HIV’in ilk olarak 1920’lerde görülmeye başlandığı, 1970’lerden itibaren ise epidemiye dönüştüğü düşünülüyor ama anaakım medyada ilk kez New York Times’ın “California ve New York’ta 51 gey erkekte nadir bir kanser türü bulundu” manşetiyle gündeme geldi. Beyaz Saray’ın uzun süre bunu ciddiye almaması hatta dalga geçmesi ve yaratılan ön yargılar, HIV’in medyada ve siyasette temsil edilmesini zorlaştırdı. Dönemin anaakım medyasının HIV’den sürekli “gey kanseri” olarak bahsetmesi ise gey erkeklere karşı olağanüstü şiddetli ön yargıların başlamasına sebep oldu. Öyle ki günümüzde hâlâ birçok ülkede geylerin kan verebilmesi için son cinsel ilişkilerinin üzerinden en az üç ay geçmesi ön koşul olarak tutuluyor.

Gazetedeki ilk manşetten günümüze kadar geçen 40 seneye baktığımızda süregelmiş haksızlıklar ileri boyutta ötekileştirilmelere sebep olmuşken artık daha güçlü bir HIV temsiliyetinden bahsetmek mümkün. Dan Levy’nin Met Galası’na aktivist ve sanatçı David Wojnarowicz’in bir eserini kıyafetinde taşıyarak gitmesi; Magic Johnson, Jonathan Van Ness gibi ünlülerin kendi öyküleriyle farkındalık yaratması gibi pozitif hamlelere daha fazla rastlamaya başladık. Bu hamleler geleceğe dönük umut kaynağı olsa da her ülkenin temsiliyet ve haklar bağlamında aynı yerde olmadığını da unutmamalı. Dünyanın birçok noktasında HIV’le yaşayanlar sağlık hizmetlerinden yoksun bırakılmaktan toplumsal baskılara kadar birçok ayrımcılıkla karşı karşıya.

İlkler: AIDS evresinde beyaz geyler

İlk dönemlerde HIV’in dünyanın politik gündemine girmesi uzun zaman aldı. Bu durum HIV ile yaşayanların ötekileştirilip yalnız bırakılmalarına sebep olurken, temsiliyet ve destek göreviyse arkadaşlardaydı. ABD’de yardım hatları ve “buddy” adındaki destek ilişkileri kurulurken diğer ülkeler ise konu hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. Bu döneme kadar ayrı barlarda takılan, beraber çok da vakit geçirmeyen lezbiyenler ve geylerin HIV/AIDS için beraber çalışmaya başlamaları aralarında yeni bir birlik oluşturdu ve 80’li yıllarda feminist mücadeleyi daha fazla gey erkek desteklemeye başladı. LGBTİ+ ifadesinin L’nin G’den daha önce gelecek şekilde isimlendirilmesi bunun bir sonucuydu ve feminist düşüncelerin o dönem için ve gelecekteki topluluklar için önemi daha da iyi anlaşıldı.

Sinemadaki ilk HIV/AIDS anlatılarına baktığımız zaman ağırlıklı olarak beyaz geylerin hikâyelerine rastlıyoruz. Bunun bir sebebi, zaten o dönemde beyaz gey erkeklerin LGBTİ+’lar arasında en çok görünen grup olması. Bir diğer sebebiyse, bu filmlerin yönetmenlerinin kendi kişisel hayatlarından örnekler paylaşan beyaz gey erkekler olmasıydı.

Bu süreçte toplumda HIV/AIDS ile yaşayan heteroseksüellerin varlığı zaten pek kabul edilmezken, diğer ırklar ve cinsiyet kimlikleri/yönelimleri ise daha önce ve daha sonra da olduğu gibi dışarıda bırakıldı. HIV üzerine çekilmiş ilk filmlerin (1985 TV yapımı An Early Frost dışında) anaakım izleyiciyle buluşmadığını da söylemekte fayda var.

Robert ve “buddy”si David’in zaman içinde derinleşen ilişkisi: Buddies (1985)

Buddies, HIV/AIDS ile yaşayan ve genellikle yakınlarında çok fazla insanın olmadığı bireylere gönüllü arkadaşlık eden bir dayanışma sistemi. Film, New York’ta AIDS evresinde olan Robert ve onun “buddy”si David’in zaman içinde derinleşen ilişkilerine odaklanıyor. David, başlangıçta koruyucu kıyafetlerle Robert’ın yanına giden ve aslında HIV/AIDS hakkında çok fazla bilgisi olmayan biri. Robert ile geçirdiği zaman içerisinde konu hakkındaki tartışmalara dair daha fazla bilgi edinirken, aralarındaki ilişki de daha kişisel bir bağa evriliyor. Bu süreçte David, sevgilisiyle olan ilişkisini de sorguluyor. Filmde diğer karakterleri hiçbir zaman tam olarak görmüyor, sadece seslerini duyuyoruz. Bu da David ve Robert’ın ilişkisini diğer karakterlerle karşılaştırmamız için sesten faydalanmamızı sağlıyor.

Steve Buscemi’li Parting Glances (1986)

Michael ve Robert çiftinin hikâyesi, Robert iki yıllığına Afrika’ya gitmeden bir gece önce başlıyor. Veda gecesinin bir noktasında Michael’ın eski sevgilisi ve AIDS evresindeki müzisyen Nick’le (Steve Buscemi) tanışıyoruz. Buddies’e benzer olarak aslında monogamik bir ilişki içinde olan Michael’ın eski sevgilisi Nick’le geçirdiği zaman ve ilişkilerinin önemi film boyunca gittikçe daha derin bir boyut kazanmaya başlıyor. Filmdeki parti sırasında karşılaştığımız sanatçılara, Robert’ın patronu gibi karakterlere baktığımız zaman stereotipik yansıtmalar olduğunu görürken; Nick’in karakterinin çok daha özgün özelliklerle, psikolojik anlamda daha derinlikli yansıtıldığını fark ediyoruz.

Siyah bir başkaldırı: Tongues Untied (1989)

Yönetmen Marlon Riggs’in altını çizdiği en önemli konu, dönemin temsiliyetlerinde sadece beyaz gey erkeklerin bulunması. “Medyada, pornoda hatta kendi fantezilerimde bile Siyah gey erkek yok” diyerek medyada herhangi bir temsiliyette yer alınmadıklarına işaret ediyor. Siyah gey erkeklerin gün içerisinde yaşadığı homofobi, ırkçılık ve marjinalize edilme, şiirsel bir dil ve deneysel tekniklerle anlatılıyor. Özellikle ilk dönem HIV/AIDS sinemasında sadece beyaz erkeklerin başrollerde olduğunu düşününce, bu belgeselden bahsetmek kaçınılmaz.

Peki çocuklar?

Hemofili hastası Ryan White, 1984’te HIV pozitif teşhisi alınca 13 yaşında HIV’in yeni yüzlerinden biri oluyor. Hayatını okula gitmek için verdiği hukuki savaşla ve topluma HIV hakkında yanlış bilinenlerin doğrularını göstermekle geçiriyor. Anaakım haber kanallarında sayısız defa ünlü isimlerle yan yana gelerek kendi tecrübeleri hakkında röportajlar veriyor. 1990’da hayatını kaybetmesiyle, HIV’le yaşayan çocuklar da sinemanın bir konusu hâline gelmeye başlıyor. Ryan White’ın hayatını daha detaylı bir şekilde izlemek isterseniz 1989 TV yapımı The Ryan White Story filmini izleyebilirsiniz. Bu filmde Ryan White’ı da Chad isimli AIDS evresindeki bir karakteri canlandırdığı ufak bir cameo ile görüyoruz.

Fobik söylemi bol olan The Cure (1995)

Bir gençlik filmi olarak sayabileceğimiz The Cure, AIDS evresindeki 11 yaşındaki Dexter ve ailesi tarafından istismara maruz kalan, hiç arkadaşı olmayan Erik’in küçük bir şehirdeki arkadaşlıklarını anlatıyor. Gazetede gördükleri bir haberle AIDS’in tedavisinin bulunduğunu düşünen iki arkadaş tedaviye ulaşmak amacıyla yola çıkıyor. Universal Studios yapımı bu film, her ne kadar “AIDS ile yaşayan çocuklar vardır” mesajını anaakım karakteriyle vermeye çalışsa da AIDS ile yaşayan çocuklar ve homoseksüel erkekler arasında ayrım yapılıyor ve film boyunca bol bol homofobik söyleme maruz kalmak zorunda bırakılıyoruz.

Kâbus temsili: Kids (1995)

Kids, 90’ların çok tartışılan filmlerinden biri. Sebebiyse ergenlik dönemine girmemiş ya da yeni girmiş küçük yaştaki çocukları cinsel ilişki yaşarken ve uyuşturucu kullanırken göstermesi. Filmde bir grup gencin hayatına tanık olurken karakterlerden birinin HIV statüsünün pozitif olduğunu öğreniyoruz. Ve bu noktadan sonra film, karakterimiz için kâbusa dönüyor. Çocukların hayatına tanık olma şeklimiz her ne kadar alışılmışın dışında olsa da maalesef HIV pozitif statüsü filmde bir kâbus temsiline sahip.

Gregg Araki ve “Bir homo filmi daha”

Geçmişe baktığımızda HIV’in uzun zaman politikadan dışlanması, onu konu eden filmlerin sadece belli bir kitle tarafından takip edilmesi ve medyanın sessizliği 90’larda birçok yönetmenin haklı kızgınlığını alevliyor. Bu kızgınlığı kendine has bir şekilde kullanan Gregg Araki, kendi filmlerini “Bir homo filmi daha, sorumsuz bir film” şeklinde etiketleyip daha karanlık bir dünyayı ekrana taşıyor.

The Living End’in (1992) nihilist tonu

80’lerde HIV’le yaşayanların hayatı daha melodramatik tonda, ilişkiler üzerinden anlatılırken Gregg Araki’nin dünyasında nihilist bir tonda hikâyelerle karşılaşıyoruz. Ölümü kendisinden öncekiler gibi beklemek istemeyen kızgın Luke ile HIV statüsünü yeni öğrenmiş, şok içinde olan Jon’un birbirleriyle karşılaşmasını ve Jon’un Luke’un nihilist dünyasına adım atmasını seyrediyoruz.

Devletin gençleri öldürme politikası: Totally F***ed Up (1993)

Araki’nin Teenage Apocalypse üçlemesinin ilk filmi olan Totally F***ed Up’ta Los Angeles’da yaşayan bir grup gencin aileleri ve ilişkilerindeki yaşadıkları dışlanmayı çoğunlukla kendi kameralarından takip ediyoruz. Bu sayede karakterlerin dönemin olaylarına karşı ne düşündüklerini ve psikolojik durumlarını onların ağzından dinleme fırsatı bulabiliyoruz. Filmde her ne kadar onunla yaşayan bir karakter olmasa da HIV, gençler tarafından devletin onları öldürme politikası olarak görülüyor ve arkadaş grubu içinde oldukça baskın bir yere sahip.

Televizyon için yapılanlar

An Early Frost gibi daha erken örnekler olsa da 90’lara gelindiğinde televizyonda HIV temsiliyetinin dönemin koşullarıyla birlikte değişmiş olduğunu görüyoruz. Artık televizyon, sadece gey erkekler ve HIV’den bahsetmeyi bırakıyor; Ian Mckellen, Angelina Jolie gibi toplumun yakından takip ettiği isimlerin katıldığı filmler yapmaya başlıyor.

Sağlık çalışanları perspektifiyle: And The Band Played On (1993)

And The Band Played On, global HIV/AIDS epidemisinin ilk dönemine sağlık çalışanlarının perspektifinden bakıyor. HIV’in sağlık çalışanları arasındaki Nobel yarışına konu olmasına da bürokratik yozlaşmanın toplumda nasıl ön yargılar yaratabileceğine de film boyunca şahit oluyoruz.

Angelina Jolie ve anaakım: Gia (1998)

Bu filmi farklı kılan sebeplerden biri, HIV’le yaşayan bir süper modelin hayatını Angelina Jolie gibi ünlü bir ismin canlandırması ve televizyon izleyicisi için çekilmiş olması. Film, mockumentary tarzında, Gia’nın etrafındaki insanların onu nasıl tanıdığını anlatmasıyla başlıyor. Gia’nın modellik hayatı kısa sürse de çok fazla şeyi değiştirdiği söyleniyor.

Artan görünürlük ve Akademi Ödülleri

90’lara kadar HIV anlatısına yer veren filmler sınırlı sayıda izleyiciye festivaller aracılığıyla ulaşmışken, 90’lara gelindiğinde her kesimden seyircinin gittiği sinemalarda daha görünür hâle gelmeye başladı. Bazıları Akademi Ödülleri’nin radarına girmeye bile başladılar.

Philadelphia (1993)

1993’te başrolünü Tom Hanks ve Denzel Washington’ın paylaştığı Philadelphia, yüksek bütçesi ve kazandığı Akademi ödülleri ile HIV’e dair en konuşulan filmlerden biri hâline geldi. HIV’le yaşayan bir avukat olan Andrew Beckett’ın kovulduğu işyerine açtığı davayı işleyen film, konuya hukuksal boyuttaki haklar perspektifinden yaklaşırken duruşmalar sırasında en çok bahsi geçen konulardan birini “Beckett’ın nasıl enfekte olduğu” kılıyor. Dolayısıyla hukuksal hakları için savaşan Beckett’ın genel ahlak değerleriyle de mücadele etmek zorunda bırakılmasına şahit oluyoruz.

Yakın ilişkiler üzerinden anlatılara ilk örnek: Longtime Companion (1989)

1980’lerin sonları, HIV’e dair bilinenlerin arttığı ve ön yargıların biraz daha azaldığı bir dönem. Film de bize bu değişimi gösterebilmek amacıyla birkaç yıl geriye dönüyor ve ayları, seneleri kronolojik olarak atlayarak değişen süreci gösteriyor. Bu süreç boyunca karakterlerin korkularına, mutluluklarına, ayrılıklarına ve yeni ilişkilerine şahit oluyoruz. Filmi birçok diğer örnekten ayıran en önemli nokta, karakterlerin cinsiyet kimlikleri, cinsel yönelimleri veya statülerindense uzun süren arkadaşlıklarını odağa alması.

Mükemmellikten uzak ilişkiler: It’s My Party (1996)

Film, uzun süredir HIV’le yaşayan ve hafızası etkilenmeye başlayan Nick’in hayatını sonlandırmak adına aldığı kararla ailesi ve çevresindekilerle vedalaşmak için düzenlediği partiyi anlatıyor. Nick’in AIDS evresinin veya aldığı kararın ötesine; mükemmellikten uzak olan ilişkilerine odaklanıyor.

Ve 2000’ler

Şu ana kadar sinemadaki HIV temsiliyetine ABD üzerinden baktık. 2000’lere geldiğimizde HIV anlatılarının daha yaygın işlendiğini görüyoruz. Ve bu filmler gerek kendi içinde gerekse kendinden önceki örneklerinden birçok farklılıklar içeriyor.

Geçmişe ağıt

2000’lere geldiğimizde artık tedavi alan HIV’le yaşayan bireyler AIDS evresine gelmezken, AIDS evresinde HIV teşhisi konmuş bireyler de tedaviyle bu evreden çıkabilmekte. Her ne kadar dışlanmanın hiç olmadığı bir toplumdan bahsedemesek de çoğu ülkede HIV’le yaşayanların hakları geçmiş dönemlere göre daha fazla güvence altında. Sağlık ve hukuktaki hızlı gelişmeler neticesinde 2000’ler sonrası dönemde “gelişmiş ülkelerde” HIV hakkında çekilmiş çoğu filmin güncel konulardan ziyade geçmişte yaşanan zorluklara ve yapılan hatalara odaklandığını görüyoruz.

Hangi ön yargılar? Dallas Buyers Club (2013)

Bu dönemdeki en popüler filmlerden biri olan Dallas Buyers Club, HIV hakkında yanlış izlenim verme riskini alırken oyuncu seçimi konusunda da problemler yaşıyor. “Maço Amerikan” sembolleriyle başlayan film, toplumun geneli tarafından sahip olunan ön yargıların önüne geçme amacına sahip olsa da Jared Leto’nun trans bir karakteri canlandırmasıyla bir başka temsiliyet problemine de yol açıyor. Hollywood’un translar üzerindeki etkilerini kavrayabilmek için Netflix’in Disclosure belgeseli iyi bir kaynak.

Adı gibi 120 BPM (2017)

90’ları tekrar yapılandıran Robin Campillo, filmde ACT UP’ın Paris’teki çalışmalarını anlatıyor. Kümülatif politik hareketlerle başlayan film zaman içinde Nathan ve Sean’ın duygusal ilişkisine odaklanıyor ve sonlara doğru “ölüm” kavramını öne çıkarıyor. Filme adını da veren olağanüstü kalp atışı hızı, filmin temposunda ve flashbacklerinde kendini gösteriyor. ACT UP hakkında daha fazla bilgi edinmek için How to Survive a Plague (2012) ve United in Anger: A history of Act Up’a (2012) da bakmanızı öneririz.

Ailenin ve toplumun sessizleştiren baskısı: 1985 (2018)

Muhafazakâr ailesinden uzakta yaşayan Adrian, HIV statüsünü ve kimliğini açıklamak için Noel zamanı onları ziyaret etmeye karar verir. Adrian’ın üzerindeki baskı ve kendini açıklayamama hâli sadece ailesiyle olan ilişkisiyle sınırlı kalmaz, seyirciye de yansır. Seyirci de aynı ailesi gibi HIV ve AIDS kelimelerini onun ağzından duymuyor ve vücudundaki lezyonları görmüyor. Yönetmen Yen Tan’ın hakkında hiçbir şey söylemeden HIV’i anlatma tercihi, Adrian’ın sadece kendisini ailesinden saklamasını temsil etmiyor; Reagan tarafından o dönem ötekileştiren ve sessizleştirilmeye çalışılan birçok insanla da ilişki kuruyor.

Oyundan ekrana

Ekranda izlediğimiz birçok filmin hikâyesi gazetelerden, oyunlardan, Broadway’den veya şarkılardan uyarlanmış olabiliyor. 2000’lerde sinemada artan HIV temsiliyetiyle birlikte Off-Broadway ve Broadway oyunlarının da sinemaya uyarlandığını görüyoruz.

Rent (2005) klasiği

Broadway’de en uzun süre sahnelenmiş oyunlardan biri olması dışında Pulitzer, Tony gibi birçok ödül de kazanan Rent’in sinemaya uyarlandığına şaşırmamalı. Rent, New York’ta bohem hayat süren kişilerin ev sahipleriyle olan mücadelesini müzikal olarak anlatırken bu arkadaş grubunun içindeki AIDS evresindeki kişilere de değiniyor. Diğer birçok örnekten farklı olarak, senaryo ve şarkılar HIV’le yaşayanların birbirinden farklı hikâyelerini anlatıyor.

Larry Kramer’ın kendi hayatından esinle: The Normal Heart (2014)

Larry Kramer’ın 1985’te kendi hayatından esinlenerek yazdığı bu off-Broadway oyunu aynı zamanda sinema ve televizyondaki HIV temsiliyetine öncülük eden ilk eserlerden biri. Kramer’ın kızgınlığını ve hayal kırıklığını gösteren oyun, kimlerin suçlu olduğunu işaret etmekten de çekinmiyor. Kramer’dan esinlenerek yaratılan Ned karakterinin AIDS’in fark edildiği ilk dönemlerde bir şeyleri değiştirmek için arkadaşlarıyla yaptıkları ve yakınındaki ilişkiler anlatılıyor. Aynı zamanda erken dönemde HIV/AIDS’i görmezden gelme siyasetini de gözler önüne seriyor.

Aile ve toplum üzerinden HIV’le yaşayan kadınlar

Her ne kadar 2000’ler sonrasında yapımlarda geçmişe dönen anlatıların yoğunlaştığını gözlemlesek de HIV’le yaşayan kadınların hikâyelerini (özellikle annelik olgusu üzerinden) odağına alan filmlerle de karşılaşıyoruz.

Güney Afrika’dan Yesterday (2004)

Güney Afrika’da sağlık hizmetine ulaşmakta ciddi zorluklar yaşayan Yesterday, kızı için hayatta kalmaya çalışıyor. Dünyada HIV’le yaşayan en fazla sayıda insanın bulunduğu ve insanların sağlık hizmeti hakkından mahrum bırakıldığı Güney Afrika’daki koşulları, sorunları ve toplumsal baskıyı anlatıyor.

Ayrımcılığın katmanları: Le Secret de Chanda (2010)

HIV’le yaşayan annesi ve kardeşleriyle ilgilenen Güney Afrikalı 12 yaşındaki Chanda’nın hikâyesinde, içinde yaşadığı toplumun HIV’e ve kadınlara bakışıyla karşılaşıyoruz. Chanda’nın yakın arkadaşı Esther kısa elbiseler giydiği için dışlanan bir çocukken, statüsünü gizleyen annesiyse içine şeytan kaçan biri olarak görülerek ayrımcılığa maruz bırakılıyor. Köy halkı dışladığı annesinin içindeki şeytanı çıkarmaya çalışırken Chanda ise onun ihtiyaç duyduğu sağlık hizmetine ulaşmasını sağlamaya çalışıyor.

Patriyarkanın ağırlığı: Asmaa (2011)

Asmaa, Mısır’da HIV’le yaşayan bir kadın. Babası ve çocuğuyla aynı evi paylaşıyor. Bir hastanede ameliyat olmak üzereyken HIV statüsünün ortaya çıkması üzerine doktorların ameliyat yapmayı reddetmesiyle karşılaşıyor. Bu sorunu bir reality programına taşımak isteyen haberciler, Asmaa’ya televizyona çıkarsa ameliyatını gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapacaklarının garantisini veriyor. Televizyona çıkacağı zaman kızını utandıracağını ve toplum tarafından dışlanacağını düşünen Asmaa, kendi yaşamıyla toplumun düşünceleri arasında bir karar vermek zorunda kalıyor. Filmde patriyarkanın ağırlığı en çok Asmaa’nın sürekli karşılaştığı “nasıl enfekte oldun?” sorusuyla gösteriliyor. Asmaa’nın bu soruyu cevaplamayı reddeden tavrıysa baskılara boyun eğmediğini ve nasıl enfekte olunduğunun bir önemi olmaması gerektiğinin altını çiziyor.

Yeni tanışmalar, yeni sıcaklıklar: The Amazing Catfish (2013)

Komedi-dram türündeki Meksika yapımı bu film, yine HIV’le yaşayan bir kadını ve çocuklarıyla olan ilişkisini odağına alsa da önceki örneklerden ayrışıyor. Toplumsal baskının ve sağlık hizmetinden yoksun bırakılmanın ağırlığını değil, Martha’nın yeni tanıştığı Claudia ve çocuklarıyla yaşadığı dramları izliyoruz. Film, Claudia’nın yalnızlığını ve yeni bir aileyle tanışmasıyla bulduğu sıcaklığı anlatıyor.

Tabii ki It’s a Sin ve Pose

Bu yazı her ne kadar sinema ve televizyon filmleri alanındaki anlatılara odaklansa da seyir değiştirici ve stereotipleştirme düşmanı etkiye sahip bu iki güncel popüler kültür örneğinin de bahsini geçirmeliyiz. 80’ler başında Amerika’dan gelen AIDS haberlerinin Londra’da yaşayan bir arkadaş grubunu nasıl etkilemeye başladığını irdeleyen İngiltere yapımı It’s A Sin, o günlerde HIV hakkında bilgiye ulaşmanın ne kadar zor olduğunu da izleyiciye göstermeyi amaçlıyor. Bilgiye ulaşmak için Amerikan gazetelerine erişmeleri gerektiğini anlayan arkadaş grubunun etrafındaki kayıplar, ailelerle yüzleşmeler, dönemin sessizliği ve adaletsizliğin farklı boyutları da ekrana geliyor. Enter the Void’dan da tanıdığımız Olly Alexander, başrollerden biri. 

Kült belgesel Paris is Burning’den esinle Ryan Murphy tarafından yaratılan Pose ise 80’ler balolarını yeniden canlandırırken seyirciyi aynı anda hem görkemli hem ötekileştirilmiş dünyasına çekiyor. Karakterlerin gündelik düzeyde maruz bırakıldıkları ırkçılık, seksizm, transfobi ve homofobiye karşı kurdukları komünite ve seçilmiş aileleri içinde kendilerine açtıkları muazzam alanlara tanık oluyoruz. 2. sezon itibariyle AIDS krizine odaklanan dizide karakterlerin sevdiklerinin bir bir ellerinden alınmasını ve mücadelenin nasıl sürdüğünü izliyoruz. Farklı temsiliyetlerinin gücüyle, zamanında önemli başarılar atfedilen ve bu başlıkta belki de ilk akla gelen televizyon dizisi olan, HIV’le yaşayan beyaz gey erkeklere odaklanmış Angels in America’dan ayrılıyor.

  1. Peter Kennard 50 yıldır fotoğraf bozuyor ve liderlerin tadını kaçırıyor

    Fotomontajlarıyla 50 küsur yıldır hem müzelerde hem eylemlerde olan meşhur sanatçı Peter Kennard’ın hâlâ üretmesi önemli olabilir. Ama kendini genç kuşağın yanında konumlandırması çok daha önemli. BM iklim zirvesi COP26 ile eş zamanlı göstereceği yeni enstalasyonuna hazırlanırken Kennard’la çevrimiçi ortamda karşılıklı bir çay içtik.

  2. 6 derece uzak teorisinden ilhamla 8 fotoğraf sanatçısı

    Cansu Yıldıran, Cemre Yeşil Gönenli, Devin Yalkın, Aino Väänänen, Civan Özkanoğlu, Ekaterina Solovieva, Ege Kanar ve Cemil Batur Gökçeer, görsel hikâyeleştirme diyarlarından bildiriyor.

  3. Deviantart’ın altın günlerinden hipertüketici algoritmalar devrine

    Meme’lere sadece mizah aracı olarak değil minik dijital bilgi paketçikleri olarak bakabilir miyiz? Şitposting sadece bir trollük yöntemi değil de neredeyse Dadaist bir post-internet tepkisi olabilir mi? Sanatçı Bora Akıncıtürk’le Mehmet Ekinci, internete özgü kültürel formlar ve akımlar üzerine bir muhabbete oturdu.

  4. Canlı müzik geri dönerken ekolojik kriz ve COVID bize neler söylüyor?

    Devasa miktarda karbon salımıyla küresel ısınmaya çanak tutan müzik sektörünü yeni normalimiz çerçevesinde nasıl iyileştirebiliriz? Venüler, festivaller ve turneler kapsamında “canlı” müziğin sürdürülebilir dönüşümü için yapılabileceklere bakıyoruz.

  5. Playlistlere yeniden kulak vermek ve dinlemeyi geri kazanmak

    Reklamcılık ve pazarlama stratejilerinin dışında kalan, dinleyicisini ve elbette sanatçıları pasifize etmeyen kataloglama/listeleme yöntemleri bulma hayali çok mu naif?

  6. Hissettirdikleri ve öğrettikleriyle The Velvet Underground

    Yeni Todd Haynes belgeseli sağ olsun, 2021 sonbaharına The Velvet Underground nostaljisi hâkim... Bugünlerde yeni albümlerini yayımlamış üç müzisyenden, grubun kendileri için ne ifade ettiğini kelimelere dökmelerini istedik. İşte Vanishing Twin, Anika ve Shannon Lay’den The Velvet Underground mektupları.

  7. Aklımdakiler: Islandman

    “Bizden önceki ve sonraki nesil arasında köprü görevindeyiz. Y kuşağı olarak görevimiz.”

  8. Anika’nın kendine tuttuğu aynada hepimizden yansımalar var

    Hem edebi hem sonik üslubuyla duyarlı ve her birimizle konuşmaya çalışan, beraber sorgulamaya çağıran “Change” albümünü irdelemek üzere Anika’ya bağlandık.

  9. Nene H hedonizmin değil, dürüstlüğün peşinde

    “Partilemeyi sadece hedonizm olarak görmeyen, bu ortamı kendileri için güvenli ve kendilerini ifade edebilecekleri bir alan olarak gören insanlar var. Ben de buna hizmet etmeye çalışıyorum açıkçası.”

  10. Bir piyanistin galaksi rehberi

    Ardı ardına yayınlar, tarzlar ötesi yaklaşım, rengârenk bir palet. Bize biraz anlatsana Çağrı Sertel.

  11. Müzik sayesinde yeniden bağ kuran iki kardeş ve Hermanos Gutiérrez ruhu

    Hermanos Gutiérrez şarkılarının; kronik uykusuzluğa deva olan çarkıfelek çiçeği çayından sıkı bir bardak içmişsiniz gibi bir etkisi var. Üretim pratikleri ve müzikal geçmişlerinin detaylarını Gutiérrez kardeşlerden dinleyelim.

  12. Fink ile “her ihtimale karşı” bir alternatif nostalji seansı

    Fink’in esas kişisi Fin Greenall, “IIUII” isimli nostalji atılımının ortaya çıkışını anlatıyor: “Ne zaman sahnede şarkı söylesem, şarkıyı söylediğim o orijinal yere gitmek zorunda kalıyorum. Bu yüzden derinlerde gezinen sanatçılar, seyirciyle hiç konuşmuyorlar veya onlara şakalar yapmıyorlar.”

  13. Tekel müziği

    Bugünün egemen sınıfları kültürün bütününe ya meta ya da eğlence muamelesinde bulunuyor. Bizler iki tanımlamayı da kabul etmemeliyiz.

  14. 8 görüntü yönetmeniyle konuştuk

    Üretim süreçleri nasıl işliyor? Yönetmen ile verimli bir iletişim süreci nasıl yürütülüyor? Ne gibi durumlarda inisiyatif kullanıyorlar? Teorik eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorlar mı? Kalpleri pelikül mü dijital için mi atıyor?

  15. Céline Sciamma ile çocukluğun duygusal yoğunluğu ve “Petite Maman” üzerine

    “Ortaya çıkan işin çocukluk deneyimiyle uyumlu olduğunu umuyorum.” Hattın öbür ucunda, son filmi “Petite Maman”a dair sorularımızı yanıtlamak üzere Céline Sciamma var.

  16. A’dan Z’ye The Sopranos

    “The Many Saints of Newark” gündeminden hareketle: Katı senaryo kurallarından Emmy karnesine, “Sıkı Dostlar” ile görünmez bağlarından kendine has jargonuna, bir “The Sopranos” sözlüğü.

  17. Ozan Açıktan’ın 90’ları ve “Geçen Yaz” ile “Neyi unutmak istemezdin?” seansı

    Ozan Açıktan’la çok da bir şeyini özlemediğini söylediği 90’larda geçen son filmi “Geçen Yaz”ı konuştuk. Filmden 90’lara dair detayları sorduk ve bize kişisel tarihindeki yerlerinden bahsetmesini istedik.

  18. Nefretin büyüsü ve “hate-watching” dedikleri

    Seyir deneyiminizin aniden nefret duygusuyla yoğrulduğu, izlediklerinden kopamadığınız gibi duyduğunuz nefretten de istemsizce zevk almaya başladığınız oluyor mu? Evet, muhtemelen hate-watching’in büyüsü altındaydınız.

  19. 80’lerden bugüne video nasty: Neydi, ne oldu, ne olacak?

    Prano Bailey-Bond'un ses getiren “Censor”ını vizyonda izlemişken dünü, bugünü ve yarınıyla “Video nasty 101” dersi.

  20. Sinema alanında HIV anlatılarının seyri

    İhmalkârlık politikalarından ortak mücadelelere ve umutta kenetlenmelere.

  21. Sınırları belirsiz karakter müzesi “Cryptozoo”, artık “bizlerin”

    MUBI kataloğuna eklenen “Cryptozoo”nun yaratıcısı Dash Shaw’la, prodüksiyon süreci, karakterlerin ardındakiler ve güncel bağımsız animasyon sektörüne dair bir sohbet.

  22. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 1

    Başlangıç noktamız Frank Herbert'ı bu kült uzay sagasını yazmaya iten motivasyonlar: Uzay operası nedir? “Dune”, kahraman figürüne nasıl yaklaşıyor? Bir bilim kurgu sagası için ekoloji neden önemli? Arapça terminoloji nereden geliyor?

  23. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 2

    “Dune”un zaman çizelgesini anlamak için bir beyin fırtınası. Matematik dehası, zırh tasarımcısı Holtzman kimdir? Butleryan Cihadı neden önemli? Yapay zekâ olmayan bir evrende galaksiler arası yolculuk nasıl mümkün?

  24. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 3

    “Dune”un politik yapısı evrende nasıl bir düzen yaratıyor? 3 büyük aile ne zaman kuruldu? Bene Gesseritler nasıl yeteneklere sahipler? Çöl solucanlarının baharat Melange ile alakaları ne?

  25. Künye

    yayın imtiyaz sahipleri ve etkinlik direktörleri Aylin Güngör [email protected] J. Hakan Dedeoğlu [email protected] yayın ve proje danışmanı Ekin Sanaç [email protected]