“6 derece uzak” teorisinden ilham alan bir röportaj turu bu. Turun seyrine, ulaştığımız fotoğraf sanatçıları bizzat yön verdi. Onların belirlediği diğer sanatçılarla konuşarak adım adım ilerledik. Hani hikâye anlatıcıları nasıl tam olarak nereye varacağını bilmeden hikâyelerini örer, biz de hangi dünyalara girip çıkacağımızı bilmemenin heyecanıyla işe koyulduk.
Eylülde Bant Mag. Havuz / Bina’da açtığımız “Normalin hatırlanacak nesi var?” sergisinde de olan, yakın takibe aldığımız Cansu Yıldıran’la çıktığımız yola, onun rehberliğinde Cemre Yeşil Gönenli ve Aino Väänänen ile devam ettik. Ardından Cemre bizi Ege Kanar’a ve (yine “Normalin hatırlanacak nesi var?” sergisinde de konuğumuz olan) Devin Yalkın’a; Aino ise Ekaterina Solovieva’ya yönlendirdi. Son duraktaysa bizi Ege’nin seçkisiyle Cemil Batur Gökçeer, Devin’in seçkisiyle Civan Özkanoğlu karşıladı.
Anlatılarında ağırlıklı olarak fotoğraf, metin ve videodan yararlanan bu sekiz sanatçıdan bizimle son dönemde işlerine yön ve ilham veren başlıca unsurları, nelerin onları bir şeyler üretmeye ittiğini, geride kalan bir seneyi aşkın sürecin çalışma pratikleri üzerinde ne gibi düşündürücü / dönüştürücü etkileri olduğunu, bir hikâye anlatıcısı olarak neleri önemsediklerini, fotoğraf makinesinin arkasında olmanın onlar için ne ifade ettiğini, işlerinde kendilerini nasıl konumladıklarını paylaşmalarını istedik. Başlasın!
1996 doğumlu İstanbullu sanatçı Cansu Yıldıran, altı yaşında annesinin kamerasıyla etrafındakileri çekerek başlıyor fotoğrafçılığa. İşleri aidiyet; sınıf, kültürel kimlik, cinsiyet kimliği temelinde ayrımcılık gibi temalar üzerinde yoğunlaşıyor. Bugüne kadar birçok festival ve müzede sergi yaptı; British Journal of Photography, The Guardian, Dazed gibi kanallarda yer aldı. The New York Times için de fotoğraf çeken Yıldıran, Bant Mag. Havuz / Bina’da eylülde düzenlediğimiz “Normalin hatırlanacak nesi var?” sergisinde de vardı.
Cansu Yıldıran yanıtlıyor
Uzun zamandır dünyanın bambaşka bölgelerinde yaşayan insanların dert edindikleri fotoğraf hikâyelerini ve bu hikâyeleri nasıl bir dille anlatmayı seçtiklerini görmek, bana kendi yolumu bulmam ve o yolda ilerlemem için ilham verici oluyor. Çarpıştığım filmler ve müzikler bu yolda nasıl bir rota çizeceğime katkıda bulunuyor. Bir yandan da üniversite okumak için geldiğim şehir İstanbul’da edindiğim seçilmiş queer ailemle vakit geçirmek, farklı disiplinlerden yararlanarak üretim yapan sanatçılarla iletişimde olmak üretimime katkı sağlıyor. Pandemi sürecinde kendi başıma kalmak, kendime dönebilmek neyi istediğim ya da esasen neyi istemediğim hakkında düşünebilme kapısını açtı. Bunun da üretim sürecinin bir parçası, ilhamı bulmanın yolu olduğunu düşünüyorum.
Dert edindiğim, merak ettiğim ve bir şekilde kişiselleştirdiğim hikâyeler hakkında üretim yapıyorum. Yeni insanlarla tanışmak, yeni hikâyeler dinlemek birebir temasta olmak beni üretmeye itiyor, bu anlamda pandemi bana üretim açısından çok iyi gelmedi. Fakat uzun vadeli düşündüğümde kendime dönebilmek üretimlerim açısından da besleyici oldu diye umuyorum.
Heyecanlanmamı sağlayan ya da çeşitli yoğun hisler uyandıran hikâyelere yöneliyorum. Genellikle bir ev arayışı ki bu ev pek çok anlamda bir ev olabilir, aidiyet, kimlik ve köklerim hakkında düşünmekten ve üretmekten keyif alıyorum. Oradaki belki de kimsenin dönüp bakmayacağı hikâyelerden söz etmek ve lokalden yola çıkarak genele seslenmeyi önemsiyorum.
Örneğin uzun soluklu fotoğraf hikâyem Mülksüzler, Karadeniz yaylalarında kadınların ev sahibi olamayışıyla ilgili. Lokal bir dertten söz ederek başlıyor fakat benzer dertlerden muzdarip birçok kadının hikâyesine de değiniyor aslında. Bunlar bizi potansiyel ortaklıklara çekiyor. Hikâye anlatıcılığında en değerli bulduğum nokta bu sanırım.
Fotoğraflarımda her zaman makinenin arkasında konumlandığımı söyleyemem. Fotoğraflarıma kendimi bir şekilde dâhil etme dürtüsüyle yaklaşıyorum. Bunun yolu anlatmak istediğim hikâyeye uygun fotografik dilimi bulmak, self-portre çalışmak gibi değişiyor tabii. Esasen anlattığım hikâyeler benim hikâyemden bir parça olduğu için onları kendimden başka bir şey olarak görmüyorum. Her zaman için hikâyenin merkezinde yer almasam da bazı bazı kıyılardan takip etsem de mutlaka konunun bir yerinde, içerisinde yer almaya özen gösteriyorum.









Cemre Yeşil Gönenli, 2015’te British Journal of Photography tarafından en çok umut vadeden 25 fotoğrafçıdan biri olarak gösterildi. Fotoğraf dilini kullanarak ve metin, video gibi farklı anlatılardan da yararlanarak insanlar arası yakınlaşmaları; insanların birbiri ve çevreleriyle kurduğu ilişkileri araştırıyor. Lisans ve yüksek lisansını İstanbul’da fotoğrafçılık dalında tamamladı. Uluslararası alanda The Guardian ve International Center of Photography New York; yerli sahada da İstanbul Modern ve Salt Beyoğlu gibi pek çok galeri ve yayında yer aldı. Aynı zamanda FiLBooks yayınevinin de kurucusu.
Cemre Yeşil Gönenli yanıtlıyor
Son dönemde işlerine yön ve ilham verenler
Genelde gündelik hayatın akışında tam olarak kavrayamadığım, daha derinine anlamaya ve etkileşime geçmeye çalıştığım ve daha soyut bir yerden bakarak içselleştirmeye niyetlendiğim mevzular ya da ilişki biçimleri benim için üzerinde çalışmak üzere potansiyel proje fikirlerine dönüşüyor. Bu süreci takiben yaptığım konuyla ilişkili bazı araştırmalar ve okumalar da çalışmalarımı yönlendiren unsurlar oluyor.
Neler üretmeye itiyor / yönlendiriyor?
Merak ve bir çeşit ölümsüzlük arzusu sanırım.
Son bir seneyi aşkın sürecin üretimleri ve çalışma pratikleri üzerindeki etkisi, düşündürdükleri / dönüştürdükleri
Aslında son bir sene benim için tam olarak da bununla ilgiliydi. Bundan dokuz yıl önce bir doktora araştırması olarak başladığım ancak oldukça sancılı bir üretim süreci yaşadığım, geçtiğimiz mart ayında nihayet bir sergi ve bir kitap formatında izleyiciyle buluşan Double Portrait isimli projem, tamamen bir yeniden düşünme hâli ve dönüşüm süreciydi benim için. Pandemi, beni bekleyen sekiz yıllık bir üretim sürecini, anne de olmanın verdiği başka türlü bir perspektifle yeniden ele almama, yeniden kurgulamama ve bir nebze baştan yazmama ön ayak oldu.
Her şeyden önce çok uzun zamandır omuzumda neredeyse bir yük gibi taşıdığım birçok sorudan, düşünceden ve onlardan beslenerek üretmiş olduğum bir çok yapıtımdan hem zihinsel olarak hem de bedensel olarak arınmak bana çok iyi geldi. Neredeyse 10 yıldır hem bebek-anne, hem yetişkin çocuk-anne ilişkisi, biz büyüdükçe anneye olan ihtiyacımızın sorgulanışı, annemize duyduğumuz öfkeyi ve belki de verdiğimiz zararı tamir etme arzusu, anne kaybı, anne kucağı gibi temaları fotoğraf ve çifte portre (iki kişilik portre) bağlamı üzerinden düşünmeye ve bu konuların derinine inmeye çalıştım. Çok uzun soluklu bir proje olduğu için, tüm bu süreçte de proje çok organik olarak benimle birlikte büyüdü. Yıllarca sorguladığım ve üzerine iş ürettiğim konuları izleyiciyle paylaşmış olmak, onları içimden dışarı çıkartmak beni neredeyse başka bir insana dönüştürdü diyebilirim.
Hikâye anlatıcısı olarak önemsedikleri
Hikâyelerin kendisi, neyi nasıl sorguladığı, ilişkilere dair ne dediği.
Fotoğraf makinesinin arkasında olmanın ifade ettikleri
Aslına bakarsanız fotoğrafla ilişkim sadece fotoğraf makinesinin arkasında durmak gibi değil; fotoğraf çekmenin ötesinde, fotoğrafla düşünmeyi ve fotoğrafla anlamayı seviyorum. Dolayısıyla fotoğraf makinesinin ille de arkasında değil; daha çok fotoğrafın kendisine yakın duran bir sanatsal pratiğim var; zaman zaman fotoğrafın içinde, zaman zaman karşısında, önünde, sağında, solunda, yanında, yakınlarındayım. Örneğin bir önceki sanatçı kitabım Hayal & Hakikat sadece tarihsel arşiv fotoğrafları kullandığım bir projeydi. Ancak ille de fotoğraf makinesinin arkasındaysam, bu benim için fotoğrafını çektiğim şey her neyse ya da her kimse, tam da o anda, ona dair hem kendime hem dünyaya söyleyeceklerim, soracaklarım var diyebilirim.
Çalışmalarında kendini nasıl konumlandırıyor?
Çalışmalarımda kendimi görsel hikâye anlatıcı olarak konumlandırıyorum. O hikâyeyi en iyi şekilde anlamak ve izleyiciyle paylaşmak için de fotoğraf dışında (metin, yerleştirme, video, sanatçı kitabı vb.) farklı anlatılardan da yararlanıyorum.







2013’te Helsinki’de yüksek lisansını tamamladıktan sonra tam zamanlı olarak belgesel fotoğrafçılığına atılan Aino Väänänen, kendi deneyimlerinden yola çıkarak Finlandiya ve İngiltere’de yaşayan ikinci nesil göçmenlere odaklandığı ilk projesi True Citizens ile global alanda dikkat çekti. 2020’nin sonunda We Shall See adı altında kendi fotoğraf dergisini çıkarmaya başladı. Bu dergiyle bağımsız sanatçıları desteklemeyi ve teşvik etmeyi görev ediniyor.
Aino Väänänen yanıtlıyor
Son günlerde, Romanya’da HIV riski taşıyan kadınların hikâyelerini anlattığım Dandelions (Karahindibalar) projesi üzerinde çalışıyorum. Beni bu hikâyelere çeken unsur, tanıdığım bu kadınların tehlikeli ve genellikle umutsuz durumlar atlatan savaşçılar olmasıydı. Hayatlarına dâhil olmama izin verdikleri için onur duyuyorum ve minnettarım. Azimleri ve güçleri beni motive ediyor.
Sahici doğallıktan ve dokulardan ilham alıyorum. Kırılganlık ve kusurlar her zaman dikkatimi çeken şeyler. Birkaç sene Balkanlar ve Doğu Avrupa’da yaşadığım için Doğu’ya hafif bir yönelimim var. Bir önceki hayatımda dilbilimciydim ve öğrendiğim diller (ki fotoğraf kariyerimde yaptığım işlerde hâlâ yardımları dokunuyor) insanlar ve kültürlerle bağ kurmak için önümü açtı. Bugünlerde insanlara, fotoğrafçılığım aracılığıyla bağlanırken buluyorum kendimi.
Küçümsenen veya yanlış temsil edilen konular ve insanların hikâyeleri beni üretmeye yönlendiriyor. Haksızlıklar ve özellikle kadınlara yönelik olanlar da. Kadınların çok fazla ıstırap çektiğini ve acıya katlandığını hissediyorum. Yani burada kişisel bir bağlantı var.
Hayatlarını bana açan ve yolculuklarının bir parçası olmama izin veren insanlara gerçekten çok şey borçluyum ama bu, aynı zamanda büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Hayatlarına erişmenize izin verenlerin hikâyeleri hakkıyla anlatılmalı ve işimi besleyen şeyin (biraz klişe duyulacak ama) sevgi olmasından dolayı, seçimlerimin ardındaki güdüleri ve nedenleri kendime sürekli soruyorum: Bunların kaynağı sevgi mi?
Geçen bir buçuk yıl, pek çoğumuz için olduğu gibi benim için de zorlu geçti. Sokağa çıkma yasağı zamanları beni, We Shall See adlı fotoğraf fanzinimi başlatmaya itti. Bu fanzin, bağımsız fotoğrafçılar olarak çalışmalarımızın yeni seyirciler tarafından görülmesindeki zorluk ve bu zorluğun yarattığı hayal kırıklığından doğdu. Bu yüzden düşündüm, kendi çalışmalarım ve gelecek vadeden birçok ilgi çekici fotoğraf sanatçısı için neden kendi platformunu kurmayayım?
İlk sayıyı geçen yılın sonlarında yayınladım ve neredeyse hepsini sattım. Şu anda harika bir ekiple bir yenisi üzerine çalışıyorum ve fanzinin yavaş yavaş büyümesi beni güçlü hissettiriyor. Fotoğraf sanatçıları, bir şeylerin olmasını beklemek yerine kontrolü ele alıp kendilerine ait bir şey yaratabilirler.
Bir hikâye anlatıcısı olarak yolda karşılaştığın her şeye açık olmayı önemsiyorum. Bir projenin rotasını önceden belirleyemem; o kendi yolunu kendi göstermeli ve bir şeylerin gerçekleşmesini istiyorsam, bunlara alan tanımam gerekli. Genellikle de öyle oluyor.
Bir diğer önemli öğe de zaman. Belgelediğim hikâyeleri daha derinden anlamak için projelerime uzun zaman ayırıyorum ve insanlarla kurduğum bağlantılara çok değer veriyorum. Bu bağlantılar sayesinde beklenmedik ve yeni bir şey doğuyor ve onun şekil alışını izlemek heyecan verici bir süreç.
Kameranın arkasına saklanmamaya ve kendimi tamamen yanına koymaya özen gösteriyorum. Öyle bir dürtü var ki başkalarının hikâyelerini anlatırken bir şekilde kendini unutuyorsun. Ayrıca kolay bir roldür sessiz gözlem yapmak. Yine de kendimi sürecin dışında bırakmamaya çalışıyorum. Bu fotoğraflar, kişisel bir bağlantı sayesinde benim tarafımdan çekildi ve ben bu bağlantılara yatırım yapmak istiyorum.
İnsanlar, işlerimi Finli bir fotoğrafçının, Kuzeyli bir fotoğrafçının veya bir kadın fotoğrafçının işleri olarak görebilir. Bunlar sadece birtakım nitelikler.
Bu tanımları düşünmemeye çalışırken aynı zamanda işime sadık da kalıyorum. Benim için ilginç olan, görsel dilimin sürekli gelişimi, çünkü görsel hikâye anlatımı yoluyla insanların dikkatini çekiyorsunuz.
Bence bir hikâyenin hakkını verebilmek için, bağlamını ve küçük karmaşalarını anlayabilmeniz gerekiyor. Bu nedenle her proje üzerinde uzun süre çalışıyorum. Peşin hükümlü bir anlatıyı zorlamadan araştırmaya, anlamaya ve bir şeylerin şekil almasına zaman ayırıyorum. Bu, çok fazla sorgulamayı ve duraksamayı beraberinde getiriyor. Sürekli öğreniyorum ve bunun asla bitmeyeceğini kabul ettim. Bu yüzden sürecin tadını çıkarmaya bakıyorum.








1977’de Moskova’da doğan ve 2006’dan beri Hamburg’da yaşayan Ekaterina Solovieva, eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki kırsal yaşantıları belgelerken, dinî gelenekleri ve folkloru merkeze alıyor. Çalışmaları, enstalasyonları ve gösterimleri bugüne kadar yaygın olarak sergilendi.
Ekaterina Solovieva yanıtlıyor
Üç yıl önce, arkadaşlarımdan biri hakkında bir kitap yayımladım, Karelia’dan bir rahip. Yaklaşık on yıldır bu hikâyeyi çekiyordum ve sonu çok hüzünlü ilerledi. Bunun hakkında konuşmakta zorlanıyorum. Hakkında birçok makale ve yayın çıktı. İşte her şeyin iyi anlatıldığı ve gösterildiği bir tanesi.
Kitabın kahramanı olan arkadaşımın ölümünden sonra, neredeyse iki yıl kadar depresyondaydım. Rus şehirlerindeki eski evlerin korunmasıyla uğraşan arkadaşlarım sayesinde depresyondan kurtuldum. Onlara yardım etmeye başladığımda fark ettim ki hâlâ belgesel fotoğraf çekiyorum, ama bu sefer daha olumlu bir mercekle. Üzüntü ve yıkımdansa daha çok güzellik görmeye çabalıyorum.
Bu süreçle birlikte hayatının geçici olduğunu, dolayısıyla da hatıraları korumanın elzem olduğunu anladım. Ve bu hatıralar, fotoğraf yoluyla korunabilir. Bu yüzden arşivlerle çalışmak, işimin önemli bir aşaması oldu. Son birkaç ay içinde, terk edilmiş köy evlerinde birkaç kutu film ve cam tabak buldum. Şimdi bu arşivlerin tarihini tarıyorum ve araştırma yapıyorum. Plan, bu köylerdeki arşivlere ve bulundukları evlere dayalı fotoğraflar çekmek. Bu filmlerdeki insanların anılarının, fotoğraf projelerimde hayat bulmasını istiyorum.
En temel ilham kaynağım insanlar. Durumlarını görmek ve hissetmek, endişelerini ve hayatlarını nasıl yaşadıklarını anlamak, onları sevmek benim için önemli. İnsan sevgisi olmadan iyi bir fotoğrafçılık olamaz.
Çektiğim hikâyeye derinlemesine dalmayı da çok önemsiyorum. Çektiğim ve hakkında yazdığım insanların sorunlarını ve ihtiyaçlarını bilmeyi de. Onları sevmek, hayatlarına dâhil olmak. Onları neyin üzdüğünü veya endişelendirdiğini anlamak; onlara karşı, onların insanı olmak. Bu, olan bitenin kalbine inerek içten bir hikâye yaratmak için yakın ama mesafeli fotoğraf çekmenin tek yolu.
Kameranın arkasında durmak, görünmez olmaktır. Hikâye kahramanlarının fotoğrafçısı olmak değil, arkadaşı olmak. Bir aile veya topluluk üyesi olmak. Onlarla bütün olmak.







1981 doğumlu Devin Yalkın, üretimlerini New York’ta sürdürüyor. Konu, olay, durum ve kişileri hep özgün bir perspektifle ve hep siyah-beyaz karelerde yakalıyor. The New York Times’dan Rolling Stone’a, Vice’dan Wired’a pek çok mecra için editoryal işler çıkarıyor. Cansu Yıldıran gibi o da Bant Mag. Havuz / Bina’da eylülde düzenlediğimiz “Normalin hatırlanacak nesi var?” sergisinde işleriyle yer almıştı.
Devin Yalkın yanıtlıyor
Son dönemde işlerine yön ve ilham verenler
Bu biraz döngüsel ilerliyor fakat en çok ürettiğim zaman genellikle fazla çalışmadığım bir durgunluğun ardından oluyor. Ayrıca fotoğrafçılıkta yeni yaklaşımlar aracılığıyla deney yapmak, mecranın daha fazla geliştirmek istediğim kısımlarını saptamama yardımcı oluyor.
Son bir seneyi aşkın sürecin üretimleri ve çalışma pratikleri üzerindeki etkisi, düşündürdükleri / dönüştürdükleri
Karantinanın yaptığım işi nasıl dönüştürdüğünden bahsediyorsanız, pandeminin başlarında birçok editoryal işi geri çevirmek durumunda kaldığım için kamerayı doğal olarak aileme ve çevreme yönelttim. Hayatımda ilk defa etrafımdaki aciliyetlerin her birinin her daim, başka hiçbir konuda endişe duymadan fotoğraflanabileceğini hissettim. Özellikle böyle eşikte bir yerlerdeyken, sadece olup bitenlere bakabilmek ve olmalarını izleyebilmek ayrı bir netlik getiriyor. İşin tuhafı, editoryal çekimlere girmemek bir sanatçı olarak duyarlılıklarımı yeniden hizalamama yardımcı oldu.
Hikâye anlatıcısı olarak önemsedikleri
Kendimi, zaman ve mekân hakkındaki rutin algımdan uzaklaştırmak ve her zaman kalbimle çekmek. Bir ruh hâlini, konuyu veya sahneyi alıp daha eterik ve mistik bir şeye dönüştürebilecek şekilde yeniden yaratmaya çalışıyorum. İnsanların soruları ve istekleri, fotoğraf olarak neyin çalışıp çalışmadığını anlamama yardımcı oluyor. İzleyiciye aradıkları yanıtları sunmak istemiyorum.
Fotoğraf makinesinin arkasında olmanın ifade ettikleri
Kamera arkasında olmak, çalıştığım anlar için hayatımdaki diğer her şeyi geçici olarak geride bırakabileceğim anlamına geliyor. Etrafımdakilerin dolaysızlığını keşfederken, içinde rahat ve samimi bir şekilde var olabileceğim başka bir psikolojik diyar hâline geliyor zaman.








1981 doğumlu Ege Kanar, İstanbul’da yaşıyor ve Bahçeşehir Üniversitesi Fotoğraf ve Video bölümünde eğitim veriyor. Arşivsel fotoğraflar, metinler, ses ve video kayıtlarından yararlanarak temsil, hafıza, ritim, ölçek, dil ve cismanilik gibi çeşitli kavramlar etrafında projeler üretiyor. 2016’dan bu yana Retouch, Hammer for Scale ve Işığın Çapraz Geldiği Saat isimli üç kitap yayımladı.
Ege Kanar yanıtlıyor
Son on yıl içinde fotoğrafla kurduğum ilişki, kamera aracılığıyla dünyayı kavramaya çalışan bir gözlemci pozisyonundan, başkaları tarafından üretilmiş görüntüleri kullanarak yeni bağlamlar oluşturmayı deneyen bir aracılık rolüne doğru evrildi. Son dönemde üzerinde çalıştığım malzemeyi, çoğunlukla bilimsel amaçlarla derlenmiş açık arşivlerden elde ediyorum. Belli çevreler dışında pek de popüler olmayan bu görüntülerin üretilme amaçları, dolaşıma sokulma biçimleri, hizmet ettikleri gündemler ve dünyayı bu imgeler aracılığıyla bilinebilir kılma arzusu kurcalamaktan heyecan duyduğum başlıca mefhumlar oldu.
Şeyler arasında kurduğum ve izini sanatın yöntemleri ile sürebileceğime inandığım herhangi bir ilişki benim için tetikleyici bir rol üstlenebiliyor. Bazen bir cümle, bazen bir görüntü, bir ses ya da soyut bir fikir, içine dalmak isteyeceğim yeni bir araştırma alanı açabiliyor.
Ürettiklerim biçimsel olarak oldukça değişken. Son zamanlarda, içinde güvende hissettiğim fotoğraf mecrasının dışına doğru da oklar attığımı söyleyebilirim. İğneyle kuyu kazmayı, kendi zihinsel mağaramda vakit geçirmeyi seviyorum. Temel üretme isteğim, merakımı ve canlılık duygumu beslemekle, derinlerde zaman geçirme isteğimi tatmin etmekle alakalı sanırım.
2019 yılında Versus Art Project’te açtığım Apparatus isimli serginin ardından hayatımda eskiden beri yeri olan müzikle ilişkim tekrar güçlenmeye başladı. Kapanma döneminin getirdiği belirsizlik içinde, çaldığım enstrümanla geçirdiğim zaman hayatımın etrafında şekillendiği temel referans noktasına dönüştü. Bu süreç yaklaşık iki seneye yayıldı ve ritim, tekrar, ses ve beden mekaniği gibi meseleler üzerine düşünmemi sağladı. Bugünlerde ürettiğim ve şu anda sergilenen ya da önümüzdeki günlerde sergilenecek yeni işlerin köklerinin de bu süreçten beslendiğini söyleyebilirim.
Ürettiğim işlerin ihtiyaç duyduğu farklı metodolojiler bir sanatçı olarak pek çok farklı alanda var olabilmemi de gerektiriyor. Kendimi bazen bir arkeolog, bazen bir kimyager, bazen bir bilgisayar operatörü, bazen de bir tasarımcı rolünde buluyorum. Görüntüler, sesler, metinler ya da nesneler arasında çeşitli bağlantılar kurmaya çalışırken, çalıştığım malzemeye ve onun içinden çıktığı bağlama özen göstermeyi ve eleştirel kalabilmeyi önemsiyorum. Malzemeye en az müdahale ile nasıl biçim verebilirim ve bu sayede neyi duyumsanır kılabilirim, bunu merak ediyorum. Bu merak bir çeşit geçirgenlik fikriyle ya da başta bahsettiğim aracılık rolüyle özdeşleşmemi sağlıyor.








1981 doğumlu Cemil Batur Gökçeer, belgesel dilini dünyada bitmeyen birtakım krizlere ses vermek için değerlendiren yaklaşımıyla; kesinliklerden kaçan, imkân, olasılık ve muğlaklıklara alan açan üretimleriyle tanınıyor. Yıllar içerisinde farklı teknik ve tarzlardan yararlanarak yaptığı deneyleri birçok farklı mecrada sergilenirken, Düğüm ve Mağara Albino adlı iki kitap da hazırladı. Ankara’da farklı disiplinler için bir buluşma, ortaklaşma, üretme mekânı olarak işlemiş Torun’un 2012’de hayata geçmesine vesile olanlardandı.
Cemil Batur Gökçeer yanıtlıyor
Fotoğrafı plastik sanatlardan ziyade dramatik sanatlara yakın buluyorum. Sürecimi şekillendiren ilhamı ise daha çok edebiyattan alıyorum. Robert Walser ve J.M. Coetzee son zamanlarda beni en çok etkileyen yazarlar.
Fotoğrafın yaşananlar karşısındaki indirgeyici ama aynı ölçüde de belirleyici olma eğilimi beni hep rahatsız etti. Fotoğrafı araç olarak benimseyişimde bu rahatsızlığın payı var. İletişime dair beni kurcalayan çelişkilerle fotoğraf sayesinde farklı bir ölçekte karşılaşabiliyorum. Sahip olduğu temsil gücünde barınan hileleri, anlamın oluşmasını istediğim taraf lehine kullanıyorum.
Fotoğraf üretim pratiği açısından belgesel fotoğrafın yöntemlerini ödünç alıyorum. Yola çıkıyor ve karşılaştıklarımın fotoğraflarını çekiyorum. Daha sonra bunlardan kurmaca bir anlatı oluşturuyorum.
Aşağıdaki fotoğrafların yer aldığı seriye bir inşaat sahasında başladım. Aralıklarla 6 aylık bir süre boyunca içinde vakit geçirdiğim bu mekânın, yapılıyor mu yıkılıyor mu olduğunu belirsizleştirirken, bende bıraktığı etkiyi onun dışında başka yerlerde sürdürürken, onun kendi sınırları dışında da duyumsanabildiği bir anlatının yolunu arıyordum. Sönmüş bir yanardağ eteği, Ankara ve İstanbul’da belirli bir amacı olmayan yürüyüşler, sel ve yangın yerleri… 3 seneye yayılan bu sürecin sonunda biriken fotoğrafların bugünlerde kurgusunu yapıyorum.







İstanbul-New York hattında mekik dokuyan Civan Özkanoğlu, işlerinde gündelik hayatın, sıradan gibi görünenlerin ve absürtlüklerin izini sürüyor; kamusal mekân, kitle iletişim araçları, sanat dünyası ve politikayla iç içeliklerini araştırıyor. 1983, Adana doğumlu. İlk kitap projesi was in person (2015) adını taşıyor. Bugüne kadar uluslararası pek çok mecrada yer aldı. National Academy Museum’dan (New York) İstanbul Modern’e, Çağdaş Börek Salonu’ndan (İstanbul) Sıhhiye Çok Katlı Otoparkı’na (Ankara) birçok yerde sergi yaptı. Melike Şahin’in Merhem albümünün fotoğraflarını da o çekti.
Civan Özkanoğlu yanıtlıyor
Bir şeyleri içselleştirip dönüştürmek için bir sene oldukça kısa bir zaman fakat pandemi gibi global ölçekte bir olay, vakit geçirdiğim durumlar, ilişkiler ve çalıştığım konulara ister istemez bir ayar veriyor. Son yüzyıla baktığımızda sanatı, akımları, modayı, tüketim koşullarını değerlendirirken post-war, pre-war anlatımlarımızda nasıl pusula görevini görüyorsa bu pandemi dönemini de öyle anacağız ve pratiklerimizde etkisini hissedeceğiz.
Çalıştığım bir kaç konu var ve kimisine bu “sakin” süreçte daha çok ikna oldum ve “iyi ki” dedim, kimisine ise daha farklı bir anlatım, katman eklememin kaçınılmaz olduğunu hissettim. Hatta bir tanesinin artık gerekli bile olmayacağını düşünmüştüm fakat “şimdi”den sıyrılıp ileriden baktığımda zaman ayrılan hemen her işin üretildiği dönemle birlikte okunduğunda bir karşılık bulabileceğini düşünüyorum.
Hem yaşadığım New York şehri hem de ABD genelinde halka fayda amacıyla kurgulanmış, gözetleme ve takip içeren birtakım programlar ve araçların izini sürdüğüm iki ayrı proje var. Türkiye’de ise bir buğday tarlası ve etrafında birkaç yıldır dolanıyorum, kaydediyorum, vakit geçiriyorum. Bunlar merkezinde fotoğraf ve video olacak işler ve pandemi bu işlerin hızını, akışını yavaşlatsa da yeni katmanlar yaratma zorunluluğu açısından düşünmek, tekrar bakmak için iyi de geldi diyebilirim.
Ortaya koyduğum işin içinde “hikâye” ya da “bilgi”den en az birisini, izleyicinin zihnini veya karnını kıpırtadacak şekilde iletmek yeterlidir. Ciddi çalışarak ama çok da önem atfetmeden, sıkıcılık ve saçmalama hakkımı da baki tutarak anlatmak hem kendi işlerim hem de başkalarının işleri üzerine düşünürken ilk baktığım noktalar. Hikâye anlatma garantili yola çıkmam ama duygu veya bilgi olarak birbirine uç uca, düşe kalka bağlanan görseller yaratmayı severim ve bunu tek bir “vurucu” imaja yeğlerim.
Fotoğraf makinesinin arkasında olmanın benim için ne ifade ettiği, cevabı dönem dönem güncellenen bir soru. On sene önce belki de “her şey” demekti, şimdi sadece kullanışlı, bildiğim tanıdığım, sürprizli bir kayıt aracı. Ürettiğim, sergilediğim iş hangi medyumla ortaya çıkarsa çıksın fotoğraf her zaman benim konfor alanım ve en basit hâliyle ilk belge için elimi ilk attığım medyum.
Çalışmalarımda kendimi genelde nasıl istiyorsam öyle konumlandırıyorum! Fakat iş büyüyüp ekip kalabalıklaşırsa pozisyon almalar da zorlaşıyor ve bu alışmaya çalıştığım bir durum.
İşin başında verilen/alınan “titr” ile bittiğinde yüklenilen farklı olabiliyor. Bu yüzden uzun ve sessizlikle kendi işlerimi çalışıp arada bir ortak, sipariş işlere girişir; oranın tüm hareketliliği ve farklılığından beslenir, sonra yine kendi güvenli alanıma dönmek isterim. Ama “konumlanma”yla illa ki bir titr isterseniz, özellikle son bir-iki yılda bahsettiğim kendi projelerim dışında sanat yönetmenliği, görsel danışmanlık, yürütücü yapımcılık gibi birçok pozisyon aldım.






