Özellikle Silsile’nin ardından adını bir kenara not ettiğimiz Ozan Açıktan, Netflix’le Atiye sayesinde başlayan ortaklıklarını, platformun ilk Türkiye yapımı filmi Yarına Tek Bilet ile sürdürmüştü. Aşk ve hafızaya dair olduğunu söylediği isimsiz üçlemesinin bir sonraki durağı, temmuz ayında platform kataloğunda yerini alan Geçen Yaz oldu. 90’ları konumlanan film, seyircisini âdeta bir zaman makinesine yerleştiriyor; ilk gençlik yıllarının kalp çarpıntılarına, ergenlik sancılarına, tensel arzulara, kendini kanıtlama çabalarına dair tanıdık bir seyir deneyimi yaşatıyordu.

Geçen Yaz’dan aldığımız ilhamla, anlatısını spesifik bir dönemde inşa etmiş yapımlara yakından bakacağımız bir serinin ilki olacağını düşünüyoruz bu röportajın. Ozan Açıktan hem sorularımızı yanıtladı hem de atmosferin inşa edilmesinde büyük rol oynayan 90’lardan detayların, kişisel tarihindeki yerinden bahsetti.

90’lı yılların Bodrum’unu mesken tutan bir film Geçen Yaz. Fakat Deniz’in deneyimleri o kadar tanıdık ki bu zaman veya mekânda geçmese de öykünün bir şekilde işleyebileceği hissediliyor. Filmin ruhunu inşa ederken neleri gözettin? Duygu dünyasında nelerin öne çıkmasını arzuluyordun?

Hepimiz için “birilerini sevdik, beğendik ama onlar bizi sevmediler” durumu tanıdık. Bundan yola çıktık önce. “Esas oğlan” olmama durumu filmin merkeziydi. Zaman doğru değil belki, belki de hiçbir zaman da doğru olmayacak. Arzularımızın yön değiştirmesiyle barışmak, istediğini alamamakla tamam olmak; kim olduğunu bulmanın, ne istediğini bilmenin en temel yapıtaşlarından biri bence. Bu anlamda Geçen Yaz, içimizden geçen böylesi bir zamanın hikâyesi.

Büyüme hikâyeleri, kendine has kodları ve izlekleriyle sinemanın başlı başına bir janrı âdeta. İyi yazılıp çekilmiş örneklerin yanı sıra izle-unut kategorisinden sayısız yapım da bu havuzun içinde. Dolayısıyla zihinlerde böyle bir öyküden ne beklemek gerektiğine dair kimi önyargılar oluşabiliyor fakat Geçen Yaz bu bariyeri, koruyabildiği samimiyet duygusuyla aşmış gibi. Böyle bir kaygının yükünü taşıyor muydun?

Filmin türü elbette çok mühim ama bu kıyaslamalar üzerine düşünmediğimi söylemeliyim. Filme gelen tepkilerdeki ayrımlarda bu söylediğini daha net görür oldum. Sanırım, her film için “izle-unut’la”, “benimle bir parçası kaldı” arasında dağılıyor notlar; o nedenle bu parametre sadece büyüme filmlerine özgü değil tabii ki. Sadece bu film bir büyüme hikâyesi olunca tanıdık kodlar, anlatılmış öykülerin çokluğu sebebiyle giriştiğimiz iş “sanki daha da bir zor” gibi gözüküyor. Bir taraftan haklısın ama bizi yola çıkaran şey bir duygu olunca böylesi sorular akla gelmiyor.

Filmde bir duyguyu anlatmanın “en bana yakın” hâlini aradığımdan pek de bir yük gibi düşünmedim bunu. Zaten iyi bir film yapmak başlı başına zor ve oldukça stresli. Buna bir de “genre” ve yürünmüş yollar derdini eklemeyi düşünmedim. Benim için mühim bir duygunun anlatılması derdine düştüm, kendime en yakın şekilde nasıl anlatırım onu düşündüm, esas meşguliyetim bu oldu. Ama şunu da eklemeliyim, eğer bu “sipariş bir film” olsaydı bambaşka bir yaklaşımım olabilir, hatta bahsettiğin yükler daha da artmış gibi hissederdim sanırım. Burada yolculuk içeriden dışarı kendi hikâyemle olunca filtrelerim de farklı oldu mutlaka.

Tiyatro kariyeriyle tanıdığımız Sami Berat Marçalı ile kolektif üretiminiz sonucu ortaya çıkmış bir metin var karşımızda. Büyüme hikâyelerinin birçoğu, doğası gereği, yaratıcılarının geçmişinden beslenir derler. Peki Geçen Yaz’ın ne kadarı senin hikâyen? Ozan’ın deneyimleri ile Deniz’inkiler arasında paralellikler var mı?

Otobiyografik bir yanı var mı derseniz, aslında çok farklı bir taraftan var. Ben bu yazlıkçılardan hiç olmadım. Bizim yazlığımız olmadı. Ailece hep aynı yere tatile gitmedik. Üniversiteye yaklaştığımızda artık aileden ayrı tatillerimiz için arkadaşlarımın yazlıkçı gruplarının yanında yer aradım kendime. Yani Deniz’in esas çocuk olamaması durumu, yazlıkçı arkadaşlarımın yanında geçirdiğim zamanlara ithafen temel bir sınıfsal fark olarak vardı bende. O nedenle bambaşka bir yerden bir duygudaşlık var aramızda. Onun dışında Sami’nin de benim de şahsen tanıklık ettiğimiz veya tecrübe ettiğimiz anlar, duygular mutlaka bir şekilde filmin içinde. Tanıdığımız şeylerden bahsediyoruz elbette bir şekilde ama bu tanıklık nereden geliyor, ne kadarı hayal ürünü; bu hattın çok esnek olduğunu kocaman bir edebiyat tarihi söylüyor zaten, fazla söze ne hacet. Boris Vian diyor ki mesela, “Anı yoktur. Anıların kendisinden kaynaklanan, başka bir kişilikle yaşanmış, bir başka hayat vardır. Gerçek zaman, eşit saatlere bölünmüş, mekanik bir yapı değildir. Tüm bunların sonunda burnunuza gelen şey, katmerli papatyaların ateşte yanan kalplerinin kokusu olacaktır.”

“Ruhen her anlamda derbeder bir hâli çağrıştırıyor bana 90’lar. Ama ne kadar derbeder olursa olsun etrafta özgürlüğün her anlamdaki ihtimaline dair bir umut havası var ki onu yeniden solumayı isterim sanırım.” 

Geçen Yaz’da atari salonlarından Solo Test’e, sinek ilaçlama araçlarından 900’lü hatlara, bandanalardan yazlık diskolara eski birçok tanıdık karşımıza çıkıyor. Derleyip bulabilmek sanat yönetimi açısından meşakkatli bir süreçtir diye tahmin ediyorum. Artık günlük hayamızda yer edinmeyenlere, 90’larda bıraktıklarımıza bir özlemin var mı? Bu bir nesne de olabilir, bir anlayış da.

Yaşça içinden geçtiğimiz 90’lar, filmin atmosferini kurarken sanat yönetmenimiz Tuba Erdem ve ekibin kalanıyla kolayca ilerlememizi sağladı. Bir taraftan 90’ların en belirgin görsel doku olmasını istemediğimizden, bir taraftan bütçesel dertler sebebiyle her yeri 90’lar görünümüne çekemeyeceğimizden, Bodrum’un 70’ler ve 80’lerden gelen mimarisine dayandık önce. Sonrasında da detayları kurarken her öğenin merkeze eşit uzaklıkta olmasıyla uğraştık. Bu mesafeyi, “Cep telefonu olmadığında ne yapıyorduk?” sorusuna bir yanıt aramakla tanımladım. Zamanın geçmesi için neler yapıyorduk? Atari salonu da Solo Test de bir kâğıda bir şeyler çiziktirmek de aslen hep onun parçaları.

90’lardan çok da bir şey özlemiyorum açıkçası. Ülkemizin çok karanlık bir döneminin fazlasıyla göz alıcı renklerle bezenmiş ve yeteneklerle donanmış bir medya kuşağı ile çevrelendiği bir dönem benim için 90’lar. Dışarısı karanlık yani. İçeri girince de ilk gençlik dertleri; ne istediğini, kim olduğunu bulma sancıları buradan geriye bakınca ilginç, yoksa içindeyken bir hayli dağıtıyor insanı. Örneğin kendinizden büyük bir kıza âşık oluyorsunuz ve bir koca yaz onun bir fotoğrafına bakarak heba olabiliyor. Ruhen her anlamda derbeder bir hâli çağrıştırıyor bana 90’lar. Ama ne kadar derbeder olursa olsun etrafta özgürlüğün her anlamdaki ihtimaline dair bir umut havası var ki onu yeniden solumayı isterim sanırım. Bu nostaljik bir his olarak kalmasın da dilerim.

“Neyi unutmayı seçtiğin de neyi hatırlayabildiğin kadar işin parçası bence. İşte tam da bu yüzden filmin bitiş sorusu, ‘neyi unutmak istemezdin?’”

İskeletin bunun üzerine kurulduğunu söylemek güç olsa da konumlandığı tarih nedeniyle filmde güçlü bir nostalji damarı mevcut. Zaman ve mekânın hafızayla ilişkisini hesaba kattığımızda, nostalji denen mefhumun zihni yanıltmaya müsait bir tesiri var sanki. Geçmişe özlem duyduğumuz kimi anlarda, olan biteni istemsiz bir iyimserlikle anımsadığımızı düşünüyor musun?

Olayları hatırlamak istediğimiz gibi saklıyoruz veya saklamıyoruz. Neyi unutmayı seçtiğin de neyi hatırlayabildiğin kadar işin parçası bence. İşte tam da bu yüzden filmin bitiş sorusu, “neyi unutmak istemezdin?”. Bu soruya verdiğin cevap, sonra da o tuttuğun hisle/anıyla olan ilişkin senin bugün kim olduğunda çok önemli bir başrol. Hafıza ve kimlik bir hayli iç içe iki kavram. İyimserlik kısmı o anıların seni kime dönüştürdüğü ile ilgili, eğer yaşananlar seni kızgın biri yaptıysa bence “en canını yakan yerleri” hatırlamayı seçtiğin için de kızgınsın şimdi biraz. Oysa geri dönüp baksak, iyi şeyler var mutlaka bu keskin köşeleri biraz yuvarlayacak ama silindiler veya unutmayı seçtin. Gel gör ki, artık orada değiliz; burada, hatırladıklarımızla olduğumuz kadarız. O seçim ânı çok mühim, o seçimde ne kadar inisiyatif sahibiyiz onu da bilmek zor ama o da başka bir filmin konusu belki de.

Yaz mevsimiyle özdeşleşmiş, hissini başarıyla geçiren kimi yapımları üretim sürecinde referans aldın mı; aldıysan filme hangi açıdan sirayet ettiler? Éric Rohmer sinemasını analiz etme şansın oldu mu örneğin?

Rohmer filmlerine bazen çok ilgiyle, bazen ne saçma olaylar diyerek yaklaştığım oldu. Sinefil dönemimin başında bütün Fransız orta sınıfı bende izler bıraktı elbette. Geçen Yaz’a bakıp, Pauline Plajda’yı düşünmemek imkânsız ama birebir yaklaşım noktası değildi Rohmer. Kuzen filmler seçecek olsak Call Me By Your Name ve Y tu mamá también olurdu bence. Ama bir şeyi ona benzetmek için ya da “Ozon sinemasında ne vardı?” diye bakarak yola çıkmadım doğrusu. Bana kalırsa sinema artık bir pre-notasyon sürecinin kıyısında. Bir üst dil olarak diğer filmleri görmezden gelmek imkânsız olduğu kadar gereksiz de bir çaba. O nedenle filmleri yaparken diğer filmleri de yaratım sürecinin içinde tutuyorum. Onlardan uzağa gitmek, onlardan ayrışmak için, onların yaptığını anlayarak ilerlemeyi başarmak için onları da artık bizim işin temel parçalarından sayıyorum. Hafıza üzerine bir deney yapacakken, diğer hafıza üzerine yapılmış deneylere ve araştırma sonuçlarına mutlaka bakıyor bilim insanları.

Bizim yazlarımızda ne olmazsa olmazdı diye düşünerek de yazdık biraz senaryoyu, yani steroidli bir yaz anısı bu. Kavgasıyla, far söndürmesiyle, gece yüzmesiyle, anne fırçasıyla, cinsel uyanışla, yara kabuğuyla… Bir yazda neler vardı listemize baktık çokça, öyle olunca da bir atmosfer anlatan her filme de biraz daha yaklaşmış olduk sanıyorum.

Hikâyenin geçtiği zaman aralığı gereği döneme ait kimi ikonik şarkılar kulaklara çalınıyor. Aralarında senin kişisel seçimlerin var mıydı? Filmin 90’lar ruhunun izin süren seçkisinden hareketle de soralım: Tarkan’ın Ölürüm Sana albümü mü, Ace of Base’in Happy Nation albümü mü? Neden?

Müzikler tamamen bir takım çalışmasının ürünü. Başta filmin orijinal müziklerini yapan Oğuz Kaplangı, ardından dahi editörüm ve eski arkadaşım Erhan Acar’ın filmin montajını yaparken seçtiği parçalar filmin son kopyasında kaldılar. Cemali de Erkin Koray da açılış parçasının orjinali de Erhan’ın buluşları. Teoman’ın “Papatya”sı da benim için çok değerli ve anlamlı, o nedenle soundtrack’te olması ayrı bir değer ifade ediyor.

Bu arada belki de ilk kez bir filmin referans müzikleri diye montajda kullandığımız müzikler filmin son hâlinde seyirciyle buluşabildiler. Çoğunlukla başka soundtrackler’den veya asla satın almayı düşünemeyeceğimiz parçalarla montaj yapıp sonra onlara yakın ne bulabiliriz diye düşünerek geçiyor süreçler. Ya lisanslayamıyoruz ya da filmin duygusal olarak hissine uygun olmuyorlar. Ama burada Erhan’ın ve Oğuz’un yaklaşımları daha ilk kaba kurgudan itibaren nokta atışı oldu.

Bence 90’larda müzikal anlamda devrim niteliğinde çok fazla eser ve grup var ama Faithless bambaşka bir yerde. Kulüpte Faithless’ın “Insomnia”sını çalmak istedik, telif haklarındaki karışık süreç sebebi ile alamayacağımızı anladığımızda yapımcımız Onur Güvenatam “Tarkan’dan ‘Kır Zincirlerini’ koyalım” dedi. Tabiri caizse cuk oturdu ama dahası, film anlamında çok daha iyi oldu. Ozan Çolakoğlu ve Tarkan’a selam yollamak da güzel oldu bu filmle.

Yine Ankara’dan eski ortağım ve yakın arkadaşım Baran Baran’ın kendi grupları için yaptığı ve sadece canlı çalındığı barların müdavimleri tarafından bilinen “Nazar” parçasını hem kişisel anlamda duygusal bir katmanla hem de bir buluş olarak filme ekledik. O da çok ses getirdi.

Bu arada Tarkan mı Ace of Base mi deyince en az onlar kadar coşkuyla benim 90’larım Rage Against The Machine veya Prodigy diye yanıt veriyor. Ne geniş bir yelpaze. Ne muazzam değil mi?

Zaten favori sahnelerimden biri Cemali’den “Duymak İstiyorum”un çaldığı an; o üçlünün bu şarkı eşliğindeki çıktığı bir yolculuğu, uzun uzun, video klip estetiğinde izlemek isterdim. Peki senin 90’lardan favori video kliplerin neler? “Keşke ben çekebilseydim” dediğin, fikriyle veya rejisindeki maharetle kıskandıranları merak ediyorum özellikle.

O sahne benim için de çok özel. Ben de biraz daha uzun olsun istiyorum her izlediğimde. Böyle demen çok mutlu etti beni, demek ki filme aynı yerden girmişiz.

Sadece 90’larda değil genel anlamda Umur Turagay’ın çektiği her klibi ben çekseydim keşke diyebilirim. Mirkelam’ın “Her Gece”si, Şebnem Ferah klibi, Tarkan, Burak Kut… Liste çok uzun. Sultana’dan “Kuşu Kalkmaz” var mesela. O dönem iyi olan, akılda kalıcı ne varsa Umur çekti bence hepsini. Charles Richards’ın Mavi Sakal’ın efsane parçası “İki Yol”a çektiği olağanüstü klip de unutulmazlar arasında. Sonra enteresan bir şekilde Ah Canım Ahmet vardır mesela, onunla bir şey yapmış olmak isterdim. Cankat’ın “Bırak Çek Git”’i enteresandır. Hafızamdan silinmeyen kareleri vardır. Uluslararası alanda da MTV ile falan olay uçsuz bucaksız bir hâle geldi. Bir eğlence biçimi olarak klip izlemek vardı başlı başına. “Ben çekseydim keşke” için liste sonsuz ama Madonna’dan “Nothing Really Matters”ı sayabilirim ya da “Smells Like Teen Spirit”le Nirvana olabilir. Ohoo düşününce kuyu ya bu…

Geçen Yaz’dan 90’lara dair detayları sorduk, Ozan Açıktan kişisel tarihindeki yerlerinden bahsetti

Sinek ilaçlama araçları

Bu araçlar biraz uzay aracı gibiydi öncelikle. Önde onu çeken traktörün basit ve tanıdık hâlinin neredeyse tam zıttı, bir Mad Max silahı gibi ilgi çekici tasarımları vardı diye hatırlıyorum. Dahası tam akşam yemeği öncesi, huzurlu bir saatin ortasından kendilerine has bir vızırtı ile cayır cayır sinir bozarak geçerlerdi sokaktan. Gece daha sinir bozucu bir mücadele vermemek için bu sese o sırada tamam olmak ve dahası bunun insan ciğerlerine ne yaptığını sorgulamamak da olayın psikolojik yapı taşları sanırım.

Filmden bağımsız tekrar bakınca fark ettiğim bir şey var. Her nesne öncelikle çok sınıfsal bir durumu anlatıyor benim için.” 

Casio saat

Bu 90’lar detayları üzerine, sizin sayenizde filmden bağımsız tekrar bakınca fark ettiğim bir şey var. Her nesne öncelikle çok sınıfsal bir durumu anlatıyor benim için. Örneğin Casio saat benim hiç sahip olamadığım onlarca nesneden biri. Bir hesap makinesi markasının saatinin dahi “yok” olduğu bir dönem, benim için bütün büyüme hâli. Aşırı yoksulluktan falan da değil bu durum, bizim evde materyaller ve onlara verilen değerlerin tanımlaması farklıydı. O nedenle sanırım bir Casio saatimin olmadığını söyleyecek kadar eksikleniyorum buradan bakınca ama hiç böyle bir isteğimin olmadığını da hatırlıyorum ardından.

Ailenin Honda marka arabası

Bizim arabamız da olmadı. O nedenle bu Honda, yine arkadaşlarımın ailelerinin araçlarını sembolize ediyor, hep büyüklerdi benim için. Sanırım dolmuş, otobüs gibi dip dibe olmadığın; kendine has bir yerin olabildiği araçlar oldukları için. Arkadaşlarımdan birinin babasının arabasına binmiştim bir seferinde. Bir Jaguar’dı. O arabanın hissini hiç unutmuyorum mesela. Çocukken tasarımdan, kaliteden ve bir şeyi zamansız yapan şeylerin neler olduğundan haberdar olmasan da “öyle bir şeyle” karşılaştığın “an”, içinde bir deftere mutlaka yazılıyor diye düşünüyorum.

“Standart” cevabı

Bu yanıt, Sami’nin filme kattığı bir şey. İstanbul’daki özel radyoların dilinden bir şeyler çağrıştırıyor bana. Özel radyoların, o radyolarda program yapanların yarattığı büyülü bir dönem vardı. 1999’un son günü, 2000 yılı için MFÖ’den “Sakın Gelme”yi çalmışlardı sanırım Kent FM’de, onu hatırlıyorum mesela şimdi.

Bandanalar

Amerikan filmlerinin bir uzantısı. Kendimi inanılmaz havalı hissettiğim, sonra bakınca “Aman Allah’ım bu ne hâl?” dediğim fotoğraflarım var onlar sayesinde.

Ev telefonu

Ev telefonu ne acayip, değil mi? Bir yerden konuşmak zorunda kalmak. Evin tam ortasında olmak bunu yaparken mesela. Kordonsuz telefona geçinceye kadar, telefon evin holünde durdu. Herkesin konuşmasını yapmak için bu “kamuya” açık yerde olması gerekiyordu. Demek ki iletişim tüm aileye ait bir eylemdi. Sonraları, paralel hatlar kullanarak, “Ben burdan açtım, sen ordan kapat”lar sayesinde biraz daha rahat, salon koltuğu yanı gibi yerlere taşındı bu sohbetler ama gerçek devrim kordonsuz telefonla oldu. Odadan, yataktan sohbetlerle sabahı etmeler. Önce sen kapat romantizminin dönemi.

Solo Test

Annem Fransa’dan ahşap olanının getirmişti, ilk orada gördüm. Kendisi çok hızlı bir şekilde son taşa geliyordu. Onu izlemek, çok iyi ip atlayan birini izlemek gibiydi, şimdi hatırlıyorum. Benim için annemin Fransa’dan getirip nasıl oynanacağını sadece onun bildiği bir spor etkinliği oldu uzun süre. Ne zamanki sokaklarda o plastik olanlarını gördüm, kalan piyon sayısına bağlı olarak zekâ düzeyini anlatan illüstrasyonlara denk geldim o zaman bunun bir zekâ oyunu olduğunu farkettim. İllüstrasyonları şahanedir bence.

Cemali

Cemali, 90’lardaki bir çok olağanüstü müzisyen gibi ruhumun bir parçasını ifade ediyor.

900’lü hatlar

Radyo programları gibi kendilerine has bir dünyası vardı ama çıldırdı giderek. Tarkan’ın 900’lü hattı vardı, reklamını hatırlıyorum. Ama en aklımda kalan 900’lü hat konusu, tartışma programlarındaki anketlerin geldiği nokta sanırım. Bir programda ekrana gelen falanca konu için “evet” diyorsanız 900 filan filan, hayır diyorsanız 900 falan filan dedikten sonra bir de “fark etmez” diyorsanız falan filan diye bir numara vermişlerdi. Yani bana fark etmez ve bunu bütün dünya bilsin istiyorum diyorsanız hizmet ayağınıza geldi. Bu gerizekâlılık aklıma geldikçe gülerim.

Teletext

Ne olduğunu tam olarak hiç anlamadığım bir televizyon dönemi. Birtakım yazılar, sayfalar, nerden nereye varılıyor, nerede ne oluyor hiç anlamadım. Kullanan birini de görmedim. Orada vardı ama ne ifade ediyordu bilmiyorum. Gizemli bir ağ.

Atari salonları

Buralar bana kumarhaneleri çağrıştırdı hep. Kötü ışıkları ve gürültüsü sebebiyle sanırım. Bir taraftan da hiç bilgisayar oyunu oynayan biri olmadım. Bir toplaşma mekânı, bir sosyalleşme yeri olarak hatırlıyorum buraları. Dahası yok.

Nintendo

Tetris belki. Nintendo ile denk gelmedik. Ama Tetris manyaklığına düştüm. Sanırım oynadığım iki bilgisayar oyunu oldu. Biri Tetris, diğer de Prince Of Persia.

“Yazlık diskolar veya site diskosu, hem güvende hem de ‘kendimce çılgın’ hissedebildiğim yerler olarak hafızamda.”

Yazlık diskolar, köpük banyosu partisi

Köpük partileri, Halikarnas için bir olaydı. Hiç gitmedim. Ama her yıl gazetelerde mutlaka haberleri çıkar, çılgınlık ve eğlence adına bir hülya yaratırlardı bende. Yazlık diskolar veya site diskosu, hem güvende hem de “kendimce çılgın” hissedebildiğim yerler olarak hafızamda. Neredeyse herkesin tanıdık olmasından kaynaklı evde ve rahat hissederdim. Diğer taraftan da “o filmlerde” –ah o filmler yok mu o filmler- gördüğüm yerler gibi renkler içinde, sisin dumanın, bangır bangır müziklerin ve içkinin olduğu bir âlemdi. Bir yeriyle çok güvende ve tanıdık, bir tarafıyla da fazlasıyla keşfe müsait ve elbette fazlasıyla naif. Her şekliyle yüzlerce gençlik dramına benim için sahne olmuş bir yer o yazlık disko.

Radyodan parça istemeler

Bunu da ben ekledim. Müziğe daha da anlam yüklenen, atıflar yapılan, aşk ilanları yapılan bir araç olarak istek parça saatlerini unutmamak lazım.

  1. Peter Kennard 50 yıldır fotoğraf bozuyor ve liderlerin tadını kaçırıyor

    Fotomontajlarıyla 50 küsur yıldır hem müzelerde hem eylemlerde olan meşhur sanatçı Peter Kennard’ın hâlâ üretmesi önemli olabilir. Ama kendini genç kuşağın yanında konumlandırması çok daha önemli. BM iklim zirvesi COP26 ile eş zamanlı göstereceği yeni enstalasyonuna hazırlanırken Kennard’la çevrimiçi ortamda karşılıklı bir çay içtik.

  2. 6 derece uzak teorisinden ilhamla 8 fotoğraf sanatçısı

    Cansu Yıldıran, Cemre Yeşil Gönenli, Devin Yalkın, Aino Väänänen, Civan Özkanoğlu, Ekaterina Solovieva, Ege Kanar ve Cemil Batur Gökçeer, görsel hikâyeleştirme diyarlarından bildiriyor.

  3. Deviantart’ın altın günlerinden hipertüketici algoritmalar devrine

    Meme’lere sadece mizah aracı olarak değil minik dijital bilgi paketçikleri olarak bakabilir miyiz? Şitposting sadece bir trollük yöntemi değil de neredeyse Dadaist bir post-internet tepkisi olabilir mi? Sanatçı Bora Akıncıtürk’le Mehmet Ekinci, internete özgü kültürel formlar ve akımlar üzerine bir muhabbete oturdu.

  4. Canlı müzik geri dönerken ekolojik kriz ve COVID bize neler söylüyor?

    Devasa miktarda karbon salımıyla küresel ısınmaya çanak tutan müzik sektörünü yeni normalimiz çerçevesinde nasıl iyileştirebiliriz? Venüler, festivaller ve turneler kapsamında “canlı” müziğin sürdürülebilir dönüşümü için yapılabileceklere bakıyoruz.

  5. Playlistlere yeniden kulak vermek ve dinlemeyi geri kazanmak

    Reklamcılık ve pazarlama stratejilerinin dışında kalan, dinleyicisini ve elbette sanatçıları pasifize etmeyen kataloglama/listeleme yöntemleri bulma hayali çok mu naif?

  6. Hissettirdikleri ve öğrettikleriyle The Velvet Underground

    Yeni Todd Haynes belgeseli sağ olsun, 2021 sonbaharına The Velvet Underground nostaljisi hâkim... Bugünlerde yeni albümlerini yayımlamış üç müzisyenden, grubun kendileri için ne ifade ettiğini kelimelere dökmelerini istedik. İşte Vanishing Twin, Anika ve Shannon Lay’den The Velvet Underground mektupları.

  7. Aklımdakiler: Islandman

    “Bizden önceki ve sonraki nesil arasında köprü görevindeyiz. Y kuşağı olarak görevimiz.”

  8. Anika’nın kendine tuttuğu aynada hepimizden yansımalar var

    Hem edebi hem sonik üslubuyla duyarlı ve her birimizle konuşmaya çalışan, beraber sorgulamaya çağıran “Change” albümünü irdelemek üzere Anika’ya bağlandık.

  9. Nene H hedonizmin değil, dürüstlüğün peşinde

    “Partilemeyi sadece hedonizm olarak görmeyen, bu ortamı kendileri için güvenli ve kendilerini ifade edebilecekleri bir alan olarak gören insanlar var. Ben de buna hizmet etmeye çalışıyorum açıkçası.”

  10. Bir piyanistin galaksi rehberi

    Ardı ardına yayınlar, tarzlar ötesi yaklaşım, rengârenk bir palet. Bize biraz anlatsana Çağrı Sertel.

  11. Müzik sayesinde yeniden bağ kuran iki kardeş ve Hermanos Gutiérrez ruhu

    Hermanos Gutiérrez şarkılarının; kronik uykusuzluğa deva olan çarkıfelek çiçeği çayından sıkı bir bardak içmişsiniz gibi bir etkisi var. Üretim pratikleri ve müzikal geçmişlerinin detaylarını Gutiérrez kardeşlerden dinleyelim.

  12. Fink ile “her ihtimale karşı” bir alternatif nostalji seansı

    Fink’in esas kişisi Fin Greenall, “IIUII” isimli nostalji atılımının ortaya çıkışını anlatıyor: “Ne zaman sahnede şarkı söylesem, şarkıyı söylediğim o orijinal yere gitmek zorunda kalıyorum. Bu yüzden derinlerde gezinen sanatçılar, seyirciyle hiç konuşmuyorlar veya onlara şakalar yapmıyorlar.”

  13. Tekel müziği

    Bugünün egemen sınıfları kültürün bütününe ya meta ya da eğlence muamelesinde bulunuyor. Bizler iki tanımlamayı da kabul etmemeliyiz.

  14. 8 görüntü yönetmeniyle konuştuk

    Üretim süreçleri nasıl işliyor? Yönetmen ile verimli bir iletişim süreci nasıl yürütülüyor? Ne gibi durumlarda inisiyatif kullanıyorlar? Teorik eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorlar mı? Kalpleri pelikül mü dijital için mi atıyor?

  15. Céline Sciamma ile çocukluğun duygusal yoğunluğu ve “Petite Maman” üzerine

    “Ortaya çıkan işin çocukluk deneyimiyle uyumlu olduğunu umuyorum.” Hattın öbür ucunda, son filmi “Petite Maman”a dair sorularımızı yanıtlamak üzere Céline Sciamma var.

  16. A’dan Z’ye The Sopranos

    “The Many Saints of Newark” gündeminden hareketle: Katı senaryo kurallarından Emmy karnesine, “Sıkı Dostlar” ile görünmez bağlarından kendine has jargonuna, bir “The Sopranos” sözlüğü.

  17. Ozan Açıktan’ın 90’ları ve “Geçen Yaz” ile “Neyi unutmak istemezdin?” seansı

    Ozan Açıktan’la çok da bir şeyini özlemediğini söylediği 90’larda geçen son filmi “Geçen Yaz”ı konuştuk. Filmden 90’lara dair detayları sorduk ve bize kişisel tarihindeki yerlerinden bahsetmesini istedik.

  18. Nefretin büyüsü ve “hate-watching” dedikleri

    Seyir deneyiminizin aniden nefret duygusuyla yoğrulduğu, izlediklerinden kopamadığınız gibi duyduğunuz nefretten de istemsizce zevk almaya başladığınız oluyor mu? Evet, muhtemelen hate-watching’in büyüsü altındaydınız.

  19. 80’lerden bugüne video nasty: Neydi, ne oldu, ne olacak?

    Prano Bailey-Bond'un ses getiren “Censor”ını vizyonda izlemişken dünü, bugünü ve yarınıyla “Video nasty 101” dersi.

  20. Sinema alanında HIV anlatılarının seyri

    İhmalkârlık politikalarından ortak mücadelelere ve umutta kenetlenmelere.

  21. Sınırları belirsiz karakter müzesi “Cryptozoo”, artık “bizlerin”

    MUBI kataloğuna eklenen “Cryptozoo”nun yaratıcısı Dash Shaw’la, prodüksiyon süreci, karakterlerin ardındakiler ve güncel bağımsız animasyon sektörüne dair bir sohbet.

  22. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 1

    Başlangıç noktamız Frank Herbert'ı bu kült uzay sagasını yazmaya iten motivasyonlar: Uzay operası nedir? “Dune”, kahraman figürüne nasıl yaklaşıyor? Bir bilim kurgu sagası için ekoloji neden önemli? Arapça terminoloji nereden geliyor?

  23. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 2

    “Dune”un zaman çizelgesini anlamak için bir beyin fırtınası. Matematik dehası, zırh tasarımcısı Holtzman kimdir? Butleryan Cihadı neden önemli? Yapay zekâ olmayan bir evrende galaksiler arası yolculuk nasıl mümkün?

  24. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 3

    “Dune”un politik yapısı evrende nasıl bir düzen yaratıyor? 3 büyük aile ne zaman kuruldu? Bene Gesseritler nasıl yeteneklere sahipler? Çöl solucanlarının baharat Melange ile alakaları ne?

  25. Künye

    yayın imtiyaz sahipleri ve etkinlik direktörleri Aylin Güngör [email protected] J. Hakan Dedeoğlu [email protected] yayın ve proje danışmanı Ekin Sanaç [email protected]