Çoğu zaman, ancak kolektif bir emeğin sonucunda ürün verilebilen bir görsel sanat çeşidi sinema. Zihinde canlandırılanlar perdede cisimleşip nihayetinde kitlelere ulaşabiliyorsa, işin arkasında koca bir ekibin yer aldığının bilincinde oluyoruz. Kilit rollerden biri, tutarlı bir görsel dünya yaratılırken kameranın, ışığın ve gölgenin gücünü arkasına alan, bu esnada çekilen filmin ilk izleyicisi de olan görüntü yönetmenlerinde elbette.

Çalışmalarını ilgiyle takip ettiğimiz görüntü yönetmenlerinden bir kısmına ulaştık, yanıt alabildiklerimize mesleklerine ve bir sanat formu olarak sinematografiye dair sorularımızı sorduk: Üretim süreçleri nasıl işliyor? Yönetmen ile verimli bir iletişim süreci nasıl yürütülüyor? Ne gibi durumlarda inisiyatif kullanıyorlar? Bir proje teklifi geldiğinde ne gibi motivasyonlarla kabul ediyorlar? Teorik eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorlar mı? Seyirci kimlikleriyle, bir filmin sinematografi çalışmasından ne gibi beklentileri oluyor? Kalpleri pelikül mü dijital için mi atıyor?

Beni Sevenler Listesi

A. Emre Tanyıldız yanıtlıyor

“Unutmamak gerekir ki her filmin görkemli bir görüntüye ihtiyacı yoktur ama senaryoyu destekleyen bir görüntüye ihtiyacı vardır. Bunun için kimi zaman vasat bir estetiğe sahip olma riskini alabilmelidir görüntü yönetmeni.”

Filmografisinden kimi duraklar: Yazı Tura (2004), Gitmek: Benim Marlon ve Brandom (2008), Kardeşler (2018), Beni Sevenler Listesi (2021)

Kamera, sinema sanatının bel kemiğini oluşturur. Kamera kaydetmediği sürece yapılan hiçbir çalışmaya sinema denemez. Bu sihirli enstrümanı kullanan ve altı sanatı sinemaya dönüştüren görüntü yönetmenliğini (sinematografiyi), içinde sinema kelimesi geçen tek mesleği bu yüzden seçtim. Vizöre gözümü koyup çekilen filmin ilk seyircisi olmak istedim.

Bana bir proje geldiğinde öncelikli motivasyonum senaryodur, ayrıca filmin yönetmeni ve yapımcısı da. Yönetmenin önceki işleri, size filmi anlatışı, heyecanı o projede var olmayı çok etkiliyor; zaten o heyecan bana geçiyorsa bir takım oluyoruz. El sıkıştıktan sonrası toplantılar, hayal etmeler, hayalleri somutlaştırmaya doğru atılan keyifli adımlar, kamera dilini oluşturma ve filme bir atmosfer kurma gibi ilerliyor süreç. Ben filmin her aşamasından çok keyif alıyorum, hepsi bambaşka dinamikler. Her aşaması meşakkatli ve keyifli.

Yönetmenle görüntü yönetmeni arasında verimli çalışma, karşılıklı duyulan güvenle inşa oluyor. Ancak bundan sonra iyi iş çıkmaya başlıyor. Sonrasında açık görüşlülük ve her iki taraf için de birbirini dinlemek ve sabit fikirli olmamak filme çok şey kazandırıyor. Unutmamak gerekir ki her filmin görkemli bir görüntüye ihtiyacı yoktur ama senaryoyu destekleyen bir görüntüye ihtiyacı vardır. Bunun için kimi zaman vasat bir estetiğe sahip olma riskini alabilmelidir görüntü yönetmeni.

Benim için sanatsal ve ticari projeler arasında matematiksel olarak bir şey değişmiyor, sadece ticari işlerin (reklamlardan bahsediyorum) hızı çok fazla. Hızlı geliyor hızlı gidiyor, çok kısa zamanda kusursuz bir sonuç bekleniyor. 30 saniyelik bir film için günlerce çalışılıyor ve bazen neredeyse bir uzun metraj film parası harcanıyor. Bu da işin stresini artırıyor, yaptığımız işler aynı olsa da sonuçlar yönetmenden sonra müşteri ve ajansın beğenisiyle şekilleniyor. Sinema filminde ise tek karar mercii yönetmen olduğundan dolayı sahneyi önce kendime sonra yönetmene sevdirmem yeterli oluyor, daha geniş bir zamanda farklı duygularla süreç ilerliyor.

A. Emre Tanyıldız

Fotoğraf ile sinematografi arasında kadrajlama haricinde çok bir bağ kuramıyorum. İkisi de kendine göre çok zor ve farklı alanlar. Saniyede 24-25 kare dönen (kimi zaman 1000 kare) bir resme ışık yapmakla sabit bir görüntüye ışık yapmak bambaşka şeyler. Mesela güneşin heybetli bir şekilde aydınlattığı bir tren garında çekilen güçlü bir kare fotoğraf, oyuncunun yürümeye başlamasıyla sinemada ışık dengelerini yerinden oynatır. Bir kare fotoğraf saatler geçse de ışık değiştikçe kendine göre bir estetik dilini devam ettirebilir. Oysa sinemada çekilen sahnenin ışık devamlılığı her planda aynı olmalıdır; bir dakikalık bir sahne için, sabahtan akşama, ilk başta belirlenen ışığı taklit ederek gün geçer. Ama kadraj öğrenmek ve bir enstrümanı devamlı kullanmak adına fotoğraf harika bir yardımcıdır sinematografa, cebinde gezdirdiği küçük bir fotoğraf makinesiyle kadrajlama yeteneğini hiç kaybetmez ve bu yeteneği geliştirebilir.

Sinematografi eğitiminin teoriği pratikle desteklenmezse bana göre hiçbir kıymeti yoktur. Bizim meslekte uygulama esastır, öğrenme öyle başlar ve devam eder. Ama teorik kısım sadece “Nasıl çekilir, nasıl ışık yapılır?” değil, “Nasıl düşünülür, nasıl hayal edilir?” olmalıdır. Bu da diğer sanat branşlarını okuyarak, izleyerek dinleyerek geliştirilmelidir; bu durumda teori çok değerli. İyi bir sinematograf iyi tat almalı, müzik dinlemeli, edebiyata, resme hâkim olmalıdır. Ayrıca filmcilikte alet kullanmak ve çözüm üretmek çok değerlidir. Hâliyle okuduğumuz kitap, dinlediğimiz müzik kadar hayatın kendisi filmciliği besler. IKEA’dan aldığınız ve kurduğunuz bir dolap, oynadığınız bir LEGO balkonunuza astığınız tente zamanı gelince filmde karşınıza çıkan sorunları çözmekte yardımcı olur. Aslında film çekerken hayatı taklit ediyoruz; onun her alanını iyi tecrübe etmek, her yerde olmak ve hayatı deneyimlemek işimize de yansıyor.

Ben fotoğraf çekerken sadece pelikül tercih ediyorum, pelikülü seviyorum. Zamana karşı elimde somut bir objenin olması hoşuma gidiyor. Elime alabildiğim, tutabildiğim bir görüntü olması muhteşem bir his. Doku olarak da aynı şekilde, bana hissettirdikleri paha biçilemez. Aynı şekilde sinemada da imkânım olsa eskisi gibi pelikül çekmeyi çoğu zaman tercih ederim. Zaten günün sonunda renk yaparken peliküle çekilmiş gibi yapmaya uğraşıyoruz, sahte grenler veriyoruz o parlak dijital resmin üstüne. Neden gerçeği varken “mış” gibi yapalım ki? Sonrasında da kapalı bir kutuya koyup rafa kaldırıyoruz çektiğimiz dijital filmi, “Kendisi orada mı? Daha ne kadar orada kalacak? Açtığımda hâlâ orada olacak mı?” sorularıyla beraber. Ama artık her şey dijital; müzik de sanat eserleri de film de. Alışmamız gerekiyor, artılarını da iyi kullanmamız. Ne kadar katı analogcu olsam da dijital resmin bize kazandırdıkları da var elbette. Karanlıklara korkusuzca gitmek bunun başında geliyor. Yüksek kare çektiğimiz bir görüntünün sonuçlarını akabinde görmek de öyle, hatalarımızı ve başarılarımızı fark ederek. Sonrası yapımcıyı daha çok ilgilendiriyor.

Meslekte örnek aldığım ilham perilerim arasında Robby Müller, Georgi Rerberg, Sven Nykvist, Vadim Yusov, Christopher Doyle, Anthony Dod Mantle, Roger Deakins ve adını yazmadığım onlarca isim var. Onları her defasında izlemek işimi daha iyi yapmaya teşvik ediyor.


Silsile

Ahmet Sesigürgil yanıtlıyor

“Görevimiz vizyonu anlamak, onu kavramlaştırmak, sonra pratiğe dökmek, iletişim kanallarını açık bırakarak tutarlı bir şekilde oluşabilecek boşlukları doldurmak ve imkân buldukça bunları daha da yükseğe taşımak.”

Filmografisinden kimi duraklar: Silsile (2014), Dört Köşeli Üçgen (2018), Atiye (2019), Alef (2020)

Lise ve üniversite yıllarımda üç temel ilgi alanına yöneldim. İlki hikâyecilikte ne ararsan; film, çizgi roman, edebiyat, tiyatro, opera, dans… İkincisi fotoğraf ve karanlık oda. Üçüncüsü ise takım sporlarına olan ilgim. İlk ikisini nereye bağlayacağım gayet açık sanırım, üçüncüsünün değerini ise büyüdükçe daha da anlar oldum. Takım oyuncusu olmak üretim hayatımın en temel ve gurur veren unsuru oldu. Kazanmak için çok çalışmak gerektiği bilgisi de cabası… Genç yaşta başlayan milli sporculuk ve akademik hayatın beni değişik ülkelere sürüklemesi ise bende “dünya büyük, ben çok ufağım” algısı yarattı. Bu da değişik kültür ve coğrafyaların parçası olma ihtiyacını, hatta saplantısını doğurdu diyebilirim. Sadece seyirci kalmamak aynı zamanda lokal olmak için de gittiğim yerin ekonomisinin bir parçası olmam gerektiğini genç yaşta anladım. Böylece 2001 yılında Amerika’ya taşındığımda yazar/yönetmen olmak isterken, negatif pozlayabildiğimi görenler beni kısa ve öğrenci filmlerine görüntü yönetmeni olarak atadı. Fotoğrafa, ışığa, kompozisyona hâkim olduğumu düşünüyordum. Ne var ki “action” dediklerinde sadece oyuncu değil, kamera da hareket etmeye başlayınca bir anda işin büyüsüne kapıldım ve mücadeleyi büyük bir coşkuyla kabul ettim.

Görüntü yönetmeni olarak benim temel besin kaynaklarım sırasıyla metin (çoğunlukla senaryo), yönetmenin getirdikleri (yaklaşım, bakış açısı, dert, talep ve niceleri) ve bütün bunların sahneleme sırasında oyuncular (belgeselde süje) tarafından mekânda nasıl şekilleneceği. Dolayısıyla yeni bir proje hayatıma girdiğinde de bu sırayla değerlendirme yapıyorum. Projeyi kabul edip, çalışmaya başladığımda da bu önem sırasını gözetmeye çalışıyorum. Burada çok ince ve öğrenmesi uzun zaman alan nokta ise bu saydıklarımın yazar, yönetmen, oyuncu ve benim dışımda diğer nice faktörlere bağlı olduğu. Yani kafanızda kurduğunuzu lensin dibine yansıtmak, oradan da kazasız belasız editörün bilgisayarına kavuşturmak, hatta oradan da seyircisi ile sizin niyet ettiğiniz şekilde buluşturmak için sürece dâhil olan herkesle ilişkinizi ve iletişiminizi çok kuvvetli tutmanız gerekiyor. Yapımcının, yönetmenin, oyuncunun, sanat yönetmeninin size sonsuz güven duyduğu ve desteğini verdiği… Yardımcı yönetmenin binbir derdi arasında size o saatte orada olma imkânı sağladığı… Teknik ekibin tamamen konsantre bir şekilde orada, o anda olduğu bir durumda; tam ışık giderken resme sizin isteğinizle sinsice girmiş jeneratör veya karavanların 15 dakika içinde yok olması gerektiğinde, size yardımcı olabilecek tek şey kalıyor: İnsan ilişkileriniz. İletişimden kastım ise hazırlık aşamasının ilk gününden, projenin post prodüksiyonun son gününe kadar niyet ve metodlarımızı birbirimize açık ve net bir şekilde iletmemiz aslında. Sonuçta, film gibi çok insanın elinin değdiği üretim ortamlarında şapkadan tavşan çıkarmadan önce herkese bıçaklarını saklamalarını söylemek iyi fikir olabilir.

Yönetmen ve görüntü yönetmeni ilişkisi ve bu ilişkideki görüntü yönetmeninin görev tanımı konusundan da bahsetmek isterim. Bu bana biraz romantik bir ilişkide iki kişinin rollerini tanımlama çabası gibi geliyor ve takdir edersiniz ki bu dipsiz bir kuyu olduğu gibi indirgeme ve genellemelerle dolu olacaktır. Teknik bilgisi çok gelişmiş, kameradan, lensten, ışıktan tam olarak ne beklediğini bilen ve bunu hece hece anlatan yönetmenler olduğu gibi, işin tekniğiyle hiç ilgilenmeden karakter ve dramasıyla saplantı derecesinde kendini tüketmiş ve teknik hiçbir şey konuşmayı tercih etmeyen yönetmenler de var. E bu ikisinin arasında mesleğini icra eden sonsuz sayıda başarılı yönetmenin de olduğunu biliyoruz. Ekip başları ve ekipler olarak bizim görevimiz vizyonu anlamak, onu kavramlaştırmak, sonra pratiğe dökmek, iletişim kanallarını açık bırakarak tutarlı bir şekilde oluşabilecek boşlukları doldurmak ve imkân buldukça bunları daha da yükseğe taşımak. Bunca disiplini bir arada içinde barındıran bir mesleği icra ederken bunu formülize etmek çabasına kendi adıma katılamıyorum.

Ahmet Sesigürgil

Çağımızda, filmcilik veya hikâyeciliğin ucundan bucağından bir dalıyla uğraşan bizlerin herhangi bir konuyla ilgilenmeme lüksümüzün olmadığına inanıyorum. Sanat, edebiyat, müzik, fotoğraf, dramaturji buz dağının görünen bölümü. Mimari, sosyoloji, psikoloji, felsefe, moda, ekonomi, fizik, hatta trendler ve bunun gibi hayatla direk bağlantılı birçok alan konusunda eğitimli bir bakış açımız olmalı. Yoksa korkarım seyirci ile sağlıklı ve devamlı bir ilişki kuramayabiliriz. Modern ve vahşi ekonominin temel kuramlarından birine göre istediği kadar büyük ve kârlı olsun, bir şirket büyümeye devam edemez, sabit kalırsa, yok olur. Görüntü yönetmenleri de istedikleri kadar havalı olsunlar, öyle kalmak istiyorlarsa kendilerini her alanda geliştirmekle sorumlu olduklarına inanıyorum.

Açıkçası bir seyirci olarak da bir görüntü yönetmeni olarak da sanatsal, ticari, deneysel, bağımsız veya nasıl kategorize edilirse edilsin hiçbir projeye farklı yaklaşmadığımı düşünüyorum. Görüntü yönetmeni olarak her seferinde, yönetmenle beraber bize verilen metne hizmet etmeye çalışıyoruz. O lensi, o anda, o ışık şartlarında, oraya götürmeye çalışıyoruz. Verilen imkânların, beklentilerin, oluşan engellerin boyutları çok farklı da olsa dertler aynı, çözümler çok benzer, çözme arzusu eşit. Bunca yıldır bir şeyler çekiyorum, çirkin gözükmesini istediğimi bilirim ama kötü gözükmesini hiç istemedim. Ayrıca ekip, ekipman ve destek arttıkça daha etkileyici şeyler yapabileceğini düşünürken hantal kalıp fırsatları kaçırabiliyorsun. Bazen de alet edevat işe yarıyor, hem etkileyici oluyor hem de hikâyeye hizmet ediyor. Birini, diğerinden ayırmak bu yüzden benim için zor. Seyirci olarak da öyle; bazı müze enstalasyonları (Matthew Barney’den Cremaster serisi) sinematografik olarak mega bütçeli stüdyo filmlerinden daha etkileyici ve “pahalı” gözüküyor bana. Soderbergh, Fincher, Sorrentino gibi yapımcı/yönetmenlerin hem projeler dâhilinde hem de projeden projeye spektrumlarının genişliği benim için yukarıdaki kategorizasyonu manasız kılıyor. Kendi adıma çok çok iyi zaman geçirerek ve hayran kalarak izlediğim Lars Von Trier, Gaspar Noé, Michael Haneke gibi yönetmenlerin ise ticari veya en azından popülarite kaygılarının olmadığını aklım almıyor bir türlü. Son dönemde çekilen belgeseller teknik olarak filmlerden daha iyi gözükebiliyor. Yani yalın, güzel hikâyeciliği veya seveceğim sinematografiyi belli bir yerde aramıyorum.

Negatifi özlediğimiz doğrudur. Dijital-negatif savaşının bir savaş olarak yaşanması gerçekten çok ama çok üzücü. Olması gereken tabii ki ikisinin de hayatlarına ve gelişimlerine devam etmesi olurdu. Ne yazık ki, içinde yaşadığımız sistem ve onun üretim politikaları sadece ama sadece maksimize olmaya programlandığı için içinde romantizme hiç ama hiç yer yok. Bunca lafa şunu da eklemeliyim ki dijital resim elde etme teknolojisinin ve yeni nesil lenslerin gelmekte olduğu yerlerden inanılmaz heyecanlanıyorum. Bugün ikisinden birini eşit şartlarda seçme şansım olsaydı seve seve test çeker, hangisinin kafamızdakine daha yakın sonuç verdiğine bakardım.

Mesleki anlamda baba gibi gördüğüm Gordon Willis, Sven Nykvist, Harris Savides gibi isimlerin yanı sıra Darius Khondji, Emmanuel Lubezki, Hoyte van Hoytema ve tabii ki Roger Deakins gibi isimleri söylemeden sinematografiden bahsetmek benim adıma zor. Daha özel bir yerden ise David ve Albert Maysles kardeşlerin ve William Klein’ın göstermeci belgesellerini belirtmek isterdim. Karakter odaklı kalırken, planın içinde daha çok hikâye ve üstüne üstlük daha iyi resmi aynı anda ararken bu insanların işleri, birer film okulu gibi.


Aidiyet

Barış Aygen yanıtlıyor

“Işığı kaydedebilmek başlı başına bir mucizedir. Bugün bu duruma çok alışmış ve her zaman olan bir olguymuş gibi davransak da insanlık tarihinde çok kısa bir zamandır bunu yapabiliyoruz.” 

Filmografisinden kimi duraklar: Eden (2018), Aidiyet (2019), Biz Bir Aileyiz (2020), Kumbara (2020)

Ben bu işi yapan çoğu insan gibi sinema aşkı ile büyümedim. 20 yaşında kamera asistanı olarak işe başlarken tek derdim gelişebileceğim ve para kazanabileceğim bir işti. Ancak sinemayı sevdikçe, sonsuzluğunu gördükçe yaptığım iş beni hayata bağlayan en büyük şey hâline geldi.

Işığı kaydedebilmek başlı başına bir mucizedir. Bugün bu duruma çok alışmış ve her zaman olan bir olguymuş gibi davransak da insanlık tarihinde çok kısa bir zamandır bunu yapabiliyoruz. İnsanın akan ve değişen dünyayı beyhude sabitleme çabasının en çarpıcı başarı öykülerinden biridir o ânı kaydedebilmemiz. O günkü gün batımını, bulutların şeklini tüm formları ve renkleriyle tekrar tekrar izleyebilmemiz… Bu keşif ile birlikte bir kara deliğin fotoğrafını bile çekmeyi başardık. Carl Sagan’ın Mavi Soluk Nokta dediği o muhteşem görselle, evrendeki yerimize dair yeni ve farklı bir bakış açısı kazandık. Ben o fotoğrafı çeken vizörün arkasındaki ilk göz olmayı seviyorum.

Doğa zaten güzeldir. Çamlıhemşin’de ya da Kapadokya’da kameranızı nereye çevirirseniz, gözünüze güzel gözükür. Ancak sinematografi sadece güzel göstermek çabasından çok daha fazlasıdır. Bazen görsel kaos ya da beklenmeyen bir ışıklandırma filminizi daha üst bir noktaya taşıyabilir. İyi bir sinematografinin temel meselesi hikâyeye hizmet edebilmesi ve bir bütün olmasıdır. Atmosferinizi filminize uygun kurabilmek ve devamlılığını sağlayabilmek çok daha önemlidir. Bu, her sahne için birden fazla plan alınan filmlerde (Eğer bir stüdyoda çalışmıyorsanız) çok daha zordur. Dünya değişir ve o değişirken siz, her yeni çektiğiniz planda atmosferin ve ışığın devamlılığını sağlamaya çalışırsınız. Kendi adıma iyi bir sinematografinin filmin kendisinin ne istediğini bulmaktan geçtiğini düşünüyorum. Doğanın güzelliklerini de isteyebilir; asimetrik, klostrofobik bir dünyayı da.

Barış Aygen

Sinematografiye olan ilgimde fotoğrafçılığın etkisi olmadı, fotoğrafla ilgilenmeme sebep sinematografi oldu. Bir video kamerasının nasıl çalıştığını merak etmeye başladığınızda bu sizi fotoğrafa hatta Camera Obscura’ya götürür. Çünkü izlediğimiz bir hareketli görüntü belirli bir sayıda fotoğrafın arka arkaya belirli bir süreyle gösterilmesinden ibarettir. Sonra fotoğraf sizi ışığa, elektromanyetizmaya, dolayısıyla fiziğe götürür. Bu da hayata bakışınızı değiştirir. Hareketli görüntünün fotoğraftan büyük farklarından biri kamerayı ve öznenizi hareket ettirerek aynı plan içinde birçok fotoğraf çekebilmenizdir. Tabii ki bazen karmaşık bir kamera hareketi ile tek bir kare fotoğrafın yarattığı etkiyi yaratamayabilirsiniz, orası ayrı bir konu. Son tahlilde fotoğrafa hâkim olursanız kompozisyon oluşturmak, ışığı doğru kullanabilmek, lensi doğru tercih edebilmek gibi birçok konuda çok daha ucuza tecrübe edinme şansı elde edersiniz. Sinema pahalı bir iştir. Fotoğrafa ise çok daha kolay ulaşılabilir.

Bazı şeyleri sadece sette öğrenirsiniz, bazı şeyleri sette olsanız da öğrenemezsiniz. Bu sizin ne kadar olayın içinde ve orada olduğunuzla ilgilidir. Ustanız olması önemlidir fakat kendi içinde tehlikeler de barındırır, özgün olamamak gibi. Ustanız olmaması da zordur çünkü her şeyi kendi başınıza çözmeniz gerekir ki bu da hataları beraberinde getirir. Ben burada arada bir noktadayım. Ustamdan erken ayrıldım ve kendi başıma çözmem gereken çok şey oldu. Teorik olarak birçok şeyi kitaplardan ve internetten öğrendim. Teorik bilgi önemlidir demeyeceğim, zaruridir çünkü en nihayetinde yaptığımız işin yarısı teknik ve matematiktir. Bunun yanında sanat dallarından ve sinema alanından kendinize kattığınız her teorik bilgi, yapacağınız yeni işlerde kullanabileceğiniz yan cümlecikler olarak orada durur.

İlk baktığım şey incelikli düşünülmüş bir hikâye, içinde bana da dokunan dertler ve aniden gelen “Bu filmi ben yapmalıyım” hissi. Eğer senaryoyu seversem ve anlaşırsak daha sonra ön hazırlık süreci başlıyor. Bu süreçte hangi mekânlarda kamerayı nasıl konumlandıracağımızı, görsel dünyamızı, kamera ve ışık dilimizi, bütçe dâhilinde hangi kamerayı, lensi ve ışıkları kullanabileceğimizi, nasıl bir ekiple çalışacağımızı yönetmen ve yapım ekibi ile tartışıyoruz. Benim bu süreçte en keyif aldığım şey, yönetmenle filmi nasıl çekeceğimiz konusunda yaptığımız kreatif tartışma ve çalışmalar. Bu aşamada referans görsellerden ve filmlerden konuşuruz, beraber film izleriz, kafa kafaya verip film için en doğru olanı ararız. Çalıştığım birçok yönetmenle bu süreçten sonra arkadaş olduk zaten. Ön hazırlık sürecinin en zor kısmı ise bütçe dâhilinde doğru ekibi ve ekipmanı toplayabilmek. Bağımsız film yapanlar bilirler, en büyük konu filmin bütçesidir.


Kusursuzlar

Deniz Eyüboğlu yanıtlıyor

“Kamera departmanında çalışmaya başladığımda Türkiye’de bu işi meslek edinmiş, kendine piyasada yer edinmiş bir kadının olmadığını duyunca bir süre inanmakta güçlük çektim.”

Filmografisinden kimi duraklar: Canavarlar Sofrası (2011), Kusursuzlar (2013), Karışık Kaset (2014), Aether (2019)

Ailemde çoğunluk eğitmen olsa da isteklere başkaldırıp heykeltraş olan da olmuş, tiyatro aşkıyla yazar ve yapımcı olan da olmuş. Ben ise her ne hikmetse çocukluk hayalim olan mimarlığı es geçip, lisede ekonomi okuyup, ardından üniversitede yedekten Galatasaray İletişim’e girdim. Ne yaparım, ne ederim diye geçti ilk seneler. Reklam mı, halkla ilişkiler mi derken, sinema-tv’ye göz kırptım ama bölümdeki çoğunluğun aksine yönetmen olmak hiçbir zaman aklımdan geçmedi. Görüntü yönetmenliği diye bir mesleğin varlığından haberdar olduğumda 3. sınıftaydım. Henüz bu mesleğin bana ya da benim ona ne kadar uygun olduğumu bilmiyordum. Fotoğrafçılığa ve resim sanatına olan merakım, görsel hafızamın kuvvetliliği ve ışık/gölge oyunlarına olan ilgim, ders seçimleri esnasında, bu alanın ne kadar benlik olduğunu farketmemi sağladı.

Kamera departmanında çalışmaya başladığımda Türkiye’de bu işi meslek edinmiş, kendine piyasada yer edinmiş bir kadının olmadığını duyunca bir süre inanmakta güçlük çektim. İlklerden biri olabileceğim fikri beni heyecanlandırmıştı. Başladığım yıllarda pek çok ön yargıyla karşılaştım. Bir azınlık dışında, uzun süre dayanabileceğime inanan pek olmadı. Bu insanı hem yıldırabilir hem kamçılayabilir. Her gün kamçıladığını söyleyemeyeceğim ama hiç yılmadım. Ancak bu yolculukta yalnız değildim. Bana kol kanat geren ustalarım olmasa belki azmimle bile kendimi ispatlayamazdım, attığım adımları atıp bugünlere gelemezdim. Bu da bana sektördeki usta-çırak ilişkisinin önemini öğretti.

İstediğiniz kadar okullu olun, bu sektörde usta-çırak ilişkisinden beslenmek en değerli unsurlardan biri. İnsan ilişkileri; yerinde, setine ve ekibine göre, o anki durumun ihtiyacına göre deneyimlerini paylaşan birinden edinilecek bilgiler maalesef kitaplarda yazmıyor. Bu çalışma şekli dijitale geçişle birlikte çok sekteye uğradı gerçi; negatif zamanında herkes çok daha profesyonel, çok daha titizdi. Elbette imkânımız olsa pelikülle çalışmayı tercih ederdim eskisi gibi, çok daha ince eleyip sık dokunan zamanlardı. Her bir karesi çok kıymetli olduğundan, bütün departmanlar mecburen misliyle disiplinliydi ki bu benim için olmazsa olmaz bir özellik. Yine de şu anda çalıştığım ekiplerde aynı titizliği gördüğüm için mutluyum.

Sette olmak, ışık yapmak, hayal edilen ambiyansı yaratmaya çalışmak, beni en çok mutlu eden anlar diyebilirim. Sette verimli olabilmem o işe olan inancımla bağlantılı, bu yüzden gelen tekliflerde seçici davranıyorum. Ya hikâyeye ya da yönetmene gerçekten inanmış olmam gerekiyor. Kısa ya da uzun olmasından çok yaratıcısıyla aynı dili konuşabiliyor olmam önemli benim için. Buna bir de ekipteki uyum eklenirse, o enerji izleyiciye mutlaka geçiyor.

Deniz Eyüboğlu

Senaryoyu okurken bana o bir duygu veriyorsa, kafamda planlar canlanıyorsa, hatta kim oynamalı gibisinden cast düşünmeye başlıyorsam, o işe kanım kaynamış demektir. Yönetmenle daha ilk tanışma toplantımda edindiğim izlenim, benim o işi onunla yapıp yapmayacağımı belirler; sonrasında senaryo üzerinden beraber geçerken kafasındaki dili, atmosferi benimle paylaşır, ben de bu dünyayı yaratacak teknik elemanları ona sunarım, ona fikirler veririm ya da olasılıkları sayarım. Sonra birlikte mekân gezisine çıkarız, uygun olanlara beraber karar veririz ve sete çıkmadan olabildiğince detaylı bir çekim listesi yapmaya çalışırız; açılarımızı, hareketlerimizi konuşuruz. Ön hazırlığımız ne kadar sağlam olursa sette o kadar rahat ederiz. Sette beklenmedik aksilikler olursa da yönetmeni rahatlatacak alternatifler sunmaya gayret ederim, olur da herhangi bir sebepten kafası o gün yoğunsa, tasalandığı başka şeyler varsa, çaresiz ya da yetersiz gibi görünürse, mümkün olduğunca alternatifler sunarak onu yönlendirmeye, fikir yürütmesini sağlamaya çalışırım. İşte bu yüzden yönetmen ile karşılıklı güven ve açık olabilmek çok önemli.

Neyse ki kariyerim boyunca çoğuna can-ı gönülden emek verdiğim işlerde çalıştım. Tabii ki bu bahsettiklerim çoğunlukla uzun ve kısa metraj film ya da yaratıcı anlamda var olduğum dizi formatları için geçerli. Reklam gibi ticari mecralarda bu tip ön çalışmalar ve titizlikler pek sık aranmıyor, vakit de olmuyor. Her işin kendine has avantajları, beklentileri ve dezavantajları oluyor.

Mesleğimin sinema aşkıma tek negatif yansıması, film izlerken dikkatimin kimi zaman hikâyeden kopuyor olması. Mesleki deformasyon zamanla oluşuyor. O kadar çok stil, tekniğe takılıyorum ki hikâyeden kopuyorum bazen. Özellikle de görüntüleri çok beğeniyorsam oluyor.

Zaman görüntü yönetmenliğinin benim için biçilmiş kaftan olduğunu gösterdi bana. İnsanın bu kadar sevdiği bir işi yapabiliyor olması büyük lüks. Sadece doğru zamanda doğru yerde olup bir fotoğrafçı gibi o ânı kaydetmek değil de hikâyeye hizmet eden, istediğin, tasarladığın, kendi yarattığın ışığın o atmosfere dönüştüğüne tanık olmak büyük bir haz benim için.

Elbette işsiz kaldığım haftalar hatta aylar olduğunda liseden sonra. Türkiye’de kalmayıp kabul olduğum Sorbonne İletişim’e gitseydim, acaba hayatım ve kariyerim nasıl bir yönde ilerlerdi diye ara sıra sorgularım hâlâ. Ama tekrar bir sete çıktığım ilk adımda, ışık ölçerimi elime alıp, vizörden baktığım an tüm bu düşünceler yok oluyor. Ânında son 22 seneme bakınca pişmanlığım yok diyorum.


Daha

Feza Çaldıran yanıtlıyor

“Şimdi peliküle yakın sonuçlar elde etmeye çalışıyoruz ama biliyorum ki hiçbir zaman onun gibi olmayacak.”

Filmografisinden kimi duraklar: Gece (2014), Sonbahar (2008), Daha (2017), Şahsiyet (2018)

Görüntü yönetmenliğine yönelişim, fotoğraf ve sinemaya olan merakım sayesinde oldu. Bir fotoğrafın çekim süreci, sinema filmlerini seyrederken aldığım heyecan, beni film kamerasıyla tanıştırdı ve kamera hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu.

Açıkçası projeyi kabul etme motivasyonumu senaryo ve yönetmen belirliyor. Okuduğum senaryo beni heyecanlandırıyorsa ilk motivasyonum bu oluyor. Örneğin Şahsiyet dizisinin senaryosunu okurken 10. sayfada yönetmeni aradığımı, “Bu okuduğum en heyecan verici senaryo” dediğimi hatırlıyorum. Okuduktan sonra yönetmeni dinlemek, onun projeye bakışını duymak da motivasyon sebeplerimden. Senaryoyu konuşurken fikir alışverişinde bulunuyoruz doğal olarak, muhtemelen mekânlar ve oyuncular daha belli olmamış oluyor. Bu aşamada renk, biçim, kamera hareketlerine odaklanmak için kendimi su gibi berrak tutmaya çalışıyorum. Metin üzerinde çalışırken mekânlar canlanmaya başlıyor. Yönetmenle zaman geçirip filmin atmosferi üzerine konuşmak en önemli ve en keyif aldığım süreçlerden.

Görüntü yönetmenliğinin en keyifli ve heyecanlı kısmı, her projede ayrı bir keşif olması. Lens, mekân, renk, sahne, efekt testleri yaparken yakaladığımız yeni bilgileri kendimizle pekiştirmemizi sağlıyor. Keyif aldığım taraflarından biri de yönetmen, sanat yönetmeni ve kostüm şefi ile proje üzerine konuştuğumuz tasarım anları. Bu, sürecin en yararlı anlarından. Senaryodaki karakterlerin yaşadıkları yerler, bulundukları mekânlar, üzerlerindeki kostümler, ruh hâllerine göre taşıdıkları renkler ortaya çıkmaya başlıyor.

Yönetmenle konuşup fikir alışverişinde bulunduktan sonra kamera ve lens testleri yapmaya başlıyorum. Bu süreç inanılmaz heyecan verici. Herhangi bir marka ve çeşide odaklanmam. Senaryonun atmosferine uygun ortamlarda renk, mekân, ışık testleri yapıp bunları yönetmenle beraber seyrediyorum. Testlerdeki sonuçlar senaryoya hizmet edip bizi heyecanlandırırsa o proje özelinde o kamera ve lensi tercih ediyorum.

Feza Çaldıran

Ruhlarını filme koyan insanların bir araya gelip sinema yapma çabası oldukça heyecan verici. Uzun zamandır beraber çalıştığım dostlarımın sinemaya olan yaklaşımları ve becerileri, benim de işimi kolaylaştırıyor.

Fotoğrafçılığın etkisi ve katkısı oldukça fazla. Çekim öncesi ve sırasında fotoğraf çekip, o fotoğraf üzerine yönetmen ve yaratıcı ekip ile fikir alışverişinde bulunmak, yaptığım işi ve kendimi geliştirmem için önemli.

Sinema dışında fotoğraf çekmek, mimari yapıları, resim ve sanat kitaplarını incelemek, ayrıca video art, enstalasyon, tiyatro, heykel alanındaki gelişmeleri takip etmek, hem ruhumu hem sanata olan yaklaşımımı etkileyip geliştiriyor.

Pelikülün etkisi ve sonucu tartışılmaz. Pelikülle son çalışmam 2011’de olmuştu. Dünya sinemasındaki pelikülle yapılan çalışmalar, ABD ve Avrupa’da açık olan laboratuvarlar aracılığıyla devam ediyor. Ülkemizde laboratuvarlar ortalama sonuçlar veriyordu; o yüzden biz de Almanya, Yunanistan ve Romanya’daki laboratuvarlarla çalışıyorduk. Geçmişte hep pelikülle çalışmayı tercih ediyordum. Dijitale geçiş yaparak sonuçları daha erken görmeye başladık. Şimdi peliküle yakın sonuçlar elde etmeye çalışıyoruz ama biliyorum ki hiçbir zaman onun gibi olmayacak. Gerçi dijitalde de yaratıcı, farklı filmler ortaya çıkıyor.

Sinemada takip ettiğim görüntü yönetmenleri var ama sadece onlar değil, farklı alanlarda üretim yapan birçok insanın işleri beni etkiliyor. Bunlardan birkaçı: Darius Khondji, Abbas Kiyarüstemi, Jean-Luc Godard, Robert Capa, Rembrandt, Alejandro González Iñárritu, Sebastião Salgado…


“Sevan Bıçakçı Jewelry” reklam filmi

Gözde Koyuncu yanıtlıyor

“Ekibin öz deneyimlerinin birbirine yakın olması gerekmez, zıtlıklar da birbirini besler, yeter ki bu deneyimler birbirinden faydalanabilecek ortam bulabilsin.”

Filmografisinden duraklar: Edifice (2015), Cadı Üçlemesi 13+ (2019), Kusurlu (2019) Ankebût (2020)

Sinematografi yaratıcı bir süreç; herhangi bir yaratıcı süreçte olduğu gibi yoktan var etmek, düşlemek, düşleri fiziksel forma kavuşturmak demek.

Özünde her şeyi var eden ışık, ışıkla beraber varoluşumuzun her ânında biriktirdiğimiz imgeler. Bilinç altında var olanlar, çocukluktan kalan güneşli bir gün hissi ya da en karanlık anlarımızda perdenin arasından sızan bir ışığın karanlığı yırtması. Kişiyi var eden tüm deneyimlerin izdüşümü. Bu noktada herkes kendine has. Her filmin kreatif sürecinin olduğu gibi filmin seyircilerinin deneyimleri de biricik. Film yapımı kolektif bir bilinç ağı. Bambaşka hayat deneyimleri olan insanların kendi bilinç izdüşümlerinden yola çıkarak ortak bir dil oluşturması. Kolektif bir düş.

Bu düşün temeli hikâye ve bu hikâyeyi herkes kendi deneyimlerince okur. Bu noktada yönetmen ve yaratıcı ekip arasındaki diyalog, bir filmin tüm realizasyon sürecini kapsar. Bu diyalog kanalları birbirine ne kadar açıksa o oranda düş büyür ve gelişir. Ekibin öz deneyimlerinin birbirine yakın olması gerekmez, zıtlıklar da birbirini besler, yeter ki bu deneyimler birbirinden faydalanabilecek ortam bulabilsin.

Gözde Koyuncu

Bu doğrultuda bir filmin yapım sürecinde bulunma kararım çok yönlüdür, özünde hikâye ve bu hikâyeyi ekrana aktaracak insanlarla olan iletişimim yer alır. Tüm bu yapboz parçalarının sonunda nasıl bir resim oluşturacağını anlamak gerekir. Bu konuda yönetmenin resmin bütünüyle ilgili fikri esastır ve her departman nihai resme hizmet eder. Pre-prodüksiyondan post prodüksiyona verilecek her kararda, öncelik ortak düşü besleyebilmektir.

Seyirci koltuğuna geçmek benim için her zaman mutluluk verici. Hikâye anlatmak ve dinlemek insan için temel bir ihtiyaç, bunun ne formda gerçekleştiği sorgulanmaksızın. Mimari bir eser, müzik, resim, edebiyat, heykel vb. aklımıza gelebilecek her sanat dalı, hayattan ve bildiklerimizden besleniyor. İnsan olarak anlatma ve aktarma ihtiyacımız soyut düşünce becerimizden mütevellit. Fiziksel olmayanı hayal edebilmek ve bunu aktarabilmek. Bir eser ortaya çıktığında kendi oluşum sürecinin devamı olarak yine kolektif bilince aktarılıyor. Seyirci olarak her deneyimim yeni bir düşünsel yol açıyor. Hâlâ herhangi bir filme kendimi kaptırmış bulabiliyorum. Filmin kendi gerçekliği ile sürüklenip başka bilinç diyarlarına yol alabiliyorum, sanırım en başından beri beni bu meslek ile buluşturan his bu. Hayatın içinden tüm deneyimlerimi paylaşabildiğim bir mecra bulabilmek. Bana ait olanı evrene yollayabilmek.


Gölgeler İçinde

Hayk Kirakosyan yanıtlıyor

“Bir film çekerken izleyiciyi değil, kendi duygularınızı düşünür ve onların filmdeki yansımalarını fark etmeye çalışırsınız. Seyirci için film yaptığını iddia eden yalancıdır.” 

Filmografisinden kimi duraklar: Neredesin Firuze (2004), Mama (2017), 7YÜZ (2017), Gölgeler İçinde (2020)

Çocukluk yıllarımda hepimiz sinemayı severdik; 1960’lar ve 70’lerde bizi büyüleyen, mutlu eden bir tür külttü sinema. Hep gerçek hayattan ayrılmak ve ekranda yaşayan o büyülü gerçekliğe girmek istedim. Böylelikle 11 yaşında başka bir tutku geliştirdim: Fotoğrafçılık. Farklı gerçeklikler hayal etmek ve gerçeği yansıtan fotoğraflar çekmek. Bu iki tutku, ışık ve gölgeden örülmüş hikâyeler dünyasına beni adım adım götürdü. Sanırım çocukluğumdan beri iyi öğretmenlerim olduğundan şanslıydım ve babam da harika bir arkadaş, akıl hocasıydı. Sinema olmasaydı yapmak isteyeceğim başka bir meslek var mıydı? Evet, mimarlık. Ancak sinema tutkusu daha güçlü çıktı.

Projeyi kabul etme nedenlerim farklı olabiliyor. Motivasyon bazen senaryo, bazen yönetmen ve hatta yapımcının kişiliği… Başlamak için olacaklara inanmam gerekiyor. Benim için en önemli kriter, yaklaşan projenin ahlaki bileşenleridir. Bir insan, bir baba, bir vatandaş olarak projenin ahlakına katılmıyorsam eğer, o projeyi üstlenmiyorum. Peki hatalar oluyor mu? Evet maalesef bazen oluyor. Projeye veya yönetmene inanıyorsunuz ve uygulama sırasında “yanlış gemide” olduğunuzu fark ediyorsunuz. Neyse ki bu nadiren oluyor.

Karar verildikten ve sözleşme imzalandıktan sonra, yönetmenle (ideal olarak sanat yönetmeniyle de birlikte) günlerce, bazen aylarca süren; filmin görüntüleri, karakterleri ve aralarındaki ilişkiler hakkında tartışmalar başlar. Çok önemli bir faktör, yönetmenin bakış açısını ne kadar iyi ifade edebildiği ve gelecek filmin atmosferini nasıl tasavvur ettiğidir. Bu tartışmalardan sonra her birimizin bireysel çalışması başlar. Bu, projeye ve görevlerine bağlı olarak kitaplar okumak, arşiv materyallerinin incelenmesi olabilir; fotoğrafları incelemek, müzeleri ziyaret etmek ve çeşitli uzmanlardan tavsiyeler almak mümkündür. Tabii ki önemli olan nokta, farklı zaman dilimlerinde yapılmış çok sayıda iyi film izlemek. Bu süreç, konuya daha kapsamlı bakmanızı ve diğer filmlerde zaten yapılmış olanları tekrarlamadan kendi çözümlerinizi bulmanızı sağladığı için çok kullanışlıdır. Bunlarla birlikte genellikle ışık ve gölge atmosferini yakalamaya çalışan çok fazla fotoğraf çekiyorum. Paralel olarak tüm materyalleri yönetmen, sanat yönetmeni ve yapımcı ile paylaşarak sonuca yönelik görüşlerini öğreniyorum. Bundan sonra, araştırma çalışmanıza devam etmeniz faydalı olabilir. Bu fikir bulma ve bunları uygulama yolları, belki de tüm film yapım sürecinin en önemlisidir. “Film binasının” gelecekte üzerinde duracağı temeli oluşturmanıza olanak tanır. Bu temel ne kadar doğru bir şekilde kurulursa, işin geri kalanı -filmin çekimi ve post prodüksiyonu- o kadar kolay ve doğru olur.

En çok proje çekimine iyi bir hazırlık yapılmadan başladığı durumlarda zorluk yaşanır. Diğer durumlarda karmaşık bir şey yoktur, iş büyük zevk verir. Film yapımı zevkli, yaratıcı bir süreç olsun isteniyorsa sette çalışan birçok insanın karşılıklı anlayışı önemlidir. Yönetmenin güvenini ne kadar çok hissederseniz, çalışmak o kadar keyifli ve verimli olur.

Her zaman her şey yönetmenin kişiliğine ve ortak yaratım sürecine ne kadar hazır olduğuna bağlıdır. Kendi içine kapalı yönetmenler de var, ekiple birlikte yaratmayı sevenler de. Küçük bir örnek: Bir yönetmen, film ekibiyle projeyi tartışırken “Ben çekeceğim” diyorsa, bu ortak bir yaratıcılığın olmayacağının garantisidir. Birlikte çalıştığım için şanslı olduğum tüm harika yönetmenler her zaman “Biz çekeceğiz” dediler. Bu, önemsiz bir ayrıntı gibi gelebilir ama öyle değil. Etkili bir süreç; birlikte çalışan insanların açıklığı, karşılıklı saygı ve güven ile ilişkilendirilir. Herhangi bir yönetmenin herhangi bir görüntü yönetmeni ile çalışamayacağını da anlamalı, bir çift oluşturulmalı. Bir yönetmen ile görüntü yönetmeninin uzun yıllar harika filmler çektiğine dair pek çok örnek var ancak ayrı çalışmaya başlar başlamaz, birlikte çektiklerine kıyasla daha az başarılı sonuçlar ortaya çıkabiliyor.

Yönetmenle etkili bir iletişim süreci, ancak o yönetmenin yeterliliği ve birlikte çalıştığı insanlara yaratıcı özgürlük vermeye istekli olması durumunda gerçekleşebilir. Diğer tüm durumlarda (birçoğunda olduğunu bildiğimiz gibi) görüntü ve sanat yönetmenleri, yönetmen iradesinin koşulsuz uygulayıcıları hâline gelir ve herhangi bir etkili iletişim sürecinden bahsedilemez.

Bir görüntü yönetmeninin ne zaman inisiyatif alabileceğine gelince… Cevap, yönetmenin  “Biz çekeceğiz” dediği (ve dolayısıyla öyle düşündüğü) durumlarda. Görüntü yönetmeninin projeye katılımı çok yönlü olabilir; yalnızca çekimler sırasında değil, senaryo yazımı ve kurgu aşamalarında da destek verebilir. Her şey yönetmen ve görüntü yönetmeninin kişiliklerine bağlı.

Stalker sanatsal mı yoksa ticari film mi sizce? Çoğu kişi sanatsal diyecektir herhalde ama sizi temin ederim ki sanatsal olduğu kadar ticari de. İki amaca eşit derecede iyi hizmet eden, çok iyi bir film örneği. Filmleri sanatsal ve ticari diye ikiye ayırmak bana pek doğru gelmiyor. Matematik her zaman belirlenen imkânlarla ve bunları uygulayabilecek finansal olanaklarla ilişkili. Elbette, yönetmen ve yapımcının birbirini anlaması, ne yaptığını tam olarak bilmesi ve kabul etmesiyle de… (Bildiğimiz gibi, her zaman böyle olmuyor.) Ve evet, matematik her iki durumda da aynı şekilde çalışır. Çok büyük bütçeleri ve üretim görevleri olan, büyük projelerde farklı çalışır sadece. Bu tür projelerde bireysel yaratıcılık faktörü ortadan kalkar, herkes üretim sürecinin küçük dişlileri hâline gelir.

Fotoğrafçılık hobim olmasaydı, görüntü yönetmeni olmazdım. Fotoğrafçılık hâlâ en sevdiğim hobilerimden biri. Eskiden olduğu gibi, dünyaya âşık bir amatör fotoğrafçıyım hâlâ. Bir fotoğrafçının ve bir görüntü yönetmenin felsefeleri farklıdır ancak fotoğrafçılık pratiği olaylar, zaman, gölge, ışık üzerine düşünmek için mükemmel bir fırsat verir. Tüm bunlar, bir görüntü yönetmeninin film üzerinde çalışması gereken en önemli hususlar. Elbette bir fotoğrafçının becerisine hâkim olmak ve fotoğrafçılık pratiği yapmak mesleğimizde birçok avantaj sağlıyor.

Hayk Kirakosyan

Teorik eğitimin gerekli olup olmadığı sorusuna; kendi kendini yetiştirmiş, başarılı bir şekilde çalışan insanlar da mükemmel teorik eğitime sahip insanlar da olduğu için hem evet hem de hayır ile cevap verilebilir. Bir usta-çırak ilişkisi, en iyi ihtimalle, yalnızca zanaatta ustalığa yol açar. Ben teorik eğitimin gerekli olduğuna eminim. Eğitim ne kadar geniş ve derin olursa, kişiliğin boyutu, dolayısıyla üzerinde çalışılması gereken ahlak, etik ve estetik anlayış da o kadar geniş ve derin olur. Doğru pozlama öğrenmek için iki hafta yeterlidir, ancak bir yaratıcı ve sanatçı olmak için bir ömür yeterli olmayabilir. Teorik eğitim bu yolda en önemli araçlardan biri.

Beni en çok besleyen şey olan doğa; en büyük yaratıcı ve sanatçıdır. Doğanın mükemmelliği ve güzelliği ile karşılaştırılabilecek tek bir insan yaratımı yok. Eh, doğanın yanı sıra edebiyat, resim, heykel ve mimarlık da var. Bu sanat formlarının her birinin çalışmalarım üzerinde derin bir etkisi var. Edebiyat ve felsefe, zaman ve ahlak bağlamında özgüvene yardımcı olur. Resim -sessiz şiir gibidir- duyguları renkler ve gölgelerle yansıtmanın; heykel ve mimari, mekân kullanımının mükemmel örneklerini sunar. Sanattaki tüm bu faktörler mesleğimizin önemli bileşenleridir.

Bir film çekerken izleyiciyi değil, kendi duygularınızı düşünür ve onların filmdeki yansımalarını fark etmeye çalışırsınız. Seyirci için film yaptığını iddia eden yalancıdır. Öte yandan, izleyici kimdir günün sonunda? Çok ve aynı sayıda fikir, tutku, duyguya sahip olan; eğitimi olan ve olmayan insanlar. Herkesin ortak olarak beğenebileceği bir şey yok.

Bazen en popüler filmlerin, en bayağı ve ilkel filmler olduğuna tanık oluyoruz. Görevimiz “izleyiciyi” memnun etmekse, çoğu film tam da bu olmalıydı. Ama fenomen şu ki, izleyicinin kendisi ve beklentileri çok farklı. Peki film yapan sinemacı, ne çeşit bir izleyici kitlesine güvenmeli? Size söyleyeyim: Hiçbirine. Sadece kendi hakkında, duygularında, söylediği ve gösterdiği şeyde samimi olmalı. Komik bir örnek: Şimdi yeni bir projenin hazırlığındayım, yaklaşan çekimlerle ilgili birçok konuyu her gün yönetmen ve yapımcıyla çok keyifli biçimde tartışıyoruz. Ve dün yönetmen bana dedi ki: “Sen benim seyircim değilsin, benim görüntü yönetmenimsin. Gözlerine, hislerine, ellerine inanıyorum ve güveniyorum, ihtiyacım olan o resimsel atmosferi yaratabilecek olan sensin.” İlginç, değil mi?

Görüntü yönetmeninin yaptığı iş, yalnızca çok iyi eğitimli ve görsel dili takdir edebilen, özel bir izleyici kitlesi tarafından fark edilebiliyor genel olarak. Gerçek şu ki böyle izleyiciler çok az var. Seyircinin büyük bir kısmı filmi oyuncuların yüzleri ve söyledikleri sözler aracılığıyla algılar. Bu nedenle, aynı şekilde, izleyiciyle “temas” çoğunlukla görüntü yönetmenin değil yönetmenin elindedir.

İyi bir sinematografi, yönetmen tarafından belirlenen görevle mümkün olduğu kadar bütünleşen bir görsel çalışmadır. Ve görevlerin farklı olabileceğini anlamalısınız, yani onlarla bütünleşen görsel çalışmalar da farklı olabilir. Bir film güzel manzaralara sahip olabilirken, diğerinde bir çöplük veya çok fazla CGI olabilir ya da hepsi birlikte tek filmde olabilir. Ben filmi sesi kapalı izleseniz bile görmenizi, anlamanızı ve hissetmenizi sağlayacak, iyi bir sinematografi formüle ediyorum kendi adıma. Aslında görüntü yönetmeni, sessiz bir film çekmeli. Bir hikâyeyi anlatmanın en önemli parçalarından biri, etkileyici bir atmosfer yaratma yeteneğidir. Ve genel olarak, güzellik nedir ki? Biçim ve içeriğin uyumudur. Film özelinde uyum mu yoksa uyumsuzluk mu gerektiğine siz karar verirsiniz, her iki karar da doğru ve iyi sinematografinin temeli olabilir.

Pelikül ve dijital görüntüler farklıdır, farklı estetiğe sahiptirler, teknolojik olarak da farklı renk derinliklerine sahiptirler. Bu nedenle her bir durum için neye ihtiyacınız olduğunu anlamanız gerekir. Bir yerde pelikül en iyi bir çözüm olabilir, bir yerde dijital teknoloji. Kendi filmlerimden örnek verirsem Neredesin Firuze pelikülle çekildi, Gölgeler İçinde dijital kamera ile. İhtiyaçlarımız için doğru teknolojiyi seçtiğimize inanıyorum. Herkese uyan tek bir çözüm yok. Hem film hem de dijital teknolojinin kötü kullanımına ilişkin yüzlerce örnek vardır ve bunun tersi de geçerlidir. Sonuçta konu şu ya da bu şekilde teknolojinin ne kadar iyi veya kötü olduğu değil. Yönetmen ve görüntü yönetmenlerinin tüm olanaklar hakkında bilgi sahibi olması ve bu bilgiyi ne kadar iyi kullanıp kullanamayacakları önemli.

Son filmimi dijital kamerayla çektim ve yenisini pelikülle çekeceğim. Herhangi bir kısıtlama olmasaydı hangi teknolojiyi seçerdim? CGI kullanımından bahsetmiyorsak, bu ikilem benim için hâlâ ikincil. Tabii ki sinemacıların farklı teknolojiler ve araçlar kullanma fırsatına sahip olması harika bir şey. Ama maddi kısıtlamalar olmasaydı, kişisel olarak her şeyden önce daha fazla zaman isterdim. Mükemmel bir hazırlık ve çekim süreci için… Daha sonra projeyi çekmek için daha uygun olan teknolojiyi seçerdim.

Tabii ki ilham aldıklarım var. Hem eskinin hem de şimdinin büyük ustalarından filmler var. Sonsuzluğa uğurladığımız isimlerden sayarsam: Daniil Demutsky’den Zemlya, Dziga Vertov’dan Man with a Movie Camera, Gregg Toland’dan Citizen Kane, Sergey Urusevsky’den The Cranes Are Flying, John Alcott’dan Barry Lyndon, Néstor Almendros’dan Days of Heaven, Georgy Rerberg’den Mirror, Sven Nykvist’den Persona. Günümüzde çalışanlardan ise Vittorio Storaro’dan The Conformist, Apocalypse Now, The Last Emperor, Dick Pope’dan Swept from the Sea, Vera Drake, Mr. Turner, Roger Deakins’den The Assassination of Jesse James by the Coward Robert ve The Man Who Wasn’t There, Slawomir Idziak’dan Three Colors: Blue, Gattaca ve Black Hawk Down.

“Neden diğerleri değil de bunlar?” diye sorabilirsiniz. Kendi adıma görüntü yönetmenlerini iki gruba ayırıyorum. Biri “pozometreler”, bunlar çoğunlukta. İkincisi “sanatçılar”, her zaman sayıları daha az. Birinci grupta iyi ve kötü görüntü yönetmenleri olabilir, ikinci grupta ise sadece iyileri bulunur. Pozometre olanlar, hangi yönetmenle çalışırlarsa çalışsınlar hayatları boyunca aynı görüntüyü çeker. Sanatçılar ise tüm filmlerde farklı bir görüntüye sahiptir, hangi yönetmenle çekim yaptıklarına göre değişebilir. Beni ilgilendiren de tam olarak bu, çünkü bu insanlar her zaman çeşitlidir, çalışmaları benzersiz bir bireyselliğe sahiptir ve aynı zamanda her daim ilgi çekicidir.

Ve son bir açıklama: Görüntü yönetmeninin çalışmasını, yönetmenin ve sanat yönetmeninin çalışmasından ayırmanın imkânsız olduğuna inanıyorum. Yani iyi bir sinematografiden bahsediyorsak eğer, mutlaka hem yönetmenin hem de sanat yönetmenin elinin değdini anlamalısınız. Kötü bir yönetmenin filminde iyi bir sinematografi olamaz ve tam tersi, iyi bir sinematografi görüyorsanız, bunun iyi bir yönetmenin filmi olduğundan emin olun.


Sardunya

Orçun Özkılınç yanıtlıyor

“Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin film duygusunu seyirciye aktardığında değer kazanıyor.”

Filmografisinden kimi duraklar: Zer (2017), Mavzer (2020), Cengiz (2020), Sardunya (2020)

Film teklifi aldığımda görüşme öncesi senaryoyu okuyorum, ilk okumamda teknik bir şey düşünmüyorum; karakterlerine, duygusuna ve ne anlatmak istediğine odaklanıyorum. Yönetmenle ilk görüşmemde önce senaryonun bana hissettirdiklerini paylaşıyorum, sonra senaryoda kafama takılan soruları soruyorum. Bazı senaryolar açık oluyorlar, bazı senaryolar daha kapalı. Neticede senaryo, yönetmenin ya da senaristin hayalini kurduğu dünyanın dışavurumu. Yönetmenden senaryoyu, karakterleri, kafasında kurduğu dünyayı ve nereye varmak istediğini anlatmasını istiyorum. Bu konuşmalar yönetmene ve bana kılavuz oluyor, sonucunda birlikte bir yolculuğa çıkmaya ya da çıkmamaya karar veriliyor.

Bundan sonra hazırlık aşaması başlıyor, hazırlığa çok önem veriyorum. Yönetmeni çok zorluyorum ama iyi bir hazırlık süreci film için faydalı oluyor. Senaryoyu tekrar okuyup kamera, ışık ve dekupaj notları alıyorum; yönetmenin önerdiği ya da kendi bulduğum okuma ve izlemelerimi yapıyorum. Yönetmenin hayalindeki atmosferi gerçekleştirmek için bilgilerimi ve önerilerimi paylaşıyorum.

Dekupaj çalışması filmin görsel bütünlüğü için çok önemli, bütün sahnelerin dekupajını yapıyoruz yönetmenle birlikte. Bazen mekânlar bile belli olmadan… Zor ama en sevdiğim aşamalardan biri hikâyeyi görüntülerle anlatma kısmı; senaryonun ve karakterlerin hakkını vermek için kamerayı en iyi nasıl kullanırız, sahne geçişlerini nasıl yaparız gibi soruların cevaplarını buluyoruz. Bu çalışma sırasında bazen yönetmenle fikir ayrılıkları yaşayabiliyoruz, hatta senaryoda değişiklikler bile olabiliyor ama sonucunda birbirimizi anlayıp filmin çevrim senaryosunu bitirmiş oluyoruz. Sonrasında mekânlara gidip masada konuştuklarımızın fotoğraflarını çekiyorum. Gerekiyorsa mekâna göre güncelleme yapıyoruz.

Bu aşamalardan sonra yönetmen; oyuncular ve diğer ilgilenmesi gereken konulara kafa yorarken ben de teknik ekip ve ekipmanla alakalı yapılması gerekenlere zaman ayırıyorum. Sanat, kostüm gibi daha birçok konuda yönetmen ve ekip arkadaşlarım ile sürekli paylaşım içinde oluyoruz. Kısaca bahsettiğim, bu ön çalışma sürecinde yaptıklarımız bazen yönetmenin tercihlerine göre değişiklik gösterebiliyor, ben de bunlara uyum sağlıyorum. Yönetmenin kurduğu hayalin gerçekleşmeye başladığı bir set ortamında ne yapmak istediğimizi bildiğimiz için rahat olup, yaratıcı ve emprovize gelişmelere açık oluyoruz.

Orçun Özkılınç

Yönetmen filmin en önemli unsuru olan oyuncuları ile daha uzun ve rahat çalışabiliyor. Film yapımı kolektif bir sanat, bugüne kadar çalıştığım ticari ve bağımsız filmlerde güzel görüntüler elde etmek için değil senaryoya hizmet edecek en iyi görüntüleri elde etme amacında oldum. Sette ya da ön çalışmada filme hizmet edecek görüşlerimin tamamını yönetmen ile paylaşırım. Bazen reji, bazen sanat yönetmeni gibi düşünürüm; yanlış yapılan bir şey varsa mutlaka müdahale ederim. Bazen yönetmenle ayni fikirde olmam ve beni ikna etmesini isterim. Sette ekip arkadaşlarımdan gelen önerilerin hepsine açık olurum. İyi ve uyumlu bir ekip, iyi bir film yapmak için önemlidir. Aynı insanlarla çalışmayı tercih ederim.

Üniversite yıllarımda yönetmen olarak çektiğim kısa filmlerle görüntü yönetmeni olmaya karar vermiştim, atmosfer yaratmak ve görüntülerle hikâye anlatmak beni daha çok etkilemişti. Kendimi çok şanslı hissediyorum, severek yaptığım bir mesleğim var. Her film başka bir yolculuk.

Montaj aşamasında film artık başka bir noktaya gelmiştir. Bazen önceden yapılan planlamaların bir kısmı değişebilir bazen de planladıklarımızın çoğunu perdede izleriz. Yapılan montajın ilk hâlinden son hâline kadar olan versiyonların hepsini izlerim ve yönetmene notlarımı iletirim. Renk düzenleme aşamasının tamamında bulunurum. Başlangıçta yönetmenle yapacaklarımıza karar veririz, sonrasında colorist ile kare kare çalışırız. Son hâlini tekrar beraber izleyip yönetmenin istediği güncellemeler varsa onları yaparız.

Görüntü yönetmenliği son on yılda dijital devrim ile farklı bir noktaya geldi. Açıkçası negatif kameralarla asistanlık yapmış ve kısa film çekmiş olduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi. Üniversite yıllarımda siyah beyaz fotoğraf çekip, karanlık odada görüntüye dönüşme heyecanını asla unutamam. Film kameraları ile çekim yaparken 120 mm ve 4 dakika süren bir kutu film aynı heyecanı yaratıyordu bende. Bir görüntü yönetmeninin sahip olması gereken disiplin, ahlak, bedenine saygı, çabuk karar verme, doğru pozlama yapımı, çözüm odaklı olma, ekiple uyum içinde çalışma gibi özellikleri o zaman kazandım. O günlere geri dönüş gibi bir beklenti ya da nostaljik tavır içinde değilim ama öyle bir şansım olsa film kamerası ile tekrar çekim yapmak isterim.Kamera, benim için sadece bir araç. Teknolojiyi yakından takip ediyorum. Dijital ve negatif  kameram var ancak benim için önemli olan kısım yönetmenin ya da senaryonun istediğini en anlamlı şekilde görüntüye dönüştürebilmek. Negatif, dijital hatta cep telefonu bile olabilir bazen benim için kamera. Ancak her seçimin nasıl sonuçlar vereceğini bildiğim için onları yapımcı ve yönetmenle paylaşırım. Sevdiğim görüntü yönetmenlerinden Rodrigo Prieto’nun “Ben duygulanmaktan hoşlanıyorum ve insanların duygulanmasına katkıda bulunmak beni heyecanlandırıyor” düşüncesine katılıyorum. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin film duygusunu seyirciye aktardığında değer kazanıyor. Edebiyat, tiyatro, dans, resim, fotoğraf, heykel ve müzikte de olduğu gibi…

  1. Peter Kennard 50 yıldır fotoğraf bozuyor ve liderlerin tadını kaçırıyor

    Fotomontajlarıyla 50 küsur yıldır hem müzelerde hem eylemlerde olan meşhur sanatçı Peter Kennard’ın hâlâ üretmesi önemli olabilir. Ama kendini genç kuşağın yanında konumlandırması çok daha önemli. BM iklim zirvesi COP26 ile eş zamanlı göstereceği yeni enstalasyonuna hazırlanırken Kennard’la çevrimiçi ortamda karşılıklı bir çay içtik.

  2. 6 derece uzak teorisinden ilhamla 8 fotoğraf sanatçısı

    Cansu Yıldıran, Cemre Yeşil Gönenli, Devin Yalkın, Aino Väänänen, Civan Özkanoğlu, Ekaterina Solovieva, Ege Kanar ve Cemil Batur Gökçeer, görsel hikâyeleştirme diyarlarından bildiriyor.

  3. Deviantart’ın altın günlerinden hipertüketici algoritmalar devrine

    Meme’lere sadece mizah aracı olarak değil minik dijital bilgi paketçikleri olarak bakabilir miyiz? Şitposting sadece bir trollük yöntemi değil de neredeyse Dadaist bir post-internet tepkisi olabilir mi? Sanatçı Bora Akıncıtürk’le Mehmet Ekinci, internete özgü kültürel formlar ve akımlar üzerine bir muhabbete oturdu.

  4. Canlı müzik geri dönerken ekolojik kriz ve COVID bize neler söylüyor?

    Devasa miktarda karbon salımıyla küresel ısınmaya çanak tutan müzik sektörünü yeni normalimiz çerçevesinde nasıl iyileştirebiliriz? Venüler, festivaller ve turneler kapsamında “canlı” müziğin sürdürülebilir dönüşümü için yapılabileceklere bakıyoruz.

  5. Playlistlere yeniden kulak vermek ve dinlemeyi geri kazanmak

    Reklamcılık ve pazarlama stratejilerinin dışında kalan, dinleyicisini ve elbette sanatçıları pasifize etmeyen kataloglama/listeleme yöntemleri bulma hayali çok mu naif?

  6. Hissettirdikleri ve öğrettikleriyle The Velvet Underground

    Yeni Todd Haynes belgeseli sağ olsun, 2021 sonbaharına The Velvet Underground nostaljisi hâkim... Bugünlerde yeni albümlerini yayımlamış üç müzisyenden, grubun kendileri için ne ifade ettiğini kelimelere dökmelerini istedik. İşte Vanishing Twin, Anika ve Shannon Lay’den The Velvet Underground mektupları.

  7. Aklımdakiler: Islandman

    “Bizden önceki ve sonraki nesil arasında köprü görevindeyiz. Y kuşağı olarak görevimiz.”

  8. Anika’nın kendine tuttuğu aynada hepimizden yansımalar var

    Hem edebi hem sonik üslubuyla duyarlı ve her birimizle konuşmaya çalışan, beraber sorgulamaya çağıran “Change” albümünü irdelemek üzere Anika’ya bağlandık.

  9. Nene H hedonizmin değil, dürüstlüğün peşinde

    “Partilemeyi sadece hedonizm olarak görmeyen, bu ortamı kendileri için güvenli ve kendilerini ifade edebilecekleri bir alan olarak gören insanlar var. Ben de buna hizmet etmeye çalışıyorum açıkçası.”

  10. Bir piyanistin galaksi rehberi

    Ardı ardına yayınlar, tarzlar ötesi yaklaşım, rengârenk bir palet. Bize biraz anlatsana Çağrı Sertel.

  11. Müzik sayesinde yeniden bağ kuran iki kardeş ve Hermanos Gutiérrez ruhu

    Hermanos Gutiérrez şarkılarının; kronik uykusuzluğa deva olan çarkıfelek çiçeği çayından sıkı bir bardak içmişsiniz gibi bir etkisi var. Üretim pratikleri ve müzikal geçmişlerinin detaylarını Gutiérrez kardeşlerden dinleyelim.

  12. Fink ile “her ihtimale karşı” bir alternatif nostalji seansı

    Fink’in esas kişisi Fin Greenall, “IIUII” isimli nostalji atılımının ortaya çıkışını anlatıyor: “Ne zaman sahnede şarkı söylesem, şarkıyı söylediğim o orijinal yere gitmek zorunda kalıyorum. Bu yüzden derinlerde gezinen sanatçılar, seyirciyle hiç konuşmuyorlar veya onlara şakalar yapmıyorlar.”

  13. Tekel müziği

    Bugünün egemen sınıfları kültürün bütününe ya meta ya da eğlence muamelesinde bulunuyor. Bizler iki tanımlamayı da kabul etmemeliyiz.

  14. 8 görüntü yönetmeniyle konuştuk

    Üretim süreçleri nasıl işliyor? Yönetmen ile verimli bir iletişim süreci nasıl yürütülüyor? Ne gibi durumlarda inisiyatif kullanıyorlar? Teorik eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorlar mı? Kalpleri pelikül mü dijital için mi atıyor?

  15. Céline Sciamma ile çocukluğun duygusal yoğunluğu ve “Petite Maman” üzerine

    “Ortaya çıkan işin çocukluk deneyimiyle uyumlu olduğunu umuyorum.” Hattın öbür ucunda, son filmi “Petite Maman”a dair sorularımızı yanıtlamak üzere Céline Sciamma var.

  16. A’dan Z’ye The Sopranos

    “The Many Saints of Newark” gündeminden hareketle: Katı senaryo kurallarından Emmy karnesine, “Sıkı Dostlar” ile görünmez bağlarından kendine has jargonuna, bir “The Sopranos” sözlüğü.

  17. Ozan Açıktan’ın 90’ları ve “Geçen Yaz” ile “Neyi unutmak istemezdin?” seansı

    Ozan Açıktan’la çok da bir şeyini özlemediğini söylediği 90’larda geçen son filmi “Geçen Yaz”ı konuştuk. Filmden 90’lara dair detayları sorduk ve bize kişisel tarihindeki yerlerinden bahsetmesini istedik.

  18. Nefretin büyüsü ve “hate-watching” dedikleri

    Seyir deneyiminizin aniden nefret duygusuyla yoğrulduğu, izlediklerinden kopamadığınız gibi duyduğunuz nefretten de istemsizce zevk almaya başladığınız oluyor mu? Evet, muhtemelen hate-watching’in büyüsü altındaydınız.

  19. 80’lerden bugüne video nasty: Neydi, ne oldu, ne olacak?

    Prano Bailey-Bond'un ses getiren “Censor”ını vizyonda izlemişken dünü, bugünü ve yarınıyla “Video nasty 101” dersi.

  20. Sinema alanında HIV anlatılarının seyri

    İhmalkârlık politikalarından ortak mücadelelere ve umutta kenetlenmelere.

  21. Sınırları belirsiz karakter müzesi “Cryptozoo”, artık “bizlerin”

    MUBI kataloğuna eklenen “Cryptozoo”nun yaratıcısı Dash Shaw’la, prodüksiyon süreci, karakterlerin ardındakiler ve güncel bağımsız animasyon sektörüne dair bir sohbet.

  22. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 1

    Başlangıç noktamız Frank Herbert'ı bu kült uzay sagasını yazmaya iten motivasyonlar: Uzay operası nedir? “Dune”, kahraman figürüne nasıl yaklaşıyor? Bir bilim kurgu sagası için ekoloji neden önemli? Arapça terminoloji nereden geliyor?

  23. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 2

    “Dune”un zaman çizelgesini anlamak için bir beyin fırtınası. Matematik dehası, zırh tasarımcısı Holtzman kimdir? Butleryan Cihadı neden önemli? Yapay zekâ olmayan bir evrende galaksiler arası yolculuk nasıl mümkün?

  24. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 3

    “Dune”un politik yapısı evrende nasıl bir düzen yaratıyor? 3 büyük aile ne zaman kuruldu? Bene Gesseritler nasıl yeteneklere sahipler? Çöl solucanlarının baharat Melange ile alakaları ne?

  25. Künye

    yayın imtiyaz sahipleri ve etkinlik direktörleri Aylin Güngör [email protected] J. Hakan Dedeoğlu [email protected] yayın ve proje danışmanı Ekin Sanaç [email protected]