Nadine Migesel, Almanya’da yaşayan bir dövme sanatçısı. Babasının Filistin ve Lübnan, annesinin ise Almanya kökenli olması, Nadine’in “kimlik” üzerine sorular sormaya küçük yaşta başlamasına neden olmuş. Ülkesine, diline ve kültürüne dair aidiyet arayışı, zamanla cinsel yönelimini keşfetmesiyle iç içe geçmiş. 24 yaşından beri dövme sanatçısı olarak çalışan Nadine, bu disiplini bir ifade aracı olarak kullanıyor ve kimlik ile mücadeleye dair benzer yolculukları sanatına da yansıtıyor.
Nadine ile ilk kez Queer Joy adını verdiği projesi aracılığıyla karşılaştık. Bu projede, kuirlerle kuir mutluluk üzerine konuştu ve onların kişisel hikâyelerini dövmelere dönüştürdü. Dövmelerini yaptığı altı kişiyi bir araya getirerek koreografi içeren bir fotoğraf ve video çekimi gerçekleştirdi; ardından bu çalışmayı Berlin’de bir sergiye dönüştürdü. Sanatının yanı sıra aktivist kimliğiyle de öne çıkan Nadine, Orta Doğu’da barışın sağlanması için çalışmalar yürüten ve bayraksız, barışçıl gösteriler düzenleyen Palestinians and Jews for Peace adlı organizasyonun kurucu ortaklarından biri.
Nadine ile kimlik, sanat, aktivizm, haz, empati ve kendini keşfetme süreci üzerine konuştuk.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler adlı kitabında şöyle der:
“Yaşadığımız çağın en belirgin özelliklerinden biri, herkesi bir anlamda göçmen ve bir azınlığın üyesi hâline getirmesi değil mi? Hepimiz, köklerimizin ait olduğu topraklara hiç benzemeyen bir dünyada yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz yeni diller, yeni ifadeler, yeni işaretler öğrenmek zorundayız; hepimiz, çocukluktan beri hayalini kurduğumuz kimliğin tehdit altında olduğu hissine kapılıyoruz.”
Bu alıntıdan yola çıkarak, dayatılan kimlikler içinde varoluşunu anlamlandırma yolculuğundan bahsedebilir misin?
Benim için tehdit edilecek belirli bir kimlik hiç olmadı—kendimi hep ait hissetmediğim yerlerde buldum. Hayfa’da “Alman kuzen” olarak anıldım, Almanya’da “göçmen çocuk” oldum. İsrail’de Filistinli ya da Alman kökenim nedeniyle “Nazilerle ilişkilendirilen kişi” oldum; Beytüllahim’de ise “Alman ayrıcalıklarına sahip İsrail pasaportu taşıyan biri”. Geçen yıl 7 Ekim’den bu yana; “Hayfa ve Beyrut’ta ailesi olan, savaşın dehşetini her iki taraftan da duyan kişi” oldum.
Farklı kültürler arasında büyüyen herkes, arada kalmış olmanın yarattığı yabancılaşmayı bilir—bir tür kültürel uyumsuzluk ya da sahtekârlık sendromu denebilir. Bi+ bir kadın olarak açılmam, kimliğime bir katman daha ekledi: Eşiklerde yaşıyorum, tam anlamıyla “arada” kalıyorum.
Sanatını aktivizmle birleştirme fikri nasıl ortaya çıktı? Seni bu anlamda etkilemiş belirli bir olay veya deneyim oldu mu?
Beni en çok etkileyen tek bir olay yoktu, ancak korunaklı bir Alman köyünde büyüyüp düzenli olarak İsrail’e seyahat etmem ve farklı kimliklerle iç içe olmam —Yahudi İsrailli, Müslüman Filistinli, Hristiyan azınlık kökenleri ve eşcinsel bir Arap kuzen— din, kimlik ve adalet üzerine pek çok tartışmayı beraberinde getirdi. Ailem de bunu teşvik ederek siyaset, din ve tarih hakkında hararetli tartışmalara girmemizi destekledi.


Dövmeler genellikle kişisel bir ifade biçimi olarak görülüyor. Sen bu sanatın, toplumsal değişim için bir platform olabileceğini düşünüyor musun?
Dövmeler, tıpkı sanat gibi toplumun hangi noktada olduğunu gösteren bir yansımadır. Dövmelerin tüm toplumu değiştirebileceğinden emin değilim ancak Almanya’da birkaç yıl öncesine kıyasla çok daha olumlu bir bakış açısıyla karşılandıklarını fark ediyorum.
Dövmeler, farklı zaman ve kültürlerde farklı anlamlar taşıdı. Taş Devri’nde tıbbi amaçlarla kullanılıyordu —buna dair en büyük kanıt, buzullar içinde bulunan Ötzi mumyasıdır. Polinezya ve Avustralya’da sosyal statünün bir göstergesiydi. Orta Çağ’da Kıpti Hristiyanlar birbirlerini tanımak için dövmeler kullanıyordu; seyyahlar ise uzun yolculuklarında kaybetmeyecekleri bir hatıra ya da koruyucu sembol olarak dövme yaptırıyordu.
Napolyon döneminde veya İmparatoriçe Sissi’nin zamanında, dövmeler soylular arasında modaydı. Ancak Hitler Almanya’da iktidara geldiğinde, dövmeler ve genel anlamıyla bireysellik “sapkın” olarak görülüp bastırıldı.
Günümüzde insanlar çok farklı sebeplerle dövme yaptırıyor. Benim için önemli olan, yaptığım işin insanların hayatlarını anlamlı bir şekilde iyileştirmesi. Belki de bu küçük değişimler zamanla topluma da yansıyabilir.
Bireylere mutluluklarını tanımlamalarını sormak, kişisel ve toplumsal açıdan derin bir anlam taşıyor. Gelen yanıtlar seni nasıl şekillendirdi ve sanatsal yaklaşımını nasıl etkiledi?
Bu yanıtlar, neşe, gurur ve zafer duygularını taşıyan seslere bir platform sağlamanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Sanatım aracılığıyla bir topluluk inşa etmeyi amaçlıyorum. Her bireyin dövmeleri üzerinden birbirine görsellik aracılığıyla bağlandığı bir alan yaratıyorum. Bu noktada kendimi sadece bir sanatçı olarak değil; başkalarının seslerini duyurmak için bir aracı olarak da görüyorum.
Yine de bu proje şimdiye kadar yaptığım her şeyden daha kişisel oldu. Kendi kırılganlığımın bir yansıması; düşüncelerimi, korkularımı ve umutlarımı içinde barındırıyor. Pek çok açıdan, bu çalışma hem benim bir parçam hem de birlikte çalıştığım insanların hikâyelerini kutlayan bir ifade biçimi.


Çalışmaların empati için bir alan yaratmaya odaklanıyor gibi görünüyor. Sence bir sanatçının, izleyicilerini empatiyi yapmaya teşvik etmesi nasıl mümkün olur?
Empati, dünyayı başkasının gözünden görebilme yeteneğiyle başlar. Bu, insanlarla oldukları noktada buluşmayı gerektirir; onların duygularında, anlayış seviyelerinde veya sadece dinlemek için orada bulunarak gerçekleşebilir. Reddedilmenin kökeninde genellikle korku yatar; bilinmeyene, yabancı olana ya da yanlış anlaşılana yönelik korku. Bu korkuları ne kadar derinlemesine idrak edersek, onları o kadar iyi çözebilir ve insanlara güven verebiliriz. Her şeyden önemlisi, konu ister Orta Doğu ister kuirlik ister feminizm olsun; insanların korkularını ciddiye almak gerekir. Ancak onların duygularına saygı göstererek anlayış köprüleri kurmaya başlayabiliriz.
Haz çoğunlukla kişisel ya da cinsel bir deneyim olarak görülüyor. Sen bu kavramı kolektif ve toplumsal bir tartışmaya dönüştürdün. Daha geniş bir bağlamda ‘haz’ senin için ne ifade ediyor?
Bu proje, saf ve otantik kuir mutluluğu hakkında; yalın anlamıyla hazdan çok daha fazlasını kapsıyor. Haz elbette mutluluk içerebilir. Ancak bu çalışmanın özü, kuir topluluklar içindeki canlı ve neşeli deneyimleri kutlamaya dayalı. Medyada kuir temsili çok sık trajedi, acı, reddedilme hikâyeleri ya da açılma süreci etrafında şekilleniyor. Ancak kuirlik sadece mücadeleyle ilgili olmak zorunda değil; çoğu zaman da bir mutluluk, sevgi ve kabul kaynağı. Bu mutluluğa bir alan açmak, onu görünür ve kutlanır hâle getirmek istedim. Bu yalnızca yolunu yeni keşfeden genç kuirler için değil; topluluğun daha ileri yaştaki üyeleri için de aidiyet ve bağ kurma hissini güçlendirmek açısından önemli. Benim için mutluluk ve haz, gerçekten olduğun gibi görülmek ve sevilmek anlamına geliyor; maskesiz, tamamen kucaklanmış ve sana özgü benliğinle kutlanmış olmak.
Sanatın aracılığıyla belirli bir hikâyeyi anlatıp anlatmama konusunda tereddüt ettiğin anlar oldu mu?
Katılımcılarımın sınırlarına büyük saygı duyuyorum ve onların paylaşmak istemediği hiçbir şeyi anlatmıyorum. Bana sundukları her şey (hikâyeleri, bedenleri ya da sadece güvenleri) benim için çok değerli. Onların vermeye razı olduğu şeylerle çalışıyorum, ne daha fazlası ne de daha azıyla.


Kendi hikâyeni başkalarının hikâyeleriyle nasıl dengeliyorsun? Bir başkasının anlatısını temsil ederken ne gibi sorumluluklar hissediyorsun?
Bu projedeki sorumluluğumu ciddiye alıyorum. Kendini Bi+ olarak tanımlayan, göçmen geçmişine sahip beyaz bir cis kadın olarak deneyimlerimin her kuirin deneyimini yansıtmadığının farkındayım. Engelli bir kuir birey, Siyah bir kuir birey veya bir transın karşılaştığı zorluklarla aynılarını yaşamıyorum ve bunu kabul etmek önemli.
Benim için bu projenin odak noktası, topluluğumuz içindeki çeşitliliği göstermek oldu: Farklı bedenler, yaşlar, ten renkleri, cinsellikler ve toplumsal cinsiyetler. Kuir varoluşun doğrulanması için belirli bir görünüme ya da kimliğe sahip olmak gerekmiyor. Herkesin kendi hikâyesi var ve bu hikâyelerin paylaşılmaya değer olduğuna inanıyorum; çünkü bizi birbirimiz hakkında ve kendimiz hakkında daha fazla şey öğrenmeye yönlendiriyorlar.
Serginin ardından, sanat ve aktivizmin kesişiminde yeni proje veya planların var mı? Üzerinde daha fazla çalışmak istediğin konular neler?
Öncelikle Queer Joy projesini devam ettirmek istiyorum ama bunun için daha fazla fona ihtiyacım var. Umarım gerekli maddi desteği alabilirsem, yeni katılımcıları projeye dâhil edebilirim. Bunun yanı sıra aidiyet, yuva kavramı ve kültürel uyumsuzluk üzerine bir proje başlatmayı istiyorum. Açıkçası sanatçı olarak yaptığım her şeyin aynı zamanda bir tür aktivizm olduğuna inanıyorum. Sanat ve aktivizmi birbirinden ayıramam; ben buyum.
Özellikle marjinalleşmiş kimlikler için sanatı gelecekte nasıl bir dayanışma alanı olarak görüyorsun?
Sanatın gelecekte, özellikle marjinalleşmiş kimlikler için, güçlü bir dayanışma alanı olacağını düşünüyorum. Sanat her zaman hikâyeleri paylaşmanın ve sıklıkla duyulmayan sesleri yükseltmenin bir yolu olmuştur. Gün geçtikçe ve birbirmize daha fazla bağlandıkça, sanat farklı geçmişlere sahip insanları bir araya getirebilir ve birbirlerini desteklemelerini sağlayabilir.
Marjinalleşmiş topluluklar için sanat, kendi hikâyelerini sahiplenme ve benzer deneyimler yaşayan insanlarla bağlantı kurma şansı sunar. Aynı zamanda iyileşme, güçlenme ve direniş için bir alan yaratır; başkalarının anlamasını ve dayanışma göstermesini sağlar.
Sanatın geleceğinin kapsayıcılık, empati ve değişim üzerine kurulacağına inanıyorum. Marjinal toplulukların görünür olmasını, seslerinin duyulmasını ve adalet ile eşitlik mücadelesinde öncü olmalarını sağlayacak bir alan yaratacak.
