Geçtiğiniz sokaklara, parklara, meydanlara üç yaşındaki sağlıklı bir çocuğun boyundan, 95 cm’den baksanız, neleri değiştirirdiniz? 2017’den beri Van Leer Foundation desteğiyle Superpool, Nordic Playground Institute ve yerel yönetimler ortaklığında devam eden Kent95 programı; oyun parkı tasarımları ve müfettişliği, sokak dönüşümleri, yayınlar, eğitim ve danışmanlık hizmetleri gibi türlü projelerle hem Türkiye’nin büyükşehir ve ilçe belediyelerinde hem de Etiyopya ve Ürdün gibi kardeş ülkelerde bu soruya yanıtlar arıyor.

Alman eğitimci Friedrich Fröbel’in deyimiyle “çocukken yaptığımız iş” olan oyunun her yaşa sağladığı imkânları, bugünün şehir hayatında var olma mücadelesini, çocukların kentli haklarını; yakın zamanda Global Designing Cities Initiative’in verdiği Street Shaper Ödülü’ne uzanan mimar ve kentsel tasarımcı Beyza Gürdoğan, yüksek mimar ve oyun parkı müfettişi Derya İyikul, sosyolog ve oyun parkı müfettişi Ege Sevinçli’yle konuştuk.

Fotoğraf: Pınar Gediközer
İskoçyalı oyun teorisyeni Gordon Sturrock, oyunu aşka benzetiyor çünkü tanımı ve hissi herkese göre değişken. Öte yandan, hepimizin geçmişinde ortak olan nadir şeylerden biri oyun. Hadi 30 saniye gözünüzü kapatın; çocuk hâlinizi oynarken nasıl görüyorsunuz? Ege, o izi bulmanın ve oradaki ipuçlarını kullanmanın önemli olduğunu söylüyor: “Neredesiniz, ne oynuyorsunuz, yanınızda kim var?” Ekip bu pratiği, bir şehri tasarlarken kendi oyun deneyimlerini hatırlasınlar diye karar vericilerle yaptıkları toplantılarda da kullanıyormuş. Beyza, aldıkları yanıtları ne şekilde değerlendirdiklerini şöyle anlatıyor: “Hep ‘Biz çocukken sokakta oynardık. Arkadaşlarımızla inşaatın kumlarına atlardık.’ diyorlar. Aslında bu tatlı nostaljiyi, zamane çocuklarının da yaşamaya hakkı var. Onlar da bugün bir biçimde oynamaya devam ediyorlar. Nasıl oynadıklarını, oyunun günümüzde neye evrildiğini takip etmek de heyecanlı.”
Şehirde oyunu var etmeye çalışırken Derya’nın bu yaşında hissettiği, oyunun bir “an” olduğu: “Oyundayken anda kalabiliyorsun hatta geçmişteki bir âna, hatıraya bile ışınlanabiliyorsun. Bu yüzden iyi hissettiriyor. Bilişsel, fiziksel ve sosyal katkısı çok fazla; sadece çocuklara değil, yetişkinlere de.” Söz oraya gelince, aldıkları playworker (oyun işçisi / oyun kurucu) eğitimlerinde mülakatların hep “Nasıl oynuyorsun?” sorusuyla başladığını ve herkesin biraz sessiz kaldığını hatırlıyor Ege. “Bilmem, nasıl oynuyorum? PlayStation? Basketbol oynuyorum?” gibi yanıtlar geliyormuş sonra: “Yapılandırılmış oyunlara gidiyordu kafamız. Bir yandan da oynamadığımız için kendimizi kötü hissetmeye başlıyorduk. Sonra anladık ki oyun; sen ne zaman istersen, nasıl istersen, zorunda olmadan yaptığın her şey olabilir. Yetişkinlikte oyunun tanımı buna dönüşebilir. Birisi için sebepsizce yemek yapmak ya da çiçekleriyle ilgilenmek; yani kediye mama koymak değil de onunla vakit geçirmek gibi. Böyle şeyler oyun hissi yaratıyor.”
Peki bu amaçsız eğlenceleri, çocuklar kentte ne kadar gerçekleştirebiliyor? Hollandalı mimar Aldo van Eyck, “Takla atan çocuk da şehir manzarasının bir parçasıdır.” diyor. Ya şehirler? Onlar çocukları yeterince görüyor mu? Beyza’dan çarpıcı bir veri geliyor: “2016’da yapılan bir araştırmaya göre çocukların çoğunun dışarıda vakit geçirdikleri süre, bir mahkûmun açık hava süresi kadarmış. Yani muhtemelen, kentler çocukları pek görmüyor; en azından, kenti tasarlarken görmüyoruz. Modern planlamada kentsel mekânları tek fonksiyona indirip, hepsini sokaklarla, ana caddelerle birbirine bağlamaya çalışıp; yetişkinleri özel araca, çocukları da yetişkinlere mahkum ettiğimiz için çocukların gündelik özgürlüğü ne yazık ki sağlanamıyor. Bugün, ‘Oyun dediğin şey oyun parkında oynanır.’ fikrinin ne kadar yanlış olduğunu görüyoruz; artık bütün dünya ‘Araç odaklı değil de çocuk odaklı, bakım odaklı kentler nasıl olur?’ gibi sorulara cevap arıyor.”

Olmasa da olur mu?: Kaydırak, salıncak, tahterevalli
Derya’nın yüksek lisans tezi şehirdeki oyun parkları hakkında; o dönem araştırdıklarından biri de ilk oyun parkının nerede ve nasıl ortaya çıktığıymış tabii. Hikâye biraz tuhaf: “Malum, kentler kapitalist sistemin bir ürünü ve en başında 30 yaş üstü, işe giden, sağlıklı, erkek bireyler için tasarlanıyor. Kadınlar, çocuklar, engelliler gibi gruplar düşünülmüyor çünkü onlar, üretimin ve tüketimin bir parçası olarak görülmüyor. İlk oyun parkı, ABD’de bir fabrikanın önüne yapılan büyük bir kum havuzu. Çünkü anneler işe gelse de verimleri düşük oluyor ya da çocuğa bakacak birini bulamayınca istifa ediyorlar. Ancak bu şekilde anneler iş yaparken, çocuklar ‘oyalanabiliyor’. Bu korkunç bir fikir aslında. Bizim oyun parklarıyla bir aşk – nefret ilişkimiz var. Olmasalar bugün çok daha kötü olurdu ama varlık sebepleri de çocuklara koca şehirde kısıtlanmış küçücük alanlar yaratmak. Aşırı statik, yıllardır değişmeyen, birbirinin kopyası, çok da oyun fırsatı sunmayan alanlar.”
Yakın zamanda bir belediyenin 188 parkını denetlediklerini ve bunların 175 kadarının birbirinin tıpatıp aynısı olduğunu söylüyor Ege: “Daha yarısını görmüşken bir gün fiziksel olarak midem bulandı; dedim ki bir çocuk 15 yıl boyunca aynı evde oturabilir, aynı mahallede büyüyebilir; etrafındaki tüm parklar, 1.5-3 dakika mesafede ama aynı. O çocuğa 15 yıl boyunca reva gördüğümüz oyun stili aynı kaydırak, aynı salıncak ve aynı kule. Şehirde herhangi bir ırka, cinsiyete böyle bir hizmet yapılacak olsa çıngar çıkar fakat hikâyenin öznesi çocuklar olunca, bunu göremiyoruz.” Türkiye’de oyun parklarının büyük çoğunluğu kamuya, belediyelere ait. Bir de özel okulların, kreşlerin, AVM’lerin, toplu konutların oyun parkları var. İstanbul’da kamuya ait oyun parkı sayısı 5-6 bin. Bunların hepsi kaydırak, salıncak, tahterevalliden oluşan geleneksel oyun parkı mantığında düzenlenmiş. Görev listesine kafa yormadan bir tik daha atmanın, kolaycılığın bir sonucu bu belki de. Zira bütçe kısıtı geçerli bir sebep değil. Derya bunu şöyle açıklıyor:
“Bugün en küçük oyun parkının fiyatı, İstanbul’daki bir evinkiyle aynı. Aslında çok büyük bir yatırım. Bir de sürekli vandalizme maruz kalıyor, kırılıp dökülüyorlar; hâliyle bakım onarım masrafları da çok. Öte yandan hizmetin en görünür olduğu şeylerden biri oyun parkı; sayısı da sanırım bu yüzden bu kadar fazla. Zaten çoğu zaman birtakım parsellerden artakalan alanlara yapılmış şeyler oluyorlar; kurgulanmış değiller. İnsanlara kamusal alan bakımından içinde bulunması mutluluk verecek pek fazla seçenek sunulmadığı için de oyun parkı yapmak, o algıyı en basit şekilde dönüştürmenin, güzel göstermenin bir yolu galiba.” Türkiye’deki bu kopyala – yapıştır alışkanlığının aksine, örneğin Kopenhag’da yerel yönetimler, birbirine yakın mesafedeki oyun parklarının benzer tasarımda inşa edilmesine izin vermiyor; şehrin en çok ziyaret edilen oyun parkında ekipman yok.


Çocuk emekler, baba yürür: Oyun peyzajı herkesi görür
Günümüzde Türkiye’de beton ya da kauçuk zemin üzerine yapısal elemanlar koyarak elde edilen oyun parklarının geçmişte biraz daha esnek tasarımlara sahip olduğundan, doğal malzemeler de içerdiğinden bahsediyor Derya: “Bakım verenlerin ve karar alıcıların endişeleri de bugünkü tablonun bir sebebi. ‘Çocuklar düşüp yaralandığında ne olacak? Ar-Ge’si yapılmış sertifikalı ürünler kullanılmalı.’ diye düşünüyorlar. Bu da tamamen standartlaşmış yeni bir sektör doğurdu. Standartlar özgür tasarım yapmaya engel olmasa da peyzaj tasarımcılarından ziyade oyun ekipmanı üreticilerinin katalogdan ürün seçip yerleştirdiği bir işleyiş oldu.” Hâl böyleyken, yaratılan atmosferler renkli, parlak, dikkat çekici görünmekten ileri gidemiyor; yetişkin bakış açısından kurtulamamış, empatisiz hatta dayatmacı oldukları söylenebilir. Öyleyse çözümlere bakalım; sıkıcı olmayan bir oyun alanı neler ister?
Derya dönüşebilen; su ve kum gibi literatürde doğal serbest parçalar (loose parts) olarak geçen elemanlar barındıran tasarımları öneriyor: “Yaz tatillerinde görürüz; deniz kenarındaki çocuklar bütün gün sadece su, kum ve kovayla oynayabiliyorlar. Bir şef olarak başlıyor, pasta yapıyor; sonra mimar olup kumdan kale yapıyor mesela. İki üç malzeme ve hayal gücü yeterli. O yüzden ekipman bazlı olmayan, malzeme anlamında fırsatlar sunan yerlerin oyuna daha elverişli olduğunu düşünüyoruz.” diyor. Beyza, artık “oyun parkı” yerine “oyun peyzajı”nı kullandıklarını ekliyor. Tek bir fonksiyondan çıkıp, kamusal alanlaşma düşüncesi var bunun ardında: “Çünkü orayı bakım verenin de keyif alabileceği bir ortam hâline getirmek, çocuğun daha fazla vakit geçirebilmesini sağlıyor. Herkesin oyunun tadına varabileceği mekânlar tasarlamak hedefimiz.”
Bu yoldaki çalışmalarını şöyle detaylandırıyor Derya: “Bizim tasarımlarımızda boş alan çok var; her yeri doldurmuyoruz, o dengeye dikkat ediyoruz. Farklı aktivitelere yönelik sert ve yumuşak zeminler kullanarak dokularla oynuyoruz. En çok tekrar ettiğimiz ögelerden biri tepeler. Büyük çim tepeler; doğal taş kaplama ya da kauçuk da olabilir. Kaydırakları tepeye koyuyoruz. Çocuk hem tırmanıyor, hem de isterse tepeden aşağıya yuvarlanıyor, isterse kaydıraktan kayıyor. Kum havuzu mutlaka kullanıyoruz. 4-5 kişinin binebildiği, çocukların birbiriyle etkileşime girebildiği hamak tarzı salıncakları tercih ediyoruz. Özel gereksinimli çocuklar ya da küçük çocuklar bazen yalnız kalmak, kendi alanını yaratmak istediği için onlara birtakım oyun evleri, bitkilerle çevrelenmiş küçük odacıklar tasarlıyoruz. Bu da masanın altına girdiğimiz, çarşaflardan ev yapıp içine anne babamızı sokmadığımız oyunlara referans.”
Ege ise “oyun peyzajı”nın herkese hitap edişini tercih ettikleri unsurlar üzerinden değerlendirerek bağlıyor konuyu: “Serbest parçalar illa tasarlanıp üretilmiş olmak zorunda değil; doğadaki herhangi bir şey de olabilir, buluntu malzemeler de olabilir. Diyelim ki dışarıda, kamusal alandayız; etrafımızda çalılar, yapraklar, su, belki kar var. Bu serbest parçaların olduğu alanlar özel beceri gerektirmediği için hem yaş hem de zihinsel beceri bakımından kapsayıcı veya 2 yaşındaki bir çocuk kaydırağa çıkamıyorsa çim tepede emekleyebilir. 30 yaşındaki bir yetişkin de telefonda konuşurken aynı tepede yürüyerek, orayı kendisi için bir oyun alanına dönüştürebilir mesela.”

Fotoğraf: Derya İyikul
Oyun parkları boş: Çocuklar neden yok?
Buluştuğumuz gün röportaja girmeden önce, yaşadığım mahalledeki oyun parklarına daha dikkatli baktığımı söyleyince; bu sefer Ege soruyor bana: “Çocuk gördün mü parklarda?” Bir tane bile görmedim. Okuldalar diye mi acaba demeye kalmadan 0-5 yaş grubunu hatırlatıyor Ege ve hiç şaşırmadan devam ediyor: “Tabii okuldan çıkışta bir uğruyorlar, bir şeyi beklerken oynuyorlar ama parklar genelde boş.” Bu acı gerçeği Beyza açıklıyor: “Bir kaydırakta kaç defa kaymak istersin ki? Oyun parkları çocuklara sıra beklemeyi öğretiyor. Sıram gelsin biraz kayayım, sıram gelsin biraz sallanayım, sonra eve döneyim.” Derya’ya göre bu, her gün aynı yemeği yemek gibi. Hazır küçük çocuklara çengel atmışken, bir veri daha paylaşalım: İstanbul’da çocuk nüfusu 4 milyona varıyor ve bunun yaklaşık 1 milyonunu 0-4 yaş oluşturuyor fakat örneğin 2 yaşındaki bir çocuğun o bildiğiniz kaydıraktan tek başına kayabileceğine ikna olabilir misiniz? O zaman o neyle oynayacak? Biraz bunu konuşalım.
“Bir dönem oyun ekipmanları hep 7 yaş ve üstüne yönelikti. Standartlar 0-18 yaşı kapsıyor yani yaş ayrımı yapmıyor. Küçük çocuklar için oyun ekipmanları yeni yeni üretiliyor ama onların da oyun fırsatı az. Aslında çocuğun ilk 6 yılı çok heyecan verici ve macera dolu bir süreç. Emeklemek, ayağa kalkmak, ilk adımları atmak, koşmak, zıplamak; hepsi başlı başına birer oyun. Biz oradan çok ilham alıyoruz. Yüzeylerde değişiklikler yaparak, tutunup çıkabilecekleri alanlar oluşturmak ya da peyzajdan faydalanarak geçitler yaratmak bile yeterli olabiliyor.” diyor Derya. Araştırmalarım esnasında farklı yaş grupları için oyun alanlarının ortaklığına dair iki zıt görüşle karşılaşmıştım. Bu konudaki fikirlerini de merak ediyorum. Ve söz Ege’ye uzanıyor:
“Ben alanları ayırmama taraftarıyım çünkü hayat öyle bir şey değil. Tabii ki zorbalığa maruz kalmak iyi bir şey değil ama buradaki temel ihtiyaçlarımız başka şekillerde de gözetilip karşılanmalı çünkü kamusal alan bunlarla başa çıkma yöntemlerini de öğrendiğimiz bir yerdir. Diğer yandan, ‘Burası telle çevrili ve şu yaşa aittir!’ gibi değil elbette ama ister istemez 4 ve 14 yaşın ilgileneceği deneyimler farklı olacağı için alanlar da doğal olarak ayrışabilir.” Beyza ise bir tasarımcı olarak sınırların geçirgenliğini her anlamda önemsediğini vurguluyor: “Oyun alanının sokakla ilişkisinde o duvarı ya da çiti mümkün olduğunca koymamak, onun yerine belki sıralı bitkiler kullanmak gibi kararlarla da eşik kavramını çokça düşünüyoruz. Çünkü bir gruba ayırdığınız bir alanın, kendi içinde bir denetim mekanizması oluşturmasıyla daha tehlikeli bir hâle gelme ihtimali de olabiliyor.”

Fotoğraf: Emre Dörter
Açık ya da kapalı: Tasarımın güzel soruları
Literatürden bir örnekle sözlerine devam ediyor Beyza: “Kentsel incelemeler alanındaki çalışmalarıyla tanınan ABD-Kanadalı gazeteci, yazar, aktivist Jane Jacobs, kaldırımların köşedeki bakkal amca tarafından gözlendiğinden, insanların birbirini kolladığından bahsediyor. Parklar kuytu köşelerde olunca, o gözler oraları görmüyor ve suç artıyor. Biz de seyyar oyun parkı projemiz HOP’la zararlı madde satışının yapıldığı bir parka her hafta düzenli olarak uğramaya başladıktan sonra orada suç oranının azaldığını öğrenmiştik.” HOP’u anmışken bu felsefeyi sürdürmek isteyen Şişli Belediye’sinin geçtiğimiz nisandan bu yana her pazar 5 sokağını trafiğe kapattığını ve oralara çeşitli oyun fırsatları, aktivite imkânları götürdüğünü not edelim.
Dönüşüme ne güzel katkılar diye düşünerek madalyonun diğer yüzüne bakmayı, sınır açıklığını bakım verenlerin güvenlik endişesi üzerinden düşünmeyi teklif ediyorum. Derya bu bağlamda, oyun alanının araç trafiğine mesafesi, çocuğun bir anda koşup ana caddeye atlayabilme olasılığı gibi ölçütlere dikkat ettiklerini söylüyor: “Doğrusu sınır elemanı kullanmamak olsa da birçok mahallede bu işlemiyor ama bir şeyi yapmanın binbir türlü yolu var; yere göre tasarım tartışılabilir. Artık ebeveynlerin elinde kolunda birtakım cihazlar var; çocuklarının konumunu oradan izliyorlar. Biz telefonsuz çıkıp 6 saat sonra eve gidiyorduk; kimse takip etmiyordu çünkü gerekirse birileri arayıp ‘Senin çocuğun buralarda.’ diye haber veriyordu, bu da ebeveyni güvende hissettiriyordu. Şu an farklı bir devir, farklı bir şehir, farklı koşullar var. Bu yüzden bence bu konuda keskin cevaplardan kaçınmalıyız.”
Her tasarım, çözülmesi gereken bambaşka problemlerle masaya geliyor. Hâliyle farklı mekânlarda, ihtiyaçları giderecek çok çeşitli rotalar izlenebiliyor. Beyza’nın Gebze’de bir mezarlığın yanında bulunan bir okul sokağı dönüşümüyle ilgili bir hikâyesi var: “Bir servis aracı yıllardır orada duruyormuş. Meğersem, onun yüzünden orada sosyal güvenlik problemi oluşmuş. Okul müdürü, çocuklar çıkarken o sapa sokağa girmesinler diye uğraşıyormuş. Sokak dönüşümü yaparken, başta herkes ‘Burası zaten güvenli değil, acaba yanlış yer mi seçtik?’ dedi; bir yandan da buranın kamusal alan olması, açılması gerekiyor diye düşündük. Servis araçları çıkarılıp mezarlık duvarlarının yanındaki kaldırım genişleyince güvenli geçişler sağlandı; yayalar o alanı kullanmaya başladı. Böylece herkes yürürken görünür oldu; bir çocuk servise ya da mezarlığa zorla çekilemiyor oldu. Görünürlük bu açıdan önemli ama oyun parkında da çocukların saklanmaya ihtiyacı oluyor mesela. Bunu düşünerek oraya küçük mekâncıklar tasarlamak gerekiyor. Nereler gizli kalmalı, nereler açıkta olmalı? Nasıl bir geçirgenlik var? Bunlar tasarımın güzel soruları.”

Fotoğraf: NPGI Türkiye
Müfettişler göreve: Yalnızlık ne zaman güvenli?
Tasarlanmış oyun alanlarında oyun esnasındaki güvenlikten de söz etmekte fayda var. Zira karıştırılan iki kavram olarak “risk” ve “tehlike” arasındaki fark aslında çok büyük. Derya’nın aklına, Danimarka’ya yaptıkları bir saha gezisinde duydukları geliyor: “Uzak geçmişte, orada trafikte gerçekleşen kazaların çoğu 18 yaş altındaki grubun başına geliyor; karşıdan karşıya geçerken çocuklara sürekli araba çarpıyor. Çocukların bunu neden yapamadığını araştırdıklarında, risk alma becerilerinin gelişmediğini anlıyorlar. Bunu çözmek için okulda her gün birer saat trafik eğitimi vermek yerine şehirdeki oyun alanlarının tasarımını değiştirmeye karar veriyorlar. Çocukların daha çok küçük yaşlarda risk ve tehlikeyi ayırt edebilmesi, risk alabilmeyi öğrenmesini sağlayacak tasarımlarla geleneksel oyun parklarından uzaklaşmaya başlıyorlar. Oyunun bu anlamda müthiş bir öğreticiliği var.”
Derya ve Ege, oyun parkı güvenlik müfettişliği de yapmakta. Avrupa oyun parkları güvenlik standartlarının (TS/EN 1176) ilk sayfasında standartların, çocukları tehlikelerden korumak için var olduğu ancak risk almalarına engel olmaya çalışmadığının yazdığını söylüyor Derya. Çocuklar oynarken düşebilir; parmaklarını, ellerini, kollarını kırabilir. Standartların görevi, onları hayati zararlardan sakınmak. Bu belgede standartlar, çocuklar için risk almanın önemini anlattıktan sonra başlıyor. Çocuk refahı üzerine çalışmış İngiliz peyzaj mimarı Lady Allen of Hurtwood, “Kırık bir kol, kırık bir hevesten daha iyidir.” diyor. Bunu, “Çıkamazsın, yapamazsın.”dan ziyade “Çık ve kırarsan kır, o kemik tekrar yerini bulur.” diye açıklıyor Ege.
Oyun işçilerinin bu anlamda yaratmaya çalıştığı farkındalığı da Ege’den öğrenelim: “Çocuk kendi motor becerileriyle riski tayin edebilir. 3 yaşındaki bir çocuk da yapabilir bunu. Yürürken emeklemeye geçer, sonra tekrar yürür çünkü görür ve onu yapamayacağını anlar. Eğer orada bir çürük tahta varsa ya da oyun ekipmanında kazalara yol açabilecek, çocuk tarafından tayin edilemeyecek tehlikeler -riskler değil tehlikeler- varsa, onları ortadan kaldırmak yetişkinler olarak bizim görevimiz. Burada röportajın en başına gidip şunu hatırlamak önemli: Nasıl oynuyorduk? Yanımızda kimler vardı ve neredeydik? Biz biliyoruz ki o oyun anılarında ebeveynler yok. En fazla abi, abla dediğimiz, oynamayı sevdiğimiz büyükler var ve genelde dışarıdayız. Neden yanımızda kimse yok? Çünkü bizi çok seven annemiz, babamız, anneannemiz, dedemiz yanımızda olduğunda o riski almamıza izin verilmiyor. ‘Aman çocuğum, düşersin’. oluyor. O yüzden çocukların, kendi oyunlarını risk alarak oynayabilmek için biraz yetişkinlerden uzak kalmaya, bunu sağlayan güvenli alanlara ihtiyaçları var.”
Gelelim şu çok eğlenceliymiş gibi tınlayan işe. Oyun parkı müfettişi ne yapar? Hangi araçları kullanır? Ne sıklıkta denetler? Derya’nın yeğenine bağlanıyoruz kısacık; kendisi geçenlerde şöyle bir cümle kurmuş: “Derya oyun parkı polisi, biliyor musun?!” Derya, bunu da kullanabileceklerini söylüyor gülümseyerek; yeri geldiğinde iyi polis, yeri geldiğinde kötü polis oluyorlarmış çünkü. Müfettişlik bir eğitim ve sınav sürecinden geçmeyi gerektiriyor. Derya ve Ege bunu Danimarka’da yaşamış. Bir oyun parkı müfettişinin sorumluluğu, sahaya götürdüğü araçlarla birtakım testler gerçekleştirerek hem oyun ekipmanının hem de çevresinin, Türkiye’nin kabul ettiği ve uygulamakla yükümlü olduğu Avrupa standartlarına uygunluğunu raporlamak. Denetim alanı oyun parklarının yanı sıra kaykay parkurlarını, basketbol sahalarını da içeriyor.
Standartlara göre 3 teftiş tipi var. Derya’nın anlatımıyla şöyle: “Birincisi, rutin ve operasyonel. Bunun için müfettiş olmak gerekmiyor. Parkın sahibi ya da görevlisinin yapabileceği basit göz taramalarını kapsıyor; bir yer kırık mı, bir parça kopmuş mu gibi. İkincisi, bu standartlara göre müfettişlerin yılda bir kez yaptığı zorunlu denetleme. Üçüncüsü de yeni bir oyun parkı halkın kullanımına açılmadan önce yine mecburi olarak müfettişler tarafından yapılan denetim.” Şu âna kadar kullanıma uygun kaç oyun parkı çıkmıştır? Ege uyarıyor: “Yetişkinler olarak çocuklara kodlarını bildiğimiz oyun şeklini dayatırken, oyun parklarının ne kadar ciddi kazalara yol açabildiğini bilmiyoruz. Buradaki parklar Avrupa’da olsa hemen şeritlerle kapatılır, düzeltilene kadar da kullanılmaz. Bizim parklarımızın çoğu, yepyeni olanları dahi böyle. Kafa sıkışması, parmak kopması, göz çıkması, saçtan asılı kalma gibi ihtimallerin olduğu bir oyun dünyasında yaşıyoruz. İyileri var ama çok az; yüzde 10’u geçmiyor. O yüzden çocuğun risk almakla problemi varken, yalnız olması gerekse bile böyle oyun parklarında çocuğun dibinden ayrılamıyoruz, ayrılmamalıyız.

Fotoğraf: Pınar Gediközer
Birey olamamak: Politik bir sonuç
Duyacaklarımdan çekinerek soruyorum: Denetimden geçemeyen yüzde 90’lık oyun parkına ne oluyor? Sorumluluk parkın sahibine geçiyor. İstanbul’da sadece kamuya ait olan 5-6 bin oyun parkının dönüşmesi için bile büyük bir seferberliğe ihtiyaç olduğu aşikâr. Başta büyük bir bütçe gerektirdiği için bunun çok hızlı olmayacağı da ortada ama bazı belediyelerin “En azından yenilerini doğru yapalım, eskileri de yavaş yavaş düzeltelim.” yöntemiyle çalışmaya başladığını söylüyor ekip. Derya’nın gözlemleri şöyle: Oyun parklarını dönüştürme girişimi sanırım politik olarak da yanlış görülüyor çünkü kimse çıkıp ‘Biz bugüne kadar yanlış yaptık. Şimdi düzelteceğiz.’ deme cesareti gösteremediği için bunu slogan-vari bir biçimde duyuramıyorlar. O zaman ‘Nasıl yani, oyun parkları şimdiye kadar güvenli değil miydi?’ diye sorulacak. Yanıtlayacak bilgi birikimine de sahip değiller; yani tek kısıt bütçe değil. Beş yıldızlı oteldeki oyun ekipmanlarında da büyük hatalara rastlayabiliyoruz. Başımıza gelince öğreniyoruz; ne yazık ki hâlâ o seviyedeyiz.
Derya çok önemli bir başka konuya değiniyor. Oyun parklarında yaralanan veya ölen çocuklarla ilgili Türkiye’de kaza verisi tutulmuyor. Ekip birkaç yıldır buna ulaşmaya çalışıyor. Türkiye’de oyun parklarında kaç çocuk ne tür kazalar yaşadı? Kaç çocuk hayatını kaybetti? Derya anlatıyor: “Avrupa ülkeleri bu veriyi yayımlıyor. İyi denetimlerin yapıldığı Danimarka’da bile yılda 1 veya 2 çocuk oyun parklarında hayatını kaybedebiliyor. Onlar denetime dayanarak, ‘Bütün kontroller yapıldı ama bu bir kazaydı ve kazalar bazen yaşanabilir.’ diyebiliyor. Biz oradan çok gerideyiz. Kazaların çok olduğunu biliyoruz fakat görünür değiller. Biraz da bu yüzden, denetim sistemi olmadığından böyle herhâlde. Yakın zamanda yaşadığımız otel yangınından sonra bizim çalıştığımız ofis binasında bile yangınla ilgili bir sürü önlem alındı. Çok üzücü, bunu söylemekten her seferinde çok utanıyorum ama sanırım bu konu ancak oyun parkında yaşanan bir kaza çok medyatik olduğunda gündeme gelecek.”
Aslında Ege’nin de dediği gibi oyun parklarında çocuklara eşlik eden yetişkinler galiba bunların farkında ki çocuğunu biri kaydıraktan bırakırken, öbürü aşağıda tutan anne baba manzaralarıyla sıkça karşılaşıyoruz. Beyza bunun risk alma becerisinin yanı sıra şehir hayatı bağlamında da büyük bir soruna işaret ettiğini vurguluyor: “Oyun parkına hiç güvenmiyoruz ama böyle olduğunda da çocukları bir kentli gibi yetiştiremiyoruz. Oyun parkında bile ebeveynimiz tepemizde. Birey olamıyoruz biz bu kentlerde. Her şeyi bir yetişkinin gözetiminde yapmamız gerekiyor. Çocukları kentli olarak görüp, buna yönelik ihtiyaçlarını karşılaması gerekiyor kentin.”

Görmeden inanmaz mısınız?: Karın ikna kabiliyeti üzerine
Beyza’nın bahsettiği ihtiyaçlardan biri de oyun alanlarına güvenli ulaşım zira oraya gitmek de bir mesele. Bunu sağlayabilmek için yukarıda da bahsi geçen sokak dönüşümleri üzerine çalışıyorlar. Sokakları yaya öncelikli hâle getirmek, çocukların kent içindeki bağımsız hareketliliğini sağlamak için birçok belediyeyle iş birliği yapıyorlar. Taktiksel kentleşme ve prova uygulama metoduyla gerçekleştirdikleri okul sokağı dönüşümlerinin sonuncusu Üsküdar’daydı. Beyza’nın bütün deneyimlerinde gördüğü ortak alışkanlık, hepimizin kent algısında araç önceliğinin olduğu. “Herkesten, insanların araçlarını nereye park edeceği sorusunu alıyoruz; o mahallede yaşamayandan, araç sahibi olmayandan bile. Biraz bununla mücadele ediyoruz çünkü yaklaşımımız, araca ayrılan kısımdan geri kazanarak orayı kamusal alana çevirmek üzerine.” diye tarif ediyor bunu.
Sokak dönüşümlerinin sahadaki süreci, katılımcı mekanizmayı işletmek için tasarımcılarla mahallelinin buluştuğu bir uygulama haftası olarak yaşanıyor; bu esnada kullanıcılardan iyi kötü geri bildirimler alınıyor. Prova uygulaması sahada 6 ay kalıyor, sonra tekrar veri toplanıyor. Ona göre uygulamanın “başarısı” ölçülüyor. Gereken revizyonlar yapılıyor. Beyza bunu şöyle örneklendiriyor: “Mesela bir esnaf vardır, hep oraya park ediyordur ve bu gerçekten trafiği engelleyen bir sorun hâline gelmiştir. O zaman o esnafa park cebi yapıyoruz; bu tür değişmeyen davranışlara ayak uydurarak, onların da kentli hakkını gözeterek projeyi tekrar şekillendiriyoruz. Sonra belediye de kalıcı yatırımını yapıyor. İnsanlar görmeden inanmıyor; bilinçaltımıza işlemiş bir sokak tipi var, oysa bir şeyi başka türlü hayal etmek de mümkün. O yüzden prova uygulamalarıyla bunu birbirimize kanıtlıyoruz. Dönüşüm direnç getiriyor ama başladığı zaman destekleyicileri toplanabiliyor.”
Hem bu gibi pek çok hikâyenin biriktiği saha hafızalarını yoklamak hem de kapanışı tatlı tatlı yapmak için bir numaram var. Deneyimlemeyi en sevdikleri oyun elemanını soruyorum. Beyza’nın yanıtı çoktan hazır. Pandemide oyun işçiliği eğitimleri devam ederken, Avcılar sahilde yaptıkları ilk şey su, sabun ve branda kullanmak olmuş. Ortaya çıkanı “Şimdiye kadar kaydığım en güzel kaydıraktı.” diye anlatıyor. Derya, verdiği örneklerden de anlaşılacağı gibi çocukluğundan beri kum ve sucu. “Onlar olduğu sürece hayalimdeki her şeyi yapabildiğim için acayip özgür hissettiriyorlar. Öyle hiç düşünmeden, saatlerce oynayabilirim. Sanırım fiziksel aktivitelerdense elimle bir şey yaparken anda kalmayı seviyorum.” diyor.
Su deyince, Ege’nin aklına önce yağmur suyunu çıp çıp yapmak geliyor ama aklı çeliniyor hızlıca: “Benim tek bir aşkım var, o da kar! Aramızda platonik bir ilişki var onunla, kendisine çok az ulaşabildiğim için. Geçen süpermarket çalışanlarının 5 dakika ara verip kar topu oynadıklarını gördüm, gözlerim yaşardı. Karın öyle bir imkânı var; seni oyun oynamanın absürt olmadığına ikna edebilen bir şey. Bir dede kartopu attığında ‘Ay delirmiş herhâlde.’ demiyorsun, yüzün gülüyor. Bence kar, şehirde o anlarda, oyun oynamanın içten gelen bir şey olduğunu gösteriyor. Çok mutlu oluyorum kar yağdığında.”