Bu sene 14. Uluslararası !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde Sanat Hayat İçindir! etkinliği kapsamında kurgu yaptığı filmlerden tanıdığımız Çiçek Kahraman’ın Bütün Mahalleli Duysun isimli video yerleştirmesi Salt Beyoğlu’nda ilk seyircileri ile buluştu.


1960-1980 yılları arasında değişen Yeşilçam filmlerinden alınan parçalardan oluşan bu yerleştirmeye bir kolaj, bir çoklu gösterim olarak da bakılabilir. Yeşilçam’ın kendine has alt türü “mahalle filmleri”nden yola çıkan videolar sokağın ve mahallenin temsilini göstermeyi hedefler. Penceredeki karakterlerden oluşan kareler birey üzerinden sokağın nasıl toplumsal bir özellik kazandığına yönelik ipuçları verir ve bir kontrol mekanizmasının varlığını sorgular ve bu durumda toplumsal cinsiyet ve roller üzerinden de bir bakış sağlar. Bir sokakta bir mahallede yürüyormuş izlenimi verilir ve karakterler seyirciye seslenirmişçesine zamanı ve mekânı aşan bir deneyimin kapıları da açılır.

Bu ilham verici video yerleştirmesi için Çiçek Kahraman’la projesinin seyirciyle buluştuğu mekânda sohbet etmek için söyleşiyoruz. Lafın lafı açtığı belki de fazla rastlanmayan bir şansla video projesi kadar ilham verici bir sohbete vakit kaybetmeden başlıyoruz.

Image

Benim özellikle ilgimi çeken video yerleştirmeler söz konusu olduğunda sinemanın ilk yıllarında mesela Abel Gance’ıNapoléon filminde kullandığı gibi çoklu projeksiyon sistemiyle split-screenler oluşturma fikri. Sizin video projenizde aslında böyle bir yöntemle 20’şer karşılıklı toplam 40 ekranlı bir yansıtma ve kurgucu olduğunuz için öncelikle tercih etmiş olduğunuz bu yöntem hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek çok isterim.
Bu fikri ilk paylaştığımda bana mapping’den bahsettiler, acaba ayrı ekranlar mı yapsak gibi düşünceler oldu, ama bir bina duvarına mapping yapmak bana hiç cazip gelmedi. Hiç o niyette olmadım, hattâ bu pencereleri yerleştirirken de aralara siyah çizgiler koyduk, beğenmedik ben sadece pencereler olsun ve yan yana dursun istedim, çünkü başka bir şeymiş “gibi” yapmak istemiyorum. Bu aslında bir binaymış, bir apartmanmış gibi ya da bir televizyon ekranındanmış “gibi” olsun istemiyordum. Bunlar gerçekten filmlerden alınan parçaların yan yana üst üste dizilmiş hâli olsun  istiyordum. Elbette bir illüzyon peşinde koştum ancak bir mahalle, bir koridor, bir sokak bir binaya benzetmeye çalışmadım. Sadece onu anıştırmaya çalıştım. Evet aslında o sinemanın ilk yıllarındaki hâl, ilkellik benim tercih ettiğim bir şeydi tam da başka bir şeye benzemesin diye aslında.

Peki nasıl bir ekiple çalıştınız, nasıl bir süreçti?
Uzun süre yalnızdım özellikle arşiv ararken ve arşiv tararken. Kendi aldığım filmlerden tek kareler bastığım fotoğraflarla prova yaptım, çünkü bunu bilgisayarda yapmak çok zor. Kendi kurgu programımda çalışamıyordum çünkü kurgu programları bu kadar çok kanalla rahat çalışılacak programlar değil. O yüzden After Effects programı kullanan bir arkadaşımla çalıştık. Bütün ön hazırlığıma rağmen bu süreç altı ayımı aldı, kurgu aşaması tabii ki uzun sürdü, her gün çalışmadık herkesin işleri vardı. Bazen haftada bir, bazen ayda bir, bazen haftada üç gün. Sonra işin içine ses girdi. Ben dört kanal, yani sağ-sol, ön-arka olur diye düşündüm, sesi yapan Okan Kaya sekizden aşağı olursa çok karmaşık olur dedi ki şimdi ona çok hak veriyorum. İşin şu hâliyle yukarısı ve aşağısına da yönlenebiliyoruz. Eğer dört tane olsaydı o olmayacaktı ve şu an zaten pencereleri yakalanmakta zorlanılıyor izlerken.

Ben en az üç-dört defa izledim sanırım.
Evet, en az iki kere izlemek gerekiyor ki bu benim hesapladığım bir şey değildi ama sonradan hoşuma gitti. İşin bir bulmaca hâli var. İşi arkadaşlarımla test ettiğim zaman da herkesin bu bulmaca hâlini sevdiğini fark ettim ve benim de hoşuma gitti. zaten böyle olmasın desem de yapacak bir şey de yok. Her şey aslında dediğin gibi sinemanın ilk yıllarındaki gibi, ki yoksa bunu videoya çevirmem lâzımdı, okunulabilir ve net bir şey istiyorsam öyle yapmalıydım.

Image

Aslında sinemanın gelişimiyle de çok paralel video-art ki zaten televizyona karşı video tekniğini kullanarak bir dönüşüm geçirmesi gibi, ki günümüzde bakınca sinema zaten müzelere ya da başka mekânlara girmesi iyice yaygınlaşıyor. Sizin yaptığınız da aslında böyle bir şey gibi sinema filmlerini alıp bambaşka bir mekâna yerleştirmek, o açıdan tam bir deneyim ki zamanı da koparıyorsunuz başka bir zaman içine koyuyorsunuz, filmlerin zamanından da öte kendiniz bir zaman yaratıyorsunuz, üstüne mekân da eklemiş oldunuz, benim için bu yüzden bir deneyimdi.
Çok sevindim, tam da böyle aslında. Benden daha iyi ifade ettin. Bu düşünceleri duyunca çok mutlu oluyorum.

Bir de şöyle bir şey fark ettim mesela sosyoloji okudunuz, bu projede kurgucu olmanı ayrı ilham vericilik taşıyor. Film eleştirmeni Serge Daneynin söylediği bir şey var Eğer bir film eleştirisi yapmak isterseniz sosyolojik bir analiz de çıkarmanız gerekebilir.” Siz aslında bu projeyle bir anlamıyla bir film eleştirisi ve sosyolojik de bir analiz yapıyorsunuz.
Film eleştirisini, o ekole göre, evet yapmış oluyorum. Film analizi sadece sosyoloji değil psikanaliz veya başka ekoller üzerinden de yapılabilir. Açıkçası sosyoloji bana bir duruş ve bir bakış verdi. O yüzden sosyoloji okuduğum için de çok memnum, temel metinlere hâkim olmak benim açımdan iyi oldu. Her şeye o gözle bakıyorum. Filmlerden ayrıca sosyolojik okuma yapılması da ne kadar doğru onu da sorgularım. Benim için önemli olan temsil; mahallenin nasıl temsil edildiğiyle ilgili bir şey söyleyebilmemiz. O toplumda mahallenin nereye düştüğüyle ilgili bence bir  yere kadar bir şeyler çıkar. Ama evet mahallenin temsiliyle ilgili çok eğlenceli şeyler var. Bazıları beklenmedik, bazıları beklendik.

Burada sormak istiyorum, projede bazı konulara yoğunlaştığınızı görebiliyoruz, nasıl bir seçim oldu?
Aslında ben seçmedim, malzeme onu getirdi, yoksa öyle bir seçme lüksüm yoktu. Pencere planlarını bulmak için 700 civarı film taradım. Ne varsa çıkardım. Camlarda neler konuşuluyor, neler yapılıyor ile ilgili bir fikrim oluştu. O 700 filmden herhâlde bir 200-250’sinde pencere planı buldum. Onlarda da teknik bir engelim vardı, kameranın açısının düz ve karşıdan olması gerekiyordu. Yukarda ve aşağıda olduğu zaman benim niyetimi, yaratmak istediğim illüzyonu da bozan bir şeydi, onları elemek zorunda kaldım. Bazıları içim giderek elendi. Mesela Çöpçüler Kralı’nda Şener Şen annesini camdan aşağı atmaya çalışıyordu, mükemmeldi ama benim istediğim açıyla çekilmediği için alamadım. Özet geçmem gerekirse pencere, kadınların alanı; çay içilen, kahve içilen bir yer. Erkeklerinse sosyal alanları değil, onlar histeri anlarında pencereye çıkıyorlar. Kavga etmek için ya da kadınları dikizlemek, onlarla konuşmak için çıkıyorlar. Yoksa onların yeri sokak ve evin başka yerleri. Ama cam değil.

Image

Bir de kadınların izlemeye olan ilgisi, dış dünyayı izleme, sinematografik bir şey gibi. Küçük bir kadrajdan bir yere bakıyorlar.
Evet, tabii. Pencereye kamera doğrulttuğunda kadraj içinde kadraj oluşuyor. Mesela kadrajda pencerenin bir kısmı görünmüyorsa kullanmak istemiyordum. Rahatsız ediyordu, çerçeve içinde çerçeve istiyordu. Her ne kadar camın yansıması da olsa o yetmiyordu; illa bir perde girecek, alt köşeden bir şey girecek. Saksı bile bir şey demek oluyor. Mahrem meselesine gelince; camdan cama mahrem konuşmak mubah. Mesela “Koca görmüş kadının hâli başka olur” gibi cümleler… Burada kullanmadığım salonda bile konuşulmayacak mahrem niteliğinde meseleler camın önünde konuşulabiliyor, çünkü orası mahkeme alanı gibi. Mahallede herkes herkesin hayatı hakkında söz sahibi ve camdaki aşağıdakine  söz söyleme hakkına sahip ama bu değişen bir rol. Mahallede bir tane izlenen ve izleyen ya da bir tane tahakküm edenle tahakküm edilen yok. Mahalleli bir rolden diğerine girebiliyor farklı zamanlarda, sanırım bu yüzden kolay yıkılamıyor bu yapı. Onun dışında başka aklıma gelen… Erkekler ile ilgili mesela Milyoner’de ya da Çıplak Vatandaş’ta kriz geçirip camdan aşağı televizyon, buzdolabı ve paralar fırlatılıyor, gene histeri örnekleri bunlar.

Çalışma yaparken sinema dili olarak belirli sinema anlayışlarından benzer insanları benzer pencere planlarını kullanan yönetmenler var mıydı?
Yoktu, ama dönemle ilgiliydi. O dönemde faal olan hemen hemen her  yönetmenin bir mahalle filmi vardı. Mavi Boncuk’tan Neşeli Günler’e, Bizim Aile’ye  hepsi mahallede geçiyor ki bu hâlâ televizyonda var. Sinemada azaldı sadece. Perihan Abla’dan Süper Baba’ya kadar hattâ Umutsuz Ev Kadınları yorumunda bile mahalle ve dolayısıyla pencere karakterleri var.

Çok nostaljik bir şey aslında.
Evde tam da. Örneğin Yeni Türkiye sinemasına baktığımda böyle bir şey yok. Sigara içen erkekler, acı çeken erkeklerle ilgili bir kolaj yapabilirim. Ve bu gerçekten çok sarkastik bir şey olur yaparsam, ama artık o mahalle motifi yok. Yazarlar ve yönetmenler artık daha birey odaklı düşünüyorlar, bireyi merak ediyorlar. Dış dünyaya değil bireyin iç dünyasına girmekle ilgililer. Bu kısmen bireyselliğin ve bireyin ön plana çıktığı gelişimle ilgili. Toplumsal olarak çoğulcu yapılanmadan tekilci yapılanmaya yöneldiğimiz bir dönem olduğu için belki de.

Bütün Mahalleli Duysun, 1 Martta Saltta bitiyor, sonra nerede devam edecek?
Şimdi Ankara’da görüşüyoruz ama daha net değil. Ondan sonra bilmiyorum, yurtdışı, yani yerel bir şey olduğu için pek mümkün değil ama yine de buraya gelen Türkiyeli olmayan insanların tepkilerini izledim, eğleniyorlar. Ama oraya götürünce ne olur bilmiyorum. Alt yazı yapamam, bir yandan lafların anlaşılması çok önemli. Şimdilik sadece Ankara.

Bu kadar, çok teşekkür ediyorum.
Çok keyifliydi, ben teşekkür ederim.

Benim ikinci röportajım.
İlki kiminleydi?

İlki Guy Maddinleydi.
Süper, ben de burada The Clock gösterilirken Christian Marclay ile yaptım. Telif meselesini nasıl çözdünüz dedim, istersen sana da telif konusundan biraz bahsedebilirim.

Evet, çok isterim.
Bazı filmlerin telifle ilgili muhatabı yoktu, çünkü yapan şirketler artık yok ve filmlerin kime ait oldukları bilinmiyordu. Christian Marclay bana iki yıl boyunca kimse dava açmadı dedi, o yüzden sorun yok demişti ve hattâ bazıları filmini kullandığı için ona teşekkür bile etmiş. Found footage’ın böyle bir zorluğu var ama benim için çok cazip. Bill Morrison’ın bir filmi vardı, Decasia. Yıllar önce festivalde gördüğüm en güzel filimdi. 2003-2004’tü sanırım, Morrison filmde arşivlere girip bozulmuş filmleri çıkarıyor; yanmış, kenarlarından ışık girmiş, küflenmiş, su almış filmleri. Onları kurguluyor, sürekli yanan patlayan imgeler görünüyor filmde ve bazen de fotoğrafları seçebiliyorsun. Bir yandan da bu sebepten kendinin farkında yani utangaç bir film. Kullanılan malzeme de yüzyılın başından itibaren çekilmiş 35mm filmler. Film de 35mm projeksiyonla gösteriliyordu ve film için bestelenmiş çok da güzel bir müzik eşlik ediyordu.  Filmin ilk on dakikasında salonun yarısı çıktı. Seyircinin festivalde görmeyi beklediğinden çok daha “deneysel”di sanırım.

Neden kurgucu oldunuz peki?
Üniversite bittiğinde nettim, sinemayla ilgilenecektim. Yönetmenle kurgucu arasındaki fark, görüntü yönetmeniyle kurgucu arasındaki fark gibi benim için. İki ayrı uzmanlık alanı.  Zaten ben film okulunda anladım kurguya yatkınlığımı, sette bir sürü şeye karar verme durumunda zorlanıyorum, dikkatle ilgili bir şey. Kurgu odasında tek bir şeye odaklıyım, kontrol bende ve yalnızım. Bu benim için çok daha rahat bir çalışma ortamı. Ne kadar sinema bildiğinle birlikte kim olduğun ve neyi iyi becerdiğinle de ilgili. Yönetmenlik yaparım ama mesela mesleğim yönetmenlik demem. Kendi cümlemi söylemek istediğim zaman da benden video-art çıkıyor, benden kısa ya da uzun metraj film çıkmadı. Kendimi ifade etmek için de buradan devam ederim diye düşünüyorum. Farklı disiplinlerden beslenmek mühim; edebiyat, resim, güncel sanat da dahil. Bir cümle söylerken tek kanaldan beslenmek kısırlık yaratıyor, aynı şekilde farklı alanlarda üretmek de bir ihtiyaç.

Konuştukça konuşmak istediğim ilk röportajlardan birini daha geçiriyorum. Çiçek Kahraman’ın sohbeti video projesi kadar ilham verici. Bütün Mahalleli Duysun ne kadar nostaljikse, ne kadar ilkel olanla, ne kadar hem bireyle hem toplumsalla ilgiliyse, geçmişe dönük şimdiki zamanda yarattığı yeni zamanı ve mekânından doğan bakış açısı da bir o kadar nostaljik. Ve böylece sohbetimiz de tuhaf bir şekilde Kahraman’ın neden kurgucu olduğuna dair geri gittiğimiz, geçmişe doğru yaptığımız nostaljik bir yolculuğa dönüşüyor.

  1. İdealize edilen çekiciliğe ulaşmanın gerilimleri: Erik Mark Sandberg

    Sandberg’in tüylü, göz alıcı ve hüzünlü sanatının asıl meseleleri, evrimi ve yaratım süreci...

  2. Görmeyi bilene güzellik bedava: Göksu Gül

    13 Mart'ta BLOK Artspace'de açılacak olan ilk solo sergisi Bedelsiz öncesi Göksu Gül’le bir sohbet.

  3. “Kadınlar savaştan özgün biçimlerde de etkilenir” – Barış İçin Kadın Girişimi

    Kobanê ve Şengal’le dayanışma amacıyla “Paylaşmaya Ben De Varım” kampanyasını başlatan Barış İçin Kadın Girişimi’nden Ayşe Toksöz’le 8 Mart Dünya

  4. Tabiatın gereği birazcık garipsen: Baby Dee

    Bir zamanlar ağaçlara fısıldayan Baby Dee'nin hayat boyu sürdürdüğü farklı kariyerler gibi "değişim"den ilham alan müziği...

  5. Her şey döngüsünü tamamlar: Earth

    Earth'ün acımasızca yükselen sesi ve çok sevdiği döngüleri.

  6. Surf ve rock’n’roll’un İspanya’ya göçü!

    Son yıllarda sayısı iyice artan İspanya merkezli gitar gruplarını bir tanıyalım.

  7. El emeği göz nuru, İleri Fantezi: Levni & Sloth Pallas

    Tektosag'ın bastığı ilk plak ve ona eşlik eden ileri fantastik klip, Levni & Sloth Pallas'ın apartman avlusundaki kimya deneylerinin ardından bizle buluştu.

  8. Şarkı şarkı Ağaçkakan ve Fernweh RX albümü

    Ankara sokaklarına dadanan bir Godzilla ya da masa tenisinde tek kutuplu bir müsabaka... Ağaçkakan'ın Fernweh RX'inin gizemi çözüldü diyebiliriz.

  9. Atmosferik sineması ve akıcı sohbetiyle Guy Maddin ile bir buluşma

    Geçtiğimiz ay !f İstanbul kapsamında Türkiye’deki hayranlarıyla buluşan Guy Maddin’le, atmosferik sinemasının kapılarını aralamaya çalıştığımız bir sohbet gerçekleştirdik...

  10. Mert Fırat ve İlksen Başarır ile: Bir Varmış Bir Yokmuş üzerine

    "Başka Dilde Aşk"tan bu yana beraber ürettikleri işlerle Türkiye sinemasının dikkat çeken isimlerinden olan yönetmen İlksen Başarır ve oyuncu/senarist Mert Fırat'tan bu ay gösterime giren "Bir Varmış Bir Yokmuş" üzerine.

  11. Çiçek Kahraman’la Bütün Mahalleli Duysun

    Bu sene 14. Uluslararası !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde Sanat Hayat İçindir! etkinliği kapsamında kurgu yaptığı filmlerden tanıdığımız Çiçek Kahraman’ın Bütün Mahalleli Duysun isimli video yerleştirmesi Salt Beyoğlu’nda ilk seyircileri ile buluştu.

  12. Birdman’in hatırlattığı 20 filmle beyazperdede oyuncu buhranları

    Geçtiğimiz ay en iyi film dahil dört dalda birden Oscar’ı kucaklayan Birdman, !f İstanbul’daki prömiyerinin ardından nihayet vizyona girdi. Bunu fırsat bilip, beyazperdede arızalı oyuncu karakterleri merkez alan filmlere odaklanmak ise boynumuzun borcuydu.

  13. Istırap, kentsel dönüşüm ve bizim çocuklar: Çekmeköy Underground

    Belgesel filmleriyle tanıdığımız yönetmen Aysim Türkmen’in ilk uzun metrajlı filmi Çekmeköy Underground’un bu ay gösterime girmesini bahane ederek, Türkmen’e filme dair merak ettiklerimizi sorduk…

  14. En iyi usûl eski usûl: Popolo Press

    Seyahatler sırasında keşdefilen "o dükkân"lardan biri olan, Montreal'deki Popolo'nun yaratıcısı, sahibi ve çalışanı Kiva Tanya Stimac ve baskı atölyesinde hangi yöntemleri neden kullanmayı tercih ettiği...

  15. Künye

    yayın imtiyaz sahiplerive etkinlik direktörleri Aylin Güngö[email protected] J. Hakan Dedeoğ[email protected] yazı işleri müdürü Ekin Sanaç[email protected] kreatif direktör Aylin Güngö[email protected] editörler