Merhaba sevgili kaygılarımız, büyüdükçe ne çok ruhumuzu kaplar oldunuz. Belki de hep çokça vardınız da bizi korkutmamak için zaman zaman görünmez oldunuz. Şimdi artık her yerde siz var oldunuz. Neyse ki sizi nasıl yeneceğimizi az buçuk öğrendik. Sizden olabildiğince çok bahsederek sizi hafifletebildiğimizi artık biliyoruz. Merhaba sevgili kaygılarımız, geçen gün izlediğim bir oyunda oldukça çoktunuz. Oyunun adı Kutsal, zaten orada olduğunuz için bunu biliyorsunuz. Şimdi oyun hakkında konuşarak sizi yok edeceğiz. Konuştuğumuzda saklandığınızı biliyoruz. Birazdan hafifleyeceğiz. 

Tuğrul Tülek’in yönettiği; Seda Türkmen, Neriman Uğur ve Ümmü Putgül’ün oynadığı Kutsal oyunu üzerine Seda Türkmen ile sohbetimize buyrunuz. Merhaba sevgili kaygılarımız, az önce vardınız, şimdi belki artık yoksunuz. Hafiflediğimiz nice konuşmalarla geçmiş, şimdiki ve gelecek kadınlar günümüz kutlu olsun.


“Zamanında içinden çıkamayacağımızı sandığımız herhangi bir duruma başkası girdiğinde, onu en doğru anlayan ve en iyi telkin eden biz oluruz. Seyircinin çoğu bunu hissediyor. Nina’yı en iyi anlayan onlar oluyor.”

Oyunun ismiyle başlayacak olursak, o kaçınılmaz soruyu aradan çıkaralım. Nedir sence 2025 Türkiye’sinde kutsal olan? Senin için kutsal olan ile hangi açılardan benzeşiyor ve farklılaşıyor?

Ne güzel ki bazı sorular cevabıyla geliyor. Hepimiz için değişkenlik gösteriyor işte “kutsal” olan. Bu sosyolojide ise bize dayatılanlardan ibaret. Herkes bu durumu, kendi planları doğrultusunda manipüle ediyor, başka başka şeylerin altını çiziyor. Annelik de böyle kutsallaştırılıyor bu topraklarda. Planın bir parçası gibi. Din, dil, ırk fark etmeksizin kutsal olan tek şey, doğumun kendisi olabilir ancak. “Her doğuran kadın” değil de “annelik” kavramının kendisi gibi. Bir canlıyı yargısız ve koşulsuz bir şekilde koruyup kollamak, hiçbir şeyin ve kimsenin engel olamayacağı şekilde onu hayatta ve ayakta tutabilme gücü kutsal olan.

Kutsal, izleyiciye annelikle ilgili derin bir düşünce alanı açıyor. Sence annelik toplumda nasıl algılanıyor ve Nina karakteri bu algıyı nasıl sorguluyor?

“Cennet, anne olunca ayaklarımızın altına serilecek.” Bundan daha iyi bir vaat var mı? Oley! Aslında kandırılıyoruz gibi geliyor bana. Toplum tek başınalığını koruyabilen güçlü kadınlar istemiyor, alabileceği hizmeti talep ediyor. O biricik varlığı sağlam bir şekilde büyüten kadını istiyor ki ileride senden alıp kendi bünyesine katacak. Ve o varlık da artık ona hizmet edecek. Sanırım içine doğduğumuz bu boktan sistemin kendisi de bizi bir şeylere inanmaya ve onlara sıkı sıkı tutunmaya zorladığı için bizler de bilinçli / bilinçsiz hareket ediyoruz bu konuda. Yani “annelik” toplum tarafından kadınların ulvi görevi gibi gösterilse de aslında bunun tamamen bizim arzumuz dâhilinde gerçekleşebileceğini hatırlamamız gerekiyor. Nina ise bu çocuğu bile isteye dünyaya getiriyor. Etrafında önce anne değil “çocuk” diyen bir sistem var. Bu sistem kutsal kavramının anlamını reddediyor. Nina, hem anne hem de bir evlat olarak görevini en iyi şekilde yapmaya çalışırken bir kimlik bunalımı yaşıyor. Çünkü artık kendisi yok. Bu varoluş denkleminde kendisi olmazsa, hâliyle hiçbiri yok.  Bu çatışmanın içinden sağlam bir şekilde çıkmasına izin verilmiyor. Sistem kadını insan üzerinden değil; sadece “anne” üzerinden okuyor ve cezalandırıyor.

Senin bu oyun ile annelik hakkındaki bakış açında bir değişiklik oldu mu? Bu soruyu sahnede cevaplamanın sendeki etkisi ne oldu?

Bu zamanda bir kadının “anne olmama” hakkını ne kadar savunuyorsak, ”anne olma” istemini de savunmalıyız. Ben hep bir çocuğum olmasını istedim. Ve hayatın kendisi bana bu alanı açmadı henüz. Bazen bunu dile getirdiğimde “Gerçekten bu zamanda çocuk mu istiyorsun?” sorusuyla karşılaşıyorum. Bunun da bir baskı olduğunu düşünüyorum. Bu öznel bir mesele. Sorulduğunda, en müthiş ama aynı zamanda da en korkunç şey olarak tarif edilen tek olgu bile olabilir. Sanırım sahnede de bu durumun sonucunu oynuyorum. Hep şu olur ya; zamanında içinden çıkamayacağımızı sandığımız herhangi bir duruma başkası girdiğinde, onu en doğru anlayan ve en iyi telkin eden biz oluruz. Seyircinin çoğu bunu hissediyor. Nina’yı en iyi anlayan onlar oluyor. Bir cevaptan çok, bir mağdur Nina. Cevabı seyirci veriyor. “Öyle değilsin, değiliz.”

Psikolojik ve fiziksel açıdan oynanması zor bir oyun Kutsal. Metni ilk okuduğunda neler hissettin ve bu oyunun öznesi olmaya karar verme sebeplerin nelerdi?

Öncelikle bugüne kadar oynadığım her oyun, ifadesi güçlü ve dertleri olan, fiziksel olarak özellikle çok efor harcadığımız, iyi yönetilen ve sağlam ekiplerle oynadıklarımdı. Yine güçlü bir metin arayışındaydım. Kutsal’ı bana gönderdiler, onuncu sayfasında falan kabul etmiştim. Eğlenceliydi ve açıkçası Nina karakteri de altta derdi üstte mizahı, kendine has, isyankâr bir anne gibiydi. Fakat öyle bir ters köşe yapıyor ki oyun, bir anda okuyucunun – dolayısıyla izleyenin dünyasını alt üst ediyor. O kadar ağladım ki kendimi toparlamayı bekledim olumlu dönüş için. İlk “alo” dedikten sonra ağlaya ağlaya teşekkür edip kabul ettim. Çünkü onunla aynı öfkeye sahip, aynı isyanın kadınlarıyız. Onun kaldığı baskıya maruz kalmak için çocuk doğurmuş olmanıza bile gerek yok, bir kadın olmanız yeterli.

Tuğrul Tülek ile çalışmak, sahneye ve karaktere nasıl bir katkı sağladı? Birlikte geçirdiğiniz provalarda unutamadığınız, en çok etkilendiğiniz an hangi sahneyle ilgiliydi?

Tuğrul müthiş bir yönetmen. Sizi oturduğu yerden değil; burnunuzun dibine girip gözünü sizden ayırmadan, bazen kulağınıza fısıldayarak, bazen sadece susarak yönetiyor. Bilgisi ve deneyimlerini sizden asla esirgemiyor. Bunları paylaşırken de o kadar nazik ki! Azarlarken bile… 🙂 Şöyle, biz zaten ona teslim ettik kendimizi, buna ilk günden gönüllü olduk. Onun bize olan güveni ve saygısı ise bizim tüm direncimizi kırdı. Dolayısıyla hep birlikte tüm anların ince ince içinden geçebildik. Ben normal hayatta da dirençli bir insanımdır, kolay teslim olamam. Tuğrul tüm “an”larda sabırla bekledi. Unutamadığım şey ise, hâlâ, sahnede bile ara ara hatırladığım, Tuğrul’un oyuncu Seda’yı zarif bir şekilde telkin edişi.

Yoğun bir prova döneminin ardından, prömiyer gününe dönüp baktığında, o sahneye ilk adım attığında hissettiklerin nelerdi?

Ömer’in (Sarıgedik) yaptığı müthiş giriş müziği, o dalga seslerinin ardından giren piyano. Karnımda olduğunu sandığım bebek. Ve başladı. Gerisini hatırlamıyorum!

Bu soruyu her oyun ve karakter özelinde oyuncu arkadaşlarıma sormayı severim. Nina olmaya dakikalar kala, sahnenin arkasında kendini role hazırlamak için dinlediğin, düşündüğün şeyler var mı?

O sırada sadece sen oluyorsun. Hâşâ Nina olmaya hazırlanan Seda, ona ait kaygılar, korkular, büyük heyecan. Ne kadar iyi hazırlanırsanız hazırlanın, seyirci karşısına geçtiğiniz an başlıyor; o an, orada gelişiyor her şey. Artık görevim, ince ince, tüm ayrıntılarını konuştuğumuz, ve artık her detayını bildiğim bir hikâyeyi seyirciye anlatmak. En büyük motivasyonum bu.

Her oyun bitişinde bunun cevabı farklı olabilir elbet, hiçbir şey düşünmemek de bir seçenek ama; oyun bittiğinde eve dönerken Nina’dan sana kalan ne oluyor? Zihninde dönen bir replik veya belirgin bir düşünce oluyor mu?

Büyük bir olay yaşıyoruz ve çözüme kavuşuyor. Muhtemelen “ne atlattık, nasıl atlattık” sohbetleri kalıyor sonrasına. Biz genelde hemen kopmuyoruz birbirimizden. Yaşadığımız, birlikte deneyimlediğimiz bu müthiş olayın etrafında dönüyoruz biraz daha. Bu müthiş keyifli. Seyircinin tepkileri, oyun sonrası konuşmaları, çok içten ve duygusal oluyor. Daha çok bu etkiyi, bu derdin ne kadar evrensel ve ortak olduğunu konuşuyoruz.

“Bir şeyi çok istersen olmaz.” diyor Nina. Peki Seda bu konu hakkında ne söylüyor? Bir şeyi çok ve sürekli isteyince diğer bir adıyla manifestleyince olacağını düşünenlerden misin yoksa hayal kurmaktan çekinenlerden misin?

Bernard Shaw’un o meşhuuur sözünü hatırlıyoruz hemen: “Hiç hayal kırıklığına uğramamış olanlar, hiç umut beslememiş olanlardır.” Nina “Bir şeyi çok istersen olmaz.” diyor ama hemen yeni bir formül üretiyor: “Bu yüzden tersini yapıyorum. Gerçekleşmesini istemediğim bir şeyi tüm kalbimle diliyorum ki olmasın.”  

Umuda ihtiyacımız var. Çünkü yaşamak istiyoruz. Ben yaşım geçtikçe duygusallaştım. Gerçekçiliği cepten yiyorum. Eskiden daha net, somut bakmaya çalışıyordum, dahası bunun işe yaradığını düşünüyordum. İşe yaradığı şey, beni tüm sorunlara karşı daha dirençli yaptı çünkü en kötü olasılıkları da hesaba katıyordum. Ben neyi dileyeceğini seçenlerdenim sanırım. O hayale giden yolun dinamiklerine başkalarını kattığımda işlerin sarpa sardığını deneyimleyenlerdenim. Nerede, hangi şartlarda, kimlerle yaşadığının, senin hayaline giden yolun ne ölçüde belirleyicisi olacağına karar vermek en önemlisi sanırım. Ne bileyim.. Her gün tonlarca silahın üretildiği bir dünyada oturduğum yerden barışın gelmesini dilemiyorum. Kendisine doğru eyleme geçebileceğim hayaller kuruyorum. 

Şimdi soruya dönersek; ben neyim Zelal? 🙂 İnsan, tek başına yapabilecekleri konusunda biraz daha farkındalık kazansa cidden istediği an yapamayacağı, başaramayacağı şey yok. Ben olasılıklar konusunda gerçekçiyim. İnsanlar konusunda; zaafları, ihtirasları, arzuları konusunda. Beklentiler konusunda. Ve nerede yaşadığımız konusunda.

Son dönemde rol aldığın Kutsal, Istırap Korosu ve Hakikat, Elbet Bir Gün gibi oyunlar, derin ve güçlü temalar üzerine kurulu. Bu tarz yoğun karakterlerle sahne almak senin için nasıl bir deneyim? İyi bir komedi oyuncusu olduğun da bir gerçekken bizi sahnede de güldürme gibi planların var mı? Yoksa her oyun çıkışında benden “yine ağlattın” mesajı almaya devam mı?

Böyle oyunlarda olmamın sebebi zaten bu işi neden yapıyor olduğum. Ayrıca olduğum oyunların meselesi ağır fakat epey gülüyoruz da. Seninle olan sohbetlerimizi hatırlatmak isterim, gülme krizine girdiğimiz cümleler ağır dram. (Söylemeyeyim şimdi!) Galiba bu hikâye böyle. Gülmek bir hayatta kalma refleksi oldu bizde. Fiziksel olarak yara almadığımız her dramda, bir nebze olsun güç kazandırıyor bize bu refleks, nefes aldırıyor. Güldürmemi isteyenlerle sahnede değil de gerçek hayatta sohbete açığım. Mesela bu arada şaşırdığım her şeye gülmeye başladım. Dünya abuklaştıkça bana bir gülme geliyor.

Son olarak, yıkılmalı mı kutsallarımız?

Kutsal dediğimiz şey, öznel olmalı ve buna saygı duyulmalı. Bize dayatılan bir “kutsal”ı tanımıyorum. Sistemin bize dayattığı “kutsal” algısı yıkılmalı belki. “Kutsal” olanın, şart koşması beni aşırı geriyor, hele ki sistem de kendi menfaati için bunu kullanıp, seni bu doğrultuda istediği gibi yönetme derdinde ise. Benim, bana ve dünyaya koşulsuz şartsız iyi gelen, bize yaşam gücü veren kutsallarım var. Kimsenin bunlara dokunamayacağı bilgisi üzerinden ben de başkalarınınkiyle ilgilenmiyorum. Kim nasıl, neye inanmak istiyorsa; gasp etmeden, kastetmeden seni hayatta tutacak her şey senin kutsalın olabilmeli.

  1. SEDAT PAKAY’ın gözünden: JAMES BALDWIN ve İstanbul 

    Brooklyn Public Library’de 30 Mart’a dek ziyarete açık olan ve James Baldwin’in İstanbul’daki yaşantısını belgeleyen fotoğraf sergisini geziyoruz.

  2. Ortak anıların sıcaklığında: CHELSEA RYOKO WONG

    "Kendimi zihinsel olarak resmin içine yerleştirebildiğimde, orada olmak istediğim sahneleri üretebilmeme yardım ediyor.”

  3. Karşılaşmaların kıymeti: SONSUZLUK DEDİĞİN 6 GÜN

    Sadi Güran'ın yazıp çizdiği "Sonsuzluk Dediğin 6 Gün" isimli grafik romanla tanışmanız için kelimenin tam anlamıyla sabırsızlanıyoruz.

  4. Havada hep bir müzik var: TWIN PEAKS ve unutulmayacak karakterleri

    İlk bölümü 8 Nisan 1990’da yayımlanan "Twin Peaks"i 35. yaşında, unutulmaz karakterleri arasında dolaşarak anıyoruz.

  5. Kahramanın “sentetik doğal” yolculuğu: PANDA BEAR ve Sinister Grift

    Panda Bear ile yeni albümünün ortaya çıktığı koşulları ve pürüzsüz bir şarkı akışı hazırlamanın inceliklerini konuştuk.

  6. Dev bir arka plan, küçük ölçekli cereyanlar: CICI ARTHUR ve Way Through

    Chris A. Cummings ve Joseph Shabason’la Cici Arthur’un nasıl hayat bulduğunu, aralarındaki yaratıcı dinamikleri ve şarkılara sızan ayrıksı duygu durumlarını konuştuk. 

  7. WARHAUS: Teenage Kicks

    Warhaus, müzisyenlerin büyürken dinlediği müzikleri ve bu müziklerin üzerlerinde bıraktığı tesiri kurcaladığımız Teenage Kicks serimize konuk oldu.

  8. Duygudurum: CEYLAN ERTEM – Sana Rağmen

    Sana Rağmen albümünün 7 Şubat’ta yayımlanan ilk kısmının his haritasını çıkardık.

  9. DAREDEVIL geri döndü. Bu kez hiç olmadığı kadar gerçek.

    Adaletin anlamını her gün sorgulayan biri geri döndü. Daredevil burada. Ve sadece yumruklarını değil; sarsıcı bir dönüşümü de getiriyor.

  10. Her şeyin mümkünlüğüne: UNIVERSAL LANGUAGE

    Matthew Rankin'in yönettiği Universal Language, zamanın da mekânın da iç içe geçtiği gerçeküstü sayılabilecek bir dünya kuruyor.

  11. BÉJART BALLET: Presbytère Yolu’ndan İstanbul’a 

    Béjart Ballet'nin Lozan’daki stüdyosunda artistik direktör Julien Favreau ve bale eğitmeni Siner Boquin ile konuştuk.

  12. Küçükken nasıl oynardınız? 

    Oyun; sen ne zaman istersen, nasıl istersen, zorunda olmadan yaptığın her şey olabilir.

  13. hmmm? - TESS ROBY

    Duygu durumları, mekânlar, zamanlar ve kaydedilenlere dair sorular sorduk. Kanadalı fotoğrafçı ve müzisyen Tess Roby arşivinden fotoğraflarla yanıtladı.

  14. Merhaba sevgili kaygılarımız: KUTSAL

    "Zamanında içinden çıkamayacağımızı sandığımız herhangi bir duruma başkası girdiğinde, onu en doğru anlayan ve en iyi telkin eden biz oluruz. Seyircinin çoğu bunu hissediyor."

  15. Hazzı ve hikâyeleri kutlamaya davet: NADINE MIGESEL ile Queer Joy üzerine

    "Kuir varoluşun doğrulanması için belirli bir görünüme ya da kimliğe sahip olmak gerekmiyor. Herkesin kendi hikâyesi var ve bu hikâyelerin paylaşılmaya değer olduğuna inanıyorum."

  16. 55 ALBÜM: Ocak - Şubat 2025 best of

    “Ne dinlesek?” diye soranlara, yılın ilk iki ayından yerli – yabancı karışık 55 albüm.

  17. Künye

    .