Sharp Objects, tüyleri diken diken eden sekiz bölümle akılları baştan aldı.

  16. Alternatif kimlikler: Kült ve komünler üzerine belgeseller

    2018 yapımı belgesel Wild Wild Country, Osho öğretilerini takip eden bir grup müridin karıştığı politik skandalları ele almasıyla büyük ses getirdi. Kült ve komünlerin, ortak bir yaşam ülküsünün ötesinde tarihsel ve siyasi süreçlerle organik bir ilişki içinde olduğunu bize hatırlatması sebebiyle bu belgeselden ilham alarak farklı zaman dilimlerinde farklı amaçlarla ortaya çıkan komün ve kültleri, tarihsel bağlamıyla birlikte inceleyen belgesellerden bir derleme hazırladık.

  17. İştah kabartan emsalsiz serüven: Pir-i Lezzet

    Lezzet duyusunun tasvirine bu kadar kafa yoran, yer ayıran ve bunu layıkıyla yapan çok az roman vardır. 2017’nin Ekim ayında April Yayınları etiketiyle yayınlanan "Pir’i Lezzet", sıfır pişmanlık ve tam takır zevkten ibaret.

  18. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] genel yayın yönetmeni Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler