Twin Peaks / İkiz Tepeler, rüyalarımızın ve kâbuslarımızın kasabası; gerçekten de adındaki gibi karla kaplı iki tepeden alır adını. Klasik bir Amerikan kasabasında ne varsa burada da vardır: Şerif vardır mesela; bir lisesi, vişneli turtası ve şahane kahvesiyle Double R Diner’ı ve türlü olayların yaşandığı motorcu barı Roadhouse’u (namıdiğer Bang Bang Bar) vardır. Tabii bir de kasabanın güzel yüzlü, temiz yürekli insanları…

Başından beri David Lynch için bu kasaba illa ormanlarla kaplı olmalıydı. Medeniyetle doğanın bitişiğinde, kereste fabrikasının işlediği bir kasaba… Lynch, ormandaki gizemi şiirsel bulduğunu söyledi hep. Bu kadim orman, dizide de kasaba sakinlerinin gizli, bastırılmış benliklerine sahne olur. Karanlığında gençler buluşur, uyuşturucu döner, tuhaf ritüeller yapılır. Tabii orman gelinciklerin ve “göründüğü gibi olmayan” baykuşların da yuvasıdır. 

Twin Peaks’in açılış jeneriği mekânlarda gezinir: Dağlar, taşlar, göle akan sular ve çakıllı kıyılar, güzellik ile şiddeti aynı anda barındırır. Twin Peaks‘in dramı da tam bu çakıllı kıyıda başlar. 17 yaşındaki balo kraliçesi Laura Palmer’ın morarmış dudağı, melek gibi yüzü ve soğuk bedeni naylon poşete sarılmış, bu kıyıya atılmıştır. Yüzünden önce poşetin arasından çıkan sarı saçlarını görürüz.      

Twin Peaks’in o dönemki diğer dizilere göre kendine has çok belirgin, güçlü bir coğrafya hissi var. Her ne kadar dizinin çoğunluğu Los Angeles’taki platoda ve Güney California’nın eteklerinde çekilmiş olsa da kendine ait renk paleti ve her bölümde defalarca gördüğümüz ikonik lokasyonları ve manzara görüntüleriyle belleğimizde derin bir iz bıraktı. Bugün hâlâ Twin Peaks‘e hacca giden çok insan var. Yayımlandığı Nisan 1990’dan beri milyonlarca insan, o kasabaya hayranız.

David Lynch için televizyon mecrası önemliydi. Ne de olsa ABD halkının benliğine ulaşmak istiyordu. İnsanların en rahat hissettikleri yer olan evlerinde, onları bir rüyaya sürüklemek daha etkiliydi. Twin Peaks söz konusu olduğunda, Lynch’in yanı sıra dizinin diğer yaratıcısı Mark Frost’u da anmak gerek. Diziyi kanala “pazarlarken” katilin kim olduğunu ikisi de bilmiyordu. Kapalı ve izole bir ortamda geçen, birden fazla hayatı anlatan Dickens-vari bir hikâye olarak sundular Twin Peaks’i. Asıl mesele hissiyat ve mekân duygusuydu. Cinayetin gizemi uzun bir zamana yayılacak, böylece diğer karakterler ve yan hikâyelere alan açacaktı. ABD’ye karanlık bir lensten bakan Twin Peaks, henüz ekrana düşmeden medyanın diline düşmüştü. “Televizyon David Lynch’e hazır mı?” sorusu yankılanıyordu.

Twin Peaks için detayların önemli olduğu, açılışındaki ilk dakikalardan belliydi. Dizide gördüğümüz ilk karakter, aynada kendini inceleyen Çinli kadın Josie Packard; kereste fabrikasının dul sahibesi. 90 dakikalık bu pilot bölümün ilk yarım saatinde Laura’nın ölüm haberini alan anahtar karakterleri tanıyoruz. Ölüm haberi annesinden okuldaki müdüre, oradan da arkadaşlarına ulaşıyor. Saatlerce izleyeceğimiz bu karakterleri, özellikle de Laura’nın anne ve babasını önce ağlarken tanıyoruz. Aşırı, fazla bir ağlama bu. Gerçekçilik denen şey Lynch’in ilgisini hiç çekmedi galiba zaten. Hatta bu ağlamalar yabancılaşma etkisi bile yaratıyor. O kadar yoğun, suni ve uzun sürüyor ki voyeur pozisyonumuzu, bundan duyduğumuz hazzı hatırlatıyor. Tüm bu sahnelerin, Laura’nın kaderini bildiğimiz için korkunç bir cezbetme gücü var. Zaten sonrasındaki yüzlerce dakika boyunca bu ölüme büyülenmiş oluyoruz, âdeta ona mühürleniyoruz. Artık biliyoruz ki Laura’nın morarmış melek yüzü tüm kasabayı ve bizi musallat edecek. Zamanla Laura’nın diğer karakterler için ne anlam ifade ettiğini öğreneceğiz. Yani aslında Twin Peaks, bir tür hayalet hikâyesidir.

Her pembe dizi gibi Twin Peaks’te de herkesin bir sırrı vardır veya çift hayatı. Biri diğerini mutlaka aldatıyordur. Diğer dizilerden farkı ise eksantrik karakterleri! Tek gözü bantlı Nadine’den kolunda tuttuğu kütükten kehanet mesajları alan Log Lady’ye, alternatif boyuttan katılan The Arm veya The Giant’tan kot ceketli, dağınık şeytani ruh BOB’a… Bir de başrolde bu kasabadaki sırrı çözmek için dışarıdan gelen ve ölü Laura Palmer ile rüyalarda ya da kırmızı perdeli odada buluşan dedektif Dale Cooper var tabii. İzci düzgünlüğü, olumlu merakı ve tatlıya düşkünlüğüyle “Hayatımda hiç bu kadar ağacı bir arada görmedim.” gibi naif gündelik yorumlarıyla… Laura ise tüm diziyi plastik torbasından izler. Laura’nın gözü ve fısıltıları her köşeye sinmiştir.

Lynch doğu mistisizmine gönül veren bir yönetmen olarak gerçekten de Twin Peaks ile büyü yapacağına inanıyordu. Ve başardı da. Hepimizin takıntısı hâline gelen Twin Peaks, televizyonda dizi dramının kurallarını yıktı, anlatımın hızını yavaşlattı, duygu termometresinin ayarlarını bozdu. Angelo Badalamenti’nin su gibi akan, görkemli synth melodisiyle örülmüş bir kozanın içine girdik hepimiz. Cooper’ın sürekli tekrar ettiği gibi her ne kadar dünyanın bütün kötülüğü yaşansa da Twin Peaks’te hayat güzeldi. Ayrıca sosyal gerçeklik çökse de bilinçaltını, rüyaları ve ruhsal güçleri de televizyon anlatısına sızdıracak localar vardı; karşıt güçlerin temsilcisi olan mistik boyutlar. White Lodge saf bilinci, aydınlanmayı simgelerken; Black Lodge korkuların, arzuların ve kötücül varlıkların hüküm sürdüğü gölgeli bir alan. Red Room ise zaman ve mekânın büküldüğü, rüya ile gerçeğin iç içe girdiği bir geçiş noktası; büyüleyici olduğu kadar tedirgin edici bir portal. Rüyalardan mitolojiye, türlü sembollerden kurulu bu eğlenceli kasaba bugün hâlen o nostaljik gücünü koruyor, kültürel metni hâlen kolektif deşifreler istiyor ve havasında hep bir müzik var! 

1990’dan beri üzerimizdeki büyüden herhâlde, Twin Peaks’te daha uzun var olmak istedik. Her ne kadar dedektif hikâyesi olsa da Laura Palmer’ın ölümünün ardındaki acı gerçekle yüzleştiğimizde bile onu kimin değil neyin öldürdüğüyle ilgilendik. Twin Peaks’in Haziran 1991’deki son bölümü konuyu netleştirmek, sona varmak yerine kapılarını daha da açık bıraktı. Bir yıl sonra dizi prequel bir film doğurdu: Twin Peaks: Fire Walk with Me. Hepimiz tıpkı Lynch gibi Laura Palmer’a çok âşıktık ve dışı parlak, içi ise ölü bu kadının yaşadığını, hareket ettiğini ve konuştuğunu görmek istedik. Film dediğin ölüyü bile diriltendi ne de olsa. O yüzden bu film, yan karakterlere ya da netlik isteyen konulara açıklık getirmek yerine Laura’nın hayatındaki son bir haftaya odaklandı. “Onu kim öldürdü?” değil; “O, gerçekte kimdi?” sorusuna yanıt gibiydi. Laura Palmer’ın gözünden, onun ateşinin izinden Twin Peaks’teydik artık. Log Lady’nin ona söylediği gibi, “Bu tür bir ateş başladığında, söndürmesi çok zordur.”

Bu da yetmedi, Twin Peaks 25 yıl aradan sonra üçüncü sezon yaptı. Dale Cooper’ın Black Lodge’dan kaçış mücadelesini ve onun dünyadaki kötü doppelgängerinin yarattığı kaosu izlerken Laura’nın hikâyesi de daha mistik ve kozmik bir boyuta taşındı. Laura, yalnızca bir cinayet kurbanı değil, doğaüstü güçlerin etkilediği bir meta figür hâline geldi. Twin Peaks: The Return hem ses ve görsel dünyası hem de anlattıklarıyla kendini güncelledi; eskiden “konuşan mobilya” denen televizyon ekranı içinde yapılabileceklerin sınırını, hiç kimsenin cesaret edemediği bir şekilde aştı. David Lynch’in yıllara meydan okuyan sanatçılığını ve dehasını bir kez daha cilaladı.

Twin Peaks’in ömrü 3 Eylül 2017’de Laura Palmer’ın çığlığıyla biter. O güne kadar anlattığı kasabayı, hikâyesini, bedeni, anlamı aşan kocaman bir çığlık. Çünkü biliriz, kadın çığlığı uçurumdur. O uçurum da bizimdir.  

Giriş metni: Müge Turan

Çok sevgili David Lynch’e, miras bıraktığı tüm muazzam tuhaflıklar ve mucizeler için teşekkürlerle ilk bölümü 8 Nisan 1990’da yayımlanan Twin Peaks’i 35. yaşında, unutulmaz karakterleri arasında dolaşarak anıyoruz.


Zeynep Naz Günsal yazdı: Log Lady (Margaret Lanterman)

Herkesten, Twin Peaks’ten bile önce o vardı. Log Lady’ye onca zaman can vermiş Catherine E. Coulson, David Lynch’in The Amputee (1974) kısasında oynadıktan sonra Eraserhead’in (1977) yardımcı yönetmenliğini üstlenmişti. Çekimler sırasında Lynch, Coulson’a zihninde, onun kollarında büyük bir kütük tuttuğu bir imge olduğundan bahsetmiş; akabinde ikili karakteri beraber inşa etmişti. Başta niyet “I’ll Test My Log with Every Branch of Knowledge” adlı, karakter hakkında bir dizi yapmak iken tam 15 yıl sonra Twin Peaks’i yaratmış, Coulsan’a da Margaret Lanterman’ı armağan etmişti yönetmen.

Mulholland Drive‘ın meşhur “Llorando” sahnesinden anımsayabileceğiniz aktör Richard Green’in (“Noo hay bandaaa!”) belgeseli I Know Catherine, The Log Lady’ye göre Twin Peaks kadrosu ona The Return’ü (2017) çeksin diye yalvarırken Lynch; projeyi üstlenmeye, o sıralarda kanser olan Coulson’ın eşi tarafından “Bu işi yapacaksan şimdi yapacaksın, çünkü Catherine henüz hiçbir yere gitmiyor.” diye paylanınca ikna olmuştu. Coulson ise 2015’teki vefatından önce sırf Log Lady’ye son kez hayat verebilmek için vücudunda eser miktarda kalmış nefsini, ömürlük dostu ve yaratıcı partneri Lynch’e ve – Mark Frost bir yana- esasında ikisinin zihninden doğmuş bu evrene severek feda etmişti.

Televizyon tarihinin belki de hâlâ en enigmatik karakteri olsa da Coulson, Log Lady’yi “dizideki tek normal insan” diye tanımlamış. Kasabayla ormanın kudreti arasındaki bağlantıyı tanıyan Margaret, ağaçların sesini dinler olmuş, o meşhur kayın parçasının taşıdığı sırları üstlenmişti. Geçmişinde büyük bir kayıp yaşamıştı: Keresteci eşi düğün gecelerinde bir orman yangınına kurban gidince, sanki kucaklanmak istercesine kollarını uzatmış bir çocuğu andıran bu kütük kalmıştı yanında. Bu objeyle kurduğu psişik bağ onu hayata döndüren, iyileştiren yegâne şey, kendisini evrenle birleştiren bir araç olmuştu sonra. Kütüğün, kocasının ve kasabanın tüm diğer yitik ruhlarını taşıdığına inanan Margaret, her şeyde olduğu gibi bu konuda da haklıydı muhtemelen.

Anneannem birkaç ay önce tam Margaret’ınkinin modelinde bir uzak gözlüğü aldı; hoş, onun şeffafını. Burçoş’un, bizim varlığını komple kabul etmemize müsaade etmeyen ama bazen mümkünatının ihtimaline yükseltebilen isabette bir kahinliği oldu hep. Bize ne kadarı geçti, geçtiyse de kimi niteliklerimizi yalanlamaya -anneannem kadar olmasa da- meyleden kadınlar olduğumuzdan ne kadarından faydalanabiliyoruz, bilmiyorum. Ama bu tür bir sezgiyi benimsemeye olan direncimizi salabilip, bilincinde de pek olmadan kucaklayabildiğimiz ender anlarda pörtleyen şaşırtıcı bir sağgörü var işte. Ailenin en yaşlısı olduğundan hayatımıza dair irili ufaklı gelişmeleri en son öğrenen ama nasılsa hep ilk sezen insan o olur. Daha sözü geçmeden, hatta herhangi birimiz yaşadığımız bir sıkıntının bir mesele olduğunu bile kabul edemeden bir şey hisseder, bir rüya görür; sonra “Senin şununla aran iyi mi?” gibi bir şey der, o da diyesi gelirse. Aslında daha neler seziyor kim bilir ama ya konusunu açıp da doğrulamaz ya da geçiştirir sadece.

Seni kimse anlamadı be Log Lady. Hâlbuki herkesin tek umudunu gerçekleştiren, kasabanın kapsadığı bu fenomenden bilumum bir mantık çıkarabilen sendin. Soyut bir bilgelikti seninki; kasaba ve ruhu arasında psişik bir bağ, onun niyetlerine tercümandın. Koskoca polis teşkilatının bu uhrevi gücü devşirmeye ne kapasitesi olabildi ki koca dizide. Anneannem ve bizlerin aksine, o dünyanın mistik taraflarına açılan bir kapı olduğuna daima inandın. Seni ömrünce deli dile yaftalayan o topluluğa rağmen.


Engin Ertan yazdı: Dale Bartholomew Cooper

“Diane. Saat sabah 11.30, günlerden 24 Şubat. Twin Peaks kasabasına giriyorum.” Twin Peaks’in pilot bölümünde Ajan Dale Cooper karakteriyle tanıştığımız sahnede, kendisinden duyduğumuz ilk replik bu. Onun Diane’e göndermek üzere mikrokasetlere yaptığı kayıtlar, dizinin ilk iki sezonunda önemli bir yer tutuyor. Bunlar Cooper’ın Laura Palmer cinayetini çözmeye çalışırken, bir diğer FBI görevlisine aktardığı raporlar gibi durabilir. Fakat kayıtların içeriği çoğunlukla soruşturmanın çerçevesinden çıkıp günlük benzeri bir nitelik kazanıyor. Cooper’ın elmalı tart veya sade kahve gibi takıntılarını ya da kendine has konuşma tarzını kavramamızda da önemli birer araçlar. 

Kendine has konuşma tarzı derken, bazıları atasözleri ve deyimler sözlüğünden alıntılanmış gibi duran ya da son derece şiirsel repliklerden bahsediyoruz. “Aysız bir gecede kapkara gece yarısı gibi.” Bu cümleyi neden söylediğini merak ediyorsanız; kahvesini nasıl içmek istediği sorulduğunda verdiği cevap. Şerif Truman’a verdiği öğüdü de hatırlayalım: “Her gün, günde bir defa, kendine bir hediye ver.” Belki Yoda kadar değil ama doğaüstü olaylara ve mistisizme meraklı Cooper’ın da kendine has bir bilgeliği olduğu şüphesiz.

Twin Peaks’te Audrey Horne karakterini canlandıran Sherilyn Fenn, o yıllarda verdiği bir röportajda Cooper ve David Lynch’in konuşma tarzlarındaki benzerliğe dikkat çekerek; “Kyle bu dizide aslında David’i canlandırıyor” diyor. David Lynch ve Kyle MacLachlan’a göreyse Cooper, Blue Velvet’taki -yine MacLachlan’ın canlandırdığı- Jeffrey Beaumont’un büyümüş hâli.

Blue Velvet’ta Jeffrey, Dorothy isimli bir şarkıcıyı takıntı hâline getirir. Frank isimli psikopat bir suçlunun elinde tutsak kalan Dorothy’yi kurtarmak, bu genç erkek için iyilikten de öte bir nevi fanteziye dönüşür. En nihayetinde Dorothy’yi Frank’ten kurtardıktan sonra Jeffrey’nin derin bir uykudan uyanışına kesme yapar David Lynch. Filmin açılış sahnesine tezat olarak hem gerçek hem de hayali dünyada düzen sağlanmıştır. Twin Peaks’te ise Cooper, Laura Palmer cinayetini aydınlatmak, gizemi çözmek konusunda aynı başarıyı gösteremez. Hatta üçüncü sezonun sonunda tehlikedeki kadını kurtaracak erkek kahraman rolü tamamen sarsılır. David Lynch, Cooper karakterini yazarken gerçekten de onu kendi alter egosu gibi düşünmüş müydü, bilemeyeceğiz ama klasik anlamda bir kahraman çıkarmaması ilgiye değer. Diğer yandan, Lynch’in pandemi döneminde paylaştığı günlük hava raporu videolarının ne kadar Dale Cooper’ı çağrıştırdığını unutmamakta da fayda var: “Bugün güneş gözlükleri takıyorum, çünkü geleceği görüyorum ve çok aydınlık.”


Burcu Teker yazdı: Benjamin Horne

Bugün “Ben Horne’un kim olduğunu tüm dünyaya açıklama” görevi Laura’dan bana miras kalmış gibi hissediyorum. 

Ben, sahici bağları hiçbir zaman derinlere kök salamamış, şeytan tüyü ise su götürmez; güçlü, kurnaz, kibirli bir figür. Tüm bu karakteristik özellikleri onu kasabanın en nüfuzlusu ilan etse de kapalı kapılar ardında arzularına yenik düşmüş bir hırs küpü o. Ve elbette korkunç bir eş, daha da korkunç bir baba… Hayattaki yegâne amacı servetini katlamak olan, duyarsızlığıyla nam salmış 80’lerin arketipik iş adamlarından biri. Bir dakika, bir dakika… Biz bu vakalara 2025’te hâlâ aşinayız. E hiç mi gelişmedi yahu bu insanlık, bir arpa boyu da mı yol kat etmedik? (Etmedik bu arada maalesef ama konumuz bu değil.)

Partnerlik ve ebeveynlikten bihaber Ben’in gözünde formaliteden “anne” rolüne nail ettiği Sylvia, göstermelik bir gereklilik. Ne kalbinde, ne esas tutkusunun ekseninde var olabiliyor birlikte olduğu adamın. Ben öyle klişe bir “işlevsiz baba” ki aynı zamanda, repliklerini unutmuş da kimse sufle vermiyormuşçasına performe ettiği ebeveyn rolü, kızı Audrey’nin şekillenmesinde en büyük payın sahibi. Âdeta bir yabancıymışçasına ilgiden yoksun yetişen Audrey ne yapsa olmuyor. Çabasının beyhude olduğunu idrak ettiğinde ise çözümü kendi yolunu çizmekte buluyor. Ahlakî kaygı mefhumuna bir ayrıntı gözüyle bakan Ben’in kadınlara olan yaklaşımı yalnızca aile üyeleriyle de sınırlı değil. One Eyed Jacks, Ben için beden pazarladığı bir iş yatırımının ötesinde; hiçbir şey için bedel ödemek zorunda kalmayacağını düşündüğü bir illüzyon. Gücü elinde tutmanın en eski metotlarından biri, kadınları meta olarak görüp kontrol etmek malumunuz ve Ben bu oyunda da usta. Kadın imgesine bakışı ve sonelerindeki mizojini herkesçe bilinen Shakespeare’den sık sık yaptığı alıntılar bunun bir kanıtı. Gün geliyor; oyununa dâhil ettiği, kızının çocuk yaştaki okul arkadaşı Laura’nın ölümü, inşa ettiği ne varsa başına yıkıyor.

Laura’nın kaybı ve sonrasında yaşananlar, “güçlü olanın yanında dur, ondan faydalan, düşüşe geçtiğinde uzaklaş” taktiğiyle bugünlere gelmiş Ben için bir dönüm noktası oluyor. Dizinin gerçeküstü atmosferinin tesirindeki diğer karakterlerin de tecrübe ettiği kırılmaya ilerliyor koşar adım. Madalyonun diğer yüzünde, ailesi ve hayatının gidişatı konusunda büyük düş kırıklığına uğramış, yalnız ve son derece depresif bir adam portresi var çünkü. Bana kalsa müsait bir zamanında geçmişini ve işleri bu hâle kimin getirdiği mevzusunu bir kez daha düşünmeye davet ederdim beyefendiyi zira göz boyamakta üstüne yok. Yükselişi gibi düşüşü de gösterişli ve gürültülü oluyor. Tüm planları ters teptiğinde kaybettiği erdemini; hayal aleminde, yüzünde bir ulusun kaderini sırtlamış General Jeb Stuart ciddiyeti ile savaş meydanında onur mücadelesi vermekte buluyor. Manipülatif bir ruhun, yerinde bir metafor üzerinden, en büyük yenilgisini bir kahramanlık hikâyesine dönüştürme gayesiyle meydan okuması bu; kefaret arayışındaki bir adamın kendi karanlığından anlam çıkarma çabası.

Evet, insanlar değişebilir Benjamin. Sen de değiştin. İyi de kotardın bu arada, tebrikler. Ancak mâl olduğun onca hayata şöyle bir dönüp baktığımda ne kadar kurtarılmış olursan ol, umut vadettiğine ikna edemiyorum kendimi. Hayata reset atmalı ikinci şansların da bir sınırı var anlayacağın, üzgünüm. Sen yine doğayı sürdürülebilir kılmalı etik yatırımlara yönel tabii, fakat iki adım ötede lütfen…


İlayda Güler yazdı: Audrey Horne

Karşınızda, dizi tarihinin en karizmatik karakterlerinden biri. Kıvrak zekâsı, kararlı tavrı, delici bakışları, melodik konuşması ve ikonlaşmış stiliyle tam teşekküllü bir cazibe temsili. Kadınları mümkünse eve tıkan, değilse şiddetle değersiz hissettiren bir düzenin içinde; biraz imtiyazlarının sağladığı korumayla, daha ziyade duyarlı, meraklı, asi ve azimli mizacıyla kimlik oluşturabilmiş, ilham verici bir figür. “Ben Audrey Horne, istediğimi alırım.” deyişi gözlerinizin önüne gelmiştir. Peki ne istiyor Audrey? Başı her sıkıştığında onu aşağılayan babası ve duygusal yoksunluktan başka bir şey vermeye mecali kalmamış annesine rağmen görülmek, hâlâ pek çok şeyin ilkini deneyimlerken bunları güvenle paylaşabilmek, hızlıca büyüyüp hayatı derinlemesine keşfetmek… Audrey yaşamak istiyor; sevgiyle, heyecanla ve özgürce. Çoğunluktan farkı, bulduğu yaratıcı formüllerle bunun için gereken sorumlulukları almaktan hiçbir zaman kaçınmaması.

Hâlâ çok toy olsa da ötekilerde yarattığı arzunun farkında; bunu kendi adaletini sağlamak için kullanıyor, cinselliğini hiçbir zaman zehirli bir ego tatminine kaynak etmiyor Audrey. Gittiği lisedeki çoluk çocukla işi yok, bağ kurmakla derdi de yok; sadece meseleye seçici yaklaşıyor. Dünyayı birlikte kurtaracağı bir suç ortağı, oyun arkadaşı aradığı. Bir sabah, içinden her gün bambaşka misafirler geçen evi The Great Northern Hotel’in sıcacık ahşap duvarları arasında kahvesini yudumlayan yakışıklı ve belli ki onun kadar akıllı bir ajan beliriyor. Audrey’nin erotik imalarıyla gülümseten tanışma sahnelerinde ikisinin kimyası ekrandan taşıyor âdeta. Ancak izleyenleri ikiye bölen bir kararla bu aşk karşılıksız kalıyor. “Sen bir erkeğin hayatında isteyeceği her şeysin ama şu anda ihtiyacın olan bir arkadaş. Seni dinleyecek biri.” diyor Coop onu yatağında bulduğunda. Haklı. Öte yandan, bunu yapması daha da bağlayıcı.

Cooper belki de Audrey’nin o güne dek tanıdığı en düzgün, en gerçek kişi. Onun varlığı; Audrey’nin empatik, korumak için cesaret eden, gerekirse fedakârlık yapan yanlarını ortaya çıkarması bakımından önemli. Zira tüm bu tuhaf rüyanın kapısını açan Laura Palmer’la farklı türde istismarların etkilediği benzer bir geçmişleri olsa da saklandıkları zıt imajların ardında Laura zamanla içi boşalmış bir ruha dönüşürken (daha talihsiz olduğunu söylemek gerekir), Audrey iyi kalabilmiş, şefkatli bir kalp taşıyor. Coop’a yardımcı olmak için tehlikenin ortasına atlayıp beyaz atlı prens edasıyla kurtarıldığı One Eyed Jacks macerasında gösterdiği gibi. Nihayetinde reddedilmenin yarattığı hayal kırıklığından çıkışı yine Audreyce oluyor ancak bir sonraki partneriyle hikâyesi seyirciyi bir türlü ikna edemiyor. Tabii Audrey bir aşktan çok daha fazlası; yalnız, senaryodaki bu ani dönüşün, karakterin potansiyelinden yediği aşikâr; o ikiliden iyi bir takım çıkacağı da.

Çökmekte olan babasını yalnız bırakmamış bir Audrey’le devam ediyoruz yola. Elbette kural tanımazlığı sabit ancak yaptığı sivil itaatsizlik eylemi esnasında gerçekleşen patlamayla hayatı parçalanıyor; Cooper’la yazgısı, bu kez hiç istemeyeceği bir biçimde birleşince muzip hâlinden, umudundan eser kalmıyor geriye. Audrey’e ne oluyor? Orası size kalmış ama kaybolduğu kesin. Yıllar sonra aynadaki yansımasıyla karşılaşması dehşet verici olduğu kadar, onu kendine hatırlatan bir başlangıcı da tarif ediyor. Dünya adil bir yer değil; kasabanın Audrey’i yutmuş olması da. Daha iyisini hak ediyordu, çok daha aydınlık bir geleceği. Ama gençlikte istediklerini yapabilse de yapamasa da Audrey Audrey’dir. Onu seviyorum. Yaşamını geri alacağını biliyorum. Nereden mi? Onu en iyi anlatan şeyden; tüm sınırlara meydan okuyan büyülü dansından. Bazıları “Buradayım.” diye bağırır, bazılarıysa sadece, hislendiği bir müzikle salınır. Seni duyuyorum Audrey! Ve teşekkürler Badalamenti!


Zelal Buldan yazdı: Donna Hayward

Dünya kendi ekseni etrafında saat yönünün tersi yönünde döner ve bu dönüşünü 24 saatlik bir gün içinde tamamlar. Aynı zamanda Güneş’in etrafında da döner ve bunu da 365 gün 6 saatte tamamlar. Bu ilkokulda öğrendiğimiz basit coğrafya bilgilerine bakılırsa Dünya’nın herhangi bir insanın etrafında dönme gibi bir huyu yoktur. Bildiğimiz kadarıyla. Evrenin bütün sırlarının henüz çözülmediğini hatırlarsak ve bir bilgi eksikliği varsa, yani Dünya birinin etrafında dönecekse bu kişi kesinlikle Donna’dır. Hepimizin çevresinde bir adet Donna vardır. Benim etrafımda yok diyorsanız pencereden bakın. Az önce önünüzden bir Donna geçti. Hayır kaçırmadınız, bakın bir tane daha geçti. Aslında çok uzağa gitmeye de gerek yok. Hepimizin içinde saklanan ve ara sıra ortaya çıkan bir Donna vardır. Peki nedir Donna olmak? Öncelikle Donna’yı sevmeyenler için bu giriş ağızları sulandırmış olabilir. Belirtmekte fayda var ki bu yazı Donna’yı kötüleme yazısı değil; Donna’yı anlamaya çalışma yazısıdır. Sağ gösterip soldan vurdum değil mi? Bu yöntem bir David Lynch klasiği değil mi? 

Laura’nın bir bomba etkisiyle gelen öldürülme haberinin ardından en yakın arkadaşı Donna’dan beklentiler, kahrolması ve bolca gözyaşı dökmesi olurken, Donna’yı sevmememiz için ilk sinyal geliyor. Laura’nın sevgilisi James’e âşık bir Donna var karşımızda ve aşkı karşılıksız da değil. “En yakın arkadaşıma ihanet etmiş gibi hissediyorum ama bu doğruysa neden bu kadar mutluyum?” diyor Donna, Laura’nın ölümünün hemen ardından. Dünya Donna’nın etrafındaki dönüşüne başlıyor böylece, bunun ne kadar süreceği ve sonucunda hangi günlerin, mevsimlerin geleceği belirsiz. Donna, birinci sezon boyunca istediği kadar ağlayıp aşkını haykırsın, onu haklı bulmak zor. İşte burada işin içine şeytan tüyü giriyor. Onu haklı bulmak ne kadar zorsa, ondan nefret etmek de bir o kadar zorlaşıyor. Donna güzel, zeki, alımlı ve şeytan tüylü. 

Bir yandan da Laura’nın cinayetini çözmeye çalışmaktan hiç vazgeçmeyen bir Donna var ortalıkta. Bütün bu karmaşa ve Donna’yı çözme arzusu içinde iki sahne çok önemli. Birincisi Donna’nın, Laura’nın güneş gözlüğünü taktığı ilk an. Güneşli veya güneşsiz havaları anlatıp daha fazla coğrafya bilgisi vermeye gerek yok. Donna için havanın bir önemi yok. Açık veya kapalı mekân demeden taktığı siyah gözlükleri ile artık o bambaşka biri. Bütün gündem Laura iken Donna’nın Laura olma arzusu onun gözlüklerini takmasıyla belirginleşiyor, ikinci bir sahne ile Donna derdini kendi sözleriyle aktarıyor. “Senin gibi olmayı çok isterdim Laura. Senin gibi güçlü ve cesur olmayı. Seni seviyorum Laura ama zamanımızı senin problemlerini çözmekle harcadık. Sen öldün Laura ama problemlerin hâlâ burada. Âdeta mezarın yeterince iyi kazılmamış gibi.” Donna, yeterince kazılmamış o mezarın başında kendi hayatının arayışına geçiş yapıyor. Onu kendi istediği biçimde sevmeyen tarafından sevilme arzusunu bir kenara bıraktığı, James’ten uzaklaşmayı başardığı ilk andan itibaren Donna değişiyor. 

Donna belirginleştikçe James de önemini kaybediyor. Artık Donna, kendi hayatına daha sağlıklı bakabilir ve kendi kimliğini bulabilir. Bulmadı demek de büyük haksızlık olur. Bu dönüşümünün hemen ardından kendi ailesindeki gizemleri çözmesi de tesadüf değil. Dünya Donna’nın etrafındaki dönüşünü ve Donna’nın James’in etrafındaki dönüşünü iki sezonda tamamlar ve bütün bu gerçeküstü Twin Peaks evreninin en gerçek karakterini bizlere sunar. Unutmamak gerekir ki en büyük dertlerin ardında dahi herkes önce kendini düşünür, insanın doğası böyledir. Bunu kimi çok iyi saklar, kimi hiç saklayamaz. Saklasak da saklamasak da hepimizin içinde bir Donna var. Sesini kısmayı en iyi becerenler, bu hayatta oldukça çok sevilir. Şimdi herkes camı açıp önlerinden geçenlerin içindeki Donna’yı görebilir. Dikkat edin, bazıları çok iyi saklanmış olabilir. 


Beyza Yıldırım yazdı: Shelly Johnson

Twin Peaks gibi küçük bir kasabada bir ömür geçirdiyseniz Shelly’yi tanırsınız. Double R Diner’da bir dilim vişneli turta ve filtre kahve için küçük bir mola vermek yeterli. Norma Jennings’in lokantasında tıkır tıkır işleyen bir ahenk vardır. Kasaba kaotik bir cinayetle çalkalansa da buranın ahengi bozulmaz. Shelly işe geldiğinde ikili bir yaşam sürer aslında: Neşeli bir garsondur, yüzünden gülümsemeyi eksik etmez, ikramlarda cömerttir… Sonra karanlık çöker, diktatör Leo’nun olduğu eve döner ve yaşamı alaycı bir kavgaya dönüşür.

Kadınlara karşı adaletli olmayan bir kasabadayız nasıl olsa, Shelly de buranın debelenenlerinden. Twin Peaks’te erkeklerin inşa ettiği hapishaneler, sokakta olduğu gibi evde de süregeliyor. Evlilik müessesi Shelly’yi okuldan koparmış, gencecik ruhu içeride kalmış. Onu aldatan sevgilisi Bobby’nin arabasında şarkılara eşlik ediyor. Shelly de Norma gibi kötü bir evlilikten kaçarken sevildiğini hissetmek istiyor. İkisinin arasında sessiz bir anlaşma, görünmez bağlar var. Shelly bencil ama risk alabiliyor. Üzerinde mutlak ve eril bir hâkimiyet kurulması hiç adil değil.

Hayatını pırıl pırıl küpeleriyle garsonluk yaparak geçirirken 17 yaşında evlenmiş bir genç kız olarak çözmesi gereken çok şey var Shelly’nin. Sonu mutlu mu bitiyor? Belki başka bir yaşamda ama Twin Peaks’te asla. Gordon Cole’un (yani bizzat Lynch’in) dediği gibi: Shelly özel biri. Onu öldürmeye çalışan Leo’nun, Norma’nın kocası tarafından vurulması üzerine felç kalması, belki de yaşamının ikinci yarısını başlatıyor. 25 yıl sonra intikamı alınmış bu evliliğin üzerine, bu sefer de Bobby ile yürümemiş evliliğinin kalıntılarını görüyoruz. Kızları Becky ise Shelly’nin gençliğini hatırlatıyor: Kıymetini bilmeyen erkeklerin etrafında dolandığı bir sırça fanus. 

Shelly hırslı bir kadın değil, domestik hiç değil. Çok tanıdık, gerçek ve hızlı geçen bir ömür onunki. Aynı evrenleri paylaşsak naneli ve böğürtlenli sigaramı paylaştığım bir arkadaşım olabilirdi. Zaten arkadaşlarımızı da ”yanlış” tercihlerinden ötürü yargılamıyoruz, değil mi?


Müge Turan yazdı: Gordon Cole

David Lynch, yarattığı Twin Peaks’e öyle bağlanmış ki kendisini de bir karakter olarak dâhil etmeye karar vermiş! Karşınızda, kendisi gibi yüksek sesle konuşan, eksantrik, tuhaf ama sıcak kanlı FBI Bölge Müdürü Gordon Cole… Gordon ciddi bir işitme kaybı olduğu için kulaklığıyla dolaşıyor ve neredeyse bağırarak konuşuyor. Komik ve absürt sahnelerin yaratıcısı olmasının yanı sıra keskin sezgilere ve sıra dışı yöntemlere sahip.

Ufak gönül maceraları yaşadığı da söylenebilir. Örneğin, ikinci sezonda Cooper’ı küçük bir Meksika chihuahua’sına benzetmesi bunun bir işareti. Ama asıl “Aşk mucizedir.” dedirten an, Shelly Johnson ile Double R Diner’da karşılaştığı sahnedir. Shelly’nin güzelliği karşısında o anlık işitme kaybı düzelir ve ilk kez normal ses tonuyla konuşabilir.

Lynch’in Doğu mistisizmine ve metafiziğe duyduğu ilgi bu karakterde de hayat buluyor. Özellikle The Return’de Gordon, artık yalnızca Cooper’ın eski patronu değil; olağan dışıyla iç içe geçmiş bir FBI ajanı olarak karşımıza çıkıyor. Cooper’ın kayboluşunu araştırırken sezgileriyle hareket ediyor, doğaüstü fenomenlerle temas yeteneğiyle dikkat çekiyor. Dış dünyaya karşı kibar ve nazik olsa da paranormal olaylarla karşılaştığında ciddileşiyor. Mavi Gül Vakaları’nın doğasını açıkladığı sahnede, Twin Peaks evreninin en esrarengiz unsurlarından birini izleyiciye sunuyor.

Gordon Cole, giderek Lynch’in bir yansımasına dönüşüyor. Yönetmenin yalnızca oyunculuk potansiyelinin değil, Twin Peaks evrenindeki en gizemli ve büyüleyici varlıklarından birinin de taşıyıcısı hâline geliyor.


Deniz Dursun yazdı: Lucy Moran

Twin Peaks Şerif Departmanı, buyrun?Buyuralım Lucy. Lütfen çekinme, sen de buyur. Aman benimki de laf işte, sen zaten çekinmezsin. Kötü bir şey olarak görme ama bunu, hoşuma gittiğinden söylüyorum. E sen zaten kötü bir şey olarak görmezsin. 

Hayatta sıklıkla birilerinin “zaten öyle görmeyeceğini” düşünürüz. Karşımızdakine belli kalıpların arkasından bakmak ve onun ciğerini bildiğimizi zannedip müthiş genellemeler yapmak gibi kötü bir huyumuz vardır. Birileri “zaten öyle görmeyecek” diye kabalaşır, inatlaşır, hoyratlaşırız. Hâlbuki bu işler ne çok kolaydır ne de o kadar kesin. Yani sen kötü bir şey olarak görebilirsin. Ben de kötü bir şey olarak görmemeni rica edebilirim. Yapıp yapabileceğimiz yalnızca bu.

Seninle benziyor muyuz yoksa sen içten içe olmayı dilediğim biri misin, bilmiyorum Lucy. Belki de içten içe olmayı dilediği birinden illa ki bir parça barındırıyordur insan. Bak… Seninle karşılaştığımız ilk gündü. Cooper’a bir cesetten bahsediyordun. Cesedin yanında çörekler vardı. Konu ne ara çöreklerin şekline şemaline geldi, ben hiç anlamadım. Ama seni dinlemeye büyük bir iştahla devam ettim. Hayır, bahsettiğin şey çörek olmasaydı da iştahla dinlerdim.

Karşındaki için kimi zaman yorucu olabilse de konuşurken kendini kaptırıp daldan dala atlamalarını seviyorum. En ince detaylardan uzun uzadıya bahsetme huyun, yaşama dair neşeli bir tat bırakıyor ağızda. Ve sana yemin ederim, kıyısından köşesinden uğradığın her konunun bağlantısını tarif edemediğim bir açıklıkla anlıyorum. Beyninin çalışma şeklini seviyorum ve buna epey gülüyorum. Bilirsin ki gülmek, ortaklaştırır. Sana gülmüyorum, seninle gülüyorum.

Ufacık, küçücük, miniminnacık bir meseleyi dünyanın en büyük olayıymışçasına tartıştığında… O hararetini zihninde canlandırabildin mi? Çok güzel. İşte bundan gizli -ya da apaçık- bir haz alıyorum. Sen çelişkilerinde çok tutarlı bir insansın. Sen busun: Basit ama asla sıradan değil; çabasız ama asla alelade değil.

Hamile olduğunu öğrendiğimde biraz panik olmuştum. Ben çocuk doğurmaktan çok korkarım da. Aşk hayatın gözümün önünden geçti. Ne ara bütün sırlarına vakıf olduğumu düşününce şaşırdım. Hâlbuki ben sana hiçbir şeyimi anlatmadım. Açıkçası çok da umrunda değil gibi gelmişti. Dert etme, ben bu hâlimizden memnunum. Andy’de baba kumaşı olup olmadığını tartmakta çok haklıydın. Detayları konuşalım derdim ama olan oldu artık. Sevginin peşinden gitmekle iyi yaptın. Bence cesurcaydı.

O kasabada ne kadar mümkün olur bilmiyorum ama hayatta başına hep iyi şeyler gelsin istiyorum. Aradığımda açacağından hep emin olmak istiyorum, “Lucy zaten açar.” demeden.


Tuvana Adalı yazdı: Garland Briggs

İlk izlenimde; armalarla donatılmış, üzerinden eksik olmayan üniforması ve Bobby’nin ilişki kurmakta zorlandığı babası olarak çok da dikkat çekmeyen, yavan bir otorite figürü gibi Major Garland Briggs. Öfkeli ve asi bir ergen, ketum ve katı bir baba, sessiz bir anneden oluşan bir aile… Dar yemek masasında uzayan mesafeler… Sanki hep bir kalkıp gitme isteği…  Öte yandan en başlarda bile, Briggs’in resmiyetle bezeli tavsiye demeçlerinin ardında bir şiirsellik, duygusal bir bağ kurmayı arzulayan bir çaba gizleniyor.

Major Briggs, Twin Peaks evreninde bir anahtara dönüşüyor zamanla ya da o zaten öyle de biz onu bir anahtar olarak yeniden keşfediyoruz. Puslu çam ormanlarının karanlığı kadar aydınlığının da şifrelerini taşıyan, ileten bir kanal o. Biraz Log Lady gibi; gelen mesajları aktaran, mesajın kendisine ya da aktarım yapma eylemine fazla tutunmayan bir elçiye benziyor. Belki bu yüzden de Log Lady’yi ve kütüğü gayet iyi biliyor, yargısızca karşılıyor hep. 

Seri ilerledikçe mesajları iletirken sergilediği ilkeli duruşuna ve sadık kalmayı seçtiği noktanın değiştiğine, sağlamlaştığına tanık oluyoruz. İddiasız tavrı ve sakin ilgisiyle giderek kapladığı yer genişlemeye başlıyor Briggs’in; yemek masasından öte evrenlerde gezindiğini öğreniyoruz. Buralarda gezindikçe mi genişliyor yoksa genişlediği için mi gezinebiliyor en aydınlık ve karanlık köşelerde? 

Ziyaretlerindeki en aydınlık köşeyi, Bobby’yi gördüğü rüyayla keşfediyoruz. Bu sahne bana David Lynch evreninin de anahtarı gibi hissettirmişti ilk izlediğimde; şimdiye kadar bu evrene dair biriktirdiğim ipuçları bu temelde toplanıyor ve bu merkezden dışarıya doğru yayılıyormuş diye düşünmüştüm. Briggs burada, imgelerle dolup taşan rüya dilinin belirsizliğine karışıyor özgürce ve belirsizlik, rüyasında deneyimlediği duyguların netliğiyle bütünleniyor sanki. Böylece oğlu Bobby’yle ışıl ışıl bir bağ kuruyorlar ilk defa. 

Şimdi David Lynch’le Double R Diner’da karşılıklı oturmak gibi bu sahne benim için. Belki bir palazzo rüyasında karşılaşıyoruz ve sevginin yeterli olmama ihtimalini pırıl pırıl bir güneşe bırakıyoruz.


Utkan Çınar yazdı: Leland Palmer

Önce David Lynch’in kendi kreasyonu olan ve hakkında “O bir kurban. Kötü şeyler yapan herkes kötü değildir.” dediği Leland Palmer’la 2014 yılında yaptığı röportaja bağlanalım:

David Lynch: Leland, neredeyse 25 yıldır ölüsün. Şu an işlerin senin için nasıl olduğunu sormak istiyorum sana. Eşin Sarah ve kızın Laura’yla ilgili duyguların, hatırladıkların neler?

Leland Palmer: Şu ânı açıklayabileceğimden emin değilim ama hatıralarım var. Sarah ve Laura ile sevgi dolu anılarım var. Sanırım onları herkesten çok sevdim. Sarah… En başta sırılsıklam âşıktım ona. Ne cezbediciydi! O deli gülüşü… (gülüyor) Evdeki mutlu anları hatırlıyorum. Sonra, genelde olduğu gibi işler değişti. Başkalarıyla buluşmalar… Kızlarla buluşmaya başladım. Bazıları kızım kadar gençti. Daha da genç. Ama aşk hâlâ vardı. Yanıyordu. Aile sevgisi… İnanması güç biliyorum ama vardı. Çok karanlıktı o zamanlar. Yapılan şeyler… Benim tarafımdan yapılmadılar. O şeyleri ben yapmadım. Laura benim prensesimdi. Bebeğimdi, prensesimdi… (su içiyor)

David Lynch: Teşekkürler Leland…

Leland Palmer aramızdan ayrıldığında benim bugünkü yaşımdaydı. Son 35 yılda algılarımızın nasıl değiştiğine iyi bir örnek bu, zira kendisi babam gibi durmaktadır! Şaka bir yana, öyle bir babanız olsun istemezsiniz. Leland coşkulu bir karakter. Büyük ihtimalle teşhis konmamış mental problemlerden de muzdarip. Duygularını içe atmıyor oluşu bir yandan iyi. Neredeyse aynı dönem tanıştığımız Homer Simpson’a da biraz benzetirim onu. Ne ilginç 80’lerin sonunda aile babası figürlerinin fantezi aleminde böyle karakterler olarak betimlenmesi. Duygularını içeri atan, disiplin abidesi ve çalışkan olarak idealize edilmiş baba figürünün; neoliberalizmin azdığı, bireyci hedonistik dürtülerin insanları ele geçirmeye başladığı dönemde yolunu kaybetmesinin bir sonucudur belki de. Aslında o idealize figür hâlâ hayatımızda. Duygusal erkek kabul edilir ama duygusal baba kabul görmez gibi. Bir dönem aile babaları domestik bir sterilizasyondan geçirildi. Leland, bu arada kalmışlığın bir sembolü âdeta.

Tabii bir de BOB meselesi var. BOB’u doğaüstü bir varlık, bir şeytan olarak kabul edebiliriz. Ama BOB’u bir yandan da -günümüzün popüler tabirleriyle- Leland’ın travması, trigger’ı gibi de düşünebiliriz. Çözülmemiş çocukluk travmaları… Dayak yiyerek büyüyen çocuğun da baba olunca dayak atması gibi. Leland kendi üzerinde çalışmak zorunda kalmamış. Beyaz bir erkek olduğu için de kimse ona dur deme ihtiyacını duymamış. Cezai ehliyeti var mıdır? Yukarıda bahsettiğim aşırı duygu patlamaları bu sorunun cevabını kanımca “evet” yapıyor. Lynch benden iyi bilir tabii ama Leland’ın tepkilerini yas değil; suçluluk duygusu gibi düşünmüşümdür. Hayatta başımıza gelenler, yediğimiz dayakların bizde yarattığı hasarları atlatmaktan da sorumluyuz. BOB’dan azade bir Leland “iyi” bir insan olabilir ama yine de olan biteni böyle geçiştirmek zor. Mağdur edebiyatı özellikle bizim memlekette ama dünyada da toplumsal DNA’ya işlemiş çok berbat bir olgu. Çoğumuz farkında olmadan bunun tuzağına da düşüyoruz. Hatta bunu kullanıyoruz. Hak görüyoruz. Leland’ın yaşadığı küçük dünyada bundan bir kurtuluşu olmadı. Dolayısıyla çevresindekilerin de. Tek pozitif yanı, ağlamanın utanılacak bir şey olmadığını göstermesidir. Gerçekten de zaman zaman, bir derdiniz olmasa bile ağlamanın bünyede pozitif etkileri olduğu biliniyor. 

Ha bir yandan da güzel şarkı söyler. 

  1. SEDAT PAKAY’ın gözünden: JAMES BALDWIN ve İstanbul 

    Brooklyn Public Library’de 30 Mart’a dek ziyarete açık olan ve James Baldwin’in İstanbul’daki yaşantısını belgeleyen fotoğraf sergisini geziyoruz.

  2. Ortak anıların sıcaklığında: CHELSEA RYOKO WONG

    "Kendimi zihinsel olarak resmin içine yerleştirebildiğimde, orada olmak istediğim sahneleri üretebilmeme yardım ediyor.”

  3. Karşılaşmaların kıymeti: SONSUZLUK DEDİĞİN 6 GÜN

    Sadi Güran'ın yazıp çizdiği "Sonsuzluk Dediğin 6 Gün" isimli grafik romanla tanışmanız için kelimenin tam anlamıyla sabırsızlanıyoruz.

  4. Havada hep bir müzik var: TWIN PEAKS ve unutulmayacak karakterleri

    İlk bölümü 8 Nisan 1990’da yayımlanan "Twin Peaks"i 35. yaşında, unutulmaz karakterleri arasında dolaşarak anıyoruz.

  5. Kahramanın “sentetik doğal” yolculuğu: PANDA BEAR ve Sinister Grift

    Panda Bear ile yeni albümünün ortaya çıktığı koşulları ve pürüzsüz bir şarkı akışı hazırlamanın inceliklerini konuştuk.

  6. Dev bir arka plan, küçük ölçekli cereyanlar: CICI ARTHUR ve Way Through

    Chris A. Cummings ve Joseph Shabason’la Cici Arthur’un nasıl hayat bulduğunu, aralarındaki yaratıcı dinamikleri ve şarkılara sızan ayrıksı duygu durumlarını konuştuk. 

  7. WARHAUS: Teenage Kicks

    Warhaus, müzisyenlerin büyürken dinlediği müzikleri ve bu müziklerin üzerlerinde bıraktığı tesiri kurcaladığımız Teenage Kicks serimize konuk oldu.

  8. Duygudurum: CEYLAN ERTEM – Sana Rağmen

    Sana Rağmen albümünün 7 Şubat’ta yayımlanan ilk kısmının his haritasını çıkardık.

  9. DAREDEVIL geri döndü. Bu kez hiç olmadığı kadar gerçek.

    Adaletin anlamını her gün sorgulayan biri geri döndü. Daredevil burada. Ve sadece yumruklarını değil; sarsıcı bir dönüşümü de getiriyor.

  10. Her şeyin mümkünlüğüne: UNIVERSAL LANGUAGE

    Matthew Rankin'in yönettiği Universal Language, zamanın da mekânın da iç içe geçtiği gerçeküstü sayılabilecek bir dünya kuruyor.

  11. BÉJART BALLET: Presbytère Yolu’ndan İstanbul’a 

    Béjart Ballet'nin Lozan’daki stüdyosunda artistik direktör Julien Favreau ve bale eğitmeni Siner Boquin ile konuştuk.

  12. Küçükken nasıl oynardınız? 

    Oyun; sen ne zaman istersen, nasıl istersen, zorunda olmadan yaptığın her şey olabilir.

  13. hmmm? - TESS ROBY

    Duygu durumları, mekânlar, zamanlar ve kaydedilenlere dair sorular sorduk. Kanadalı fotoğrafçı ve müzisyen Tess Roby arşivinden fotoğraflarla yanıtladı.

  14. Merhaba sevgili kaygılarımız: KUTSAL

    "Zamanında içinden çıkamayacağımızı sandığımız herhangi bir duruma başkası girdiğinde, onu en doğru anlayan ve en iyi telkin eden biz oluruz. Seyircinin çoğu bunu hissediyor."

  15. Hazzı ve hikâyeleri kutlamaya davet: NADINE MIGESEL ile Queer Joy üzerine

    "Kuir varoluşun doğrulanması için belirli bir görünüme ya da kimliğe sahip olmak gerekmiyor. Herkesin kendi hikâyesi var ve bu hikâyelerin paylaşılmaya değer olduğuna inanıyorum."

  16. 55 ALBÜM: Ocak - Şubat 2025 best of

    “Ne dinlesek?” diye soranlara, yılın ilk iki ayından yerli – yabancı karışık 55 albüm.

  17. Künye

    .