Listen to Lists yani “Listeleri Dinle” diye çevrilebilecek, Lina Brion ve Detlef Diederichsen’in editörlüğünü yaptıkları yayın, playlistleri dinleyen öznenin konumunu dinlemeye davet eden; asıl playlistlerin bizi nasıl dinledikleri ve bizim kendi dinleme yollarımıza nasıl sahip çıkabileceğimiz üzerine kolektif bir iş. Giriş yazısında belirttikleri gibi playlistler müziğe erişim ile müzik tüketicilerinin ortaya çıkarttığı verinin arasında örülü bir arayüz olma niteliği taşıyor. Aslında müzik listesi oluşturma gayemiz, liste formatlarının herhangi bir biçimi (alışveriş listeleri gibi) de dâhil olmak üzere, tarihselliği olan bir eylem. Gündelik hayatımıza sızan birçok liste gibi kategorize edilen ve sınıfsallaştırılan sistemler biricik olan “şeyleri” nizama sokma amacı taşır. Bu formda bir düzenleme -algoritmik olarak hazırlanmış ya da editöryel “öneriler” olarak karşımıza çıkmış olan- sadece dinleme deneyimimizi etkilemez, aynı zamanda gündelik hayatı (politik, ekonomik olan her şeyi) da yeniden şekillendirir. 

Bu kıymetli yayın sadece playlistlerin veri üretimi organizasyonu amacıyla nasıl bir sınıflandırma ve sonsuz bir “tavsiye” formatı olduklarını araştırmakla kalmıyor; aynı zamanda bu konuda çalışan bir sanatçı ve besteci olan Jasmine Guffond ve mühendis-medya araştırmacısı Maria Eriksson ile röportajlara da yer veriyor. İlk bölümde gazeteci Kristoffer Cornils, playlistlerin listelerin kültürel tarihlerine nasıl oturduklarını ve müzik endüstrisindeki politik ve ekonomik konumlarını kapsamlı bir şekilde ortaya koyuyor. Ardından akademisyen Robert Prey programlanmış müzik akışlarının, müzik dinleyen öznenin davranışlarının sürekli tahmini üzerine oluştuğunu; yazar ve eleştirmen Liz Pelly ise playlist mantığının temelinde nasıl reklamcılık prensiplerinin ve müziğin homojenleştirilmesi fikrinin olduğunu anlatıyor. Bunun yanında Pelly, “bilinçli dinleme” kavramının playlistin buyurduğu düzeni/sırayı terk etmeye olanak sağladığından ve dinleyicinin konduğu pasif konumdan bu kavram ışığında kendini kurtarabileceğini de söylüyor. 

Onların içeriklerinden yana iz sürerek, ben bu yazıda müziğin listelerde nasıl homojenleştiği ve biricik olan farkları nasıl ortadan kaldırdığına değinirken, endüstrinin otoritesini türlü yollarla korumaya çalışmasından ve datafication’ın (yaşamsal bilginin ve bir bakmışız ki yaşamın kendisinin veriye dönüşmesi hâli) bu sürecin nasıl bir parçası olduğundan bahsedeceğim. Ardından bir “bizi dinleyenleri geri dinleme” önerisi olarak düşündüğüm, Jasmine Guffond’un Internet cookielerini nasıl duyulur hâle getirdiğini ve bir browser eklentisiyle gezindiğimiz internet sayfalarının cookielerinin iç gıdıklayıcı seslerini dinlemeye kullanıcıları davet ettiği projesine değineceğim. 

Listelerin sonsuz varsayımları

“Tembelseniz ve dağınık bir eviniz varsa bu 32 ürün size yardım etmek için var” gibi sıklıkla BuzzFeed[1] gibi sitelerde karşımıza çıkan listeler estetik ve etik türlü varsayımlarda bulunurken aynı zamanda onları belirler. Cornils’in dediği gibi listeler yazıldıkları andan itibaren hem toplumsal hiyerarşileri yansıtıyorlar hem de onları şekillendiriyorlar; yani hiçbiri politik söylemlerden ve güç ilişkilerinden azade değil. Cornils yazısında listelerin bu norm belirleyici güçlerinin sadece günümüzün ya da geçmişin “enlerini” belirtme ve belirleme tahakkümlerini değil, aynı zamanda bu gibi listelerin geleceğin müziğinin “kullanım talimatları” olduğuna da vurgu yapıyor. Müzik listelerinin salt arşivsel ya da kataloglama fonksiyonlarının yanı sıra duygusal boyutları da olduğuna dikkat çeken Cornils, “ıssız bir adaya düşerseniz bulundurmanız gereken 10 albüm” gibi uzayıp gidebilecek listelerin bugünün pop müziğini var ettiğini de söylüyor. Ona göre medya müziği şekillendirirken, listeler de kültürün genelini şekillendiriyor.

Müzik listelerinin ve onların varsayımsal doğalarının tarihi, gezgin müzisyenlerin repertuarlarına kadar dayanır. Fakat asıl görünür biçimde müzik listeleri 16. yüzyıl itibariyle nota partisyonlarının basılıp satılmasıyla, yani baskı makinelerinin ortaya çıkışıyla ve arşivleme/kataloglama kaygısıyla doğar. Laterna, pianola, jukebox gibi aletler dinleyiciye ilk kez önceden seçilmiş bir müzik listesini dinleme olanağı sağlar. Peki Cornils’in de sorduğu gibi “doğru” müzik seçkisi ne demektir? 20. yüzyıl itibariyle daha fazla müziğin ticari bir ürün olarak piyasaya çıkmasıyla müzik dergilerinin hazırladığı müzik listeleri de onların satışlarının artmasında en büyük belirleyici faktörlerden olur. Listelerde yer alan müzisyenler hem daha çok satmayı hem de daha çok satacak olmayı garantiye alıyor gibidirler. İşte böylece popüler müziğin parametreleri doğmuş olur; Attali’nin Gürültüden Müziğe (Noise: The Political Economy of Music) kitabında da söylediği gibi “müzik endüstrisi arzın üretimine bağlı değil, talebin üretimine bağlıdır.” Bu tezine bağlı olarak Attali şunu da ekler: “Müzik geleceği görmektir.[2]” Çünkü ona göre müzik endüstrisi materyal gerçeklikten çok daha hızlı toplumun hâlihazırdaki verili kodlarıyla hangi türlerin hangi ekonomik organizasyonlarla işleyeceğini öngörür. Colins ise Attali’nin fikirlerinin de üstüne ekleyerek playlistin kendi tarihi içinde gitgide müziğin ticari bir ürün formunu almasıyla şarkıların listelerin içinde eridiğini de söyler. Listeler yoluyla müzik toplu seçkilerin bir parçası hâline gelerek sadece kendi biricikliğini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda dinleyicilerini de BuzzFeed listelerinde olduğu gibi homojenleştirir. Peki bu müzik endüstrisinin gelecek tahayyüllerinin ve sadece varsaymakla kalmayıp şekillendirir olduğu dinleme deneyimlerimizin, müzik sevdalılarının yaptığı çoğu zaman duygu yüklü, neredeyse kendi zihninin evinin odalarını ayırır gibi düzenlediği playlistlerle nasıl bir bağlantısı var? Modlarımıza, aktivitelerimize veya duygulanımlarımıza göre oluşturduğumuz playlistler ve müzik endüstrisinin nasıl bir bağlantısı var?

Colins’e göre bunun bir yanıtı radyonun sunamadığı kişiselleştirme (personalization) formlarında ve piyasanın her yeni teknolojik ürünle yeniden hatırlattığı demokratikleşme vaadinde saklı. 1979’da Sony Walkman’in çıkmasıyla “mixtape” kültürü, yani kişilerin kendi listelerini oluşturma, dinleyebilme ve oradan oraya taşıyabilme olanağı doğar. 1990’larda CD’lerin çıkması ve kişiye özel listelerin dolaşımının da artmasıyla müzik bilgisayarlara indirilebilen, internette dolaşan ses dosyalarına dönüşmüş bir format hâline gelir. Walkmanlerdeki karışık kaset yapma eylemi hâlâ ses aygıtlarının fiziksel limitlerine bağlıyken, bilgisayar programlarının sunduğu arayüzlerdeki gibi sınırlı bir dinleme pratiği değildir. Örneğin 1997’de ortaya çıkan bilgisayar programı Winamp sonsuz kombinasyonda müzik üretme vaadiyle ortaya çıkar. İşte bence bu sonsuz kombinasyon vaadi ve teknolojik ürünlerin temel aldığı kişiselleştirme olanakları, dinleme pratiklerinin politik-ekonomik ajandalardan bağımsızmış gibi görünmesine de sebep oluyor. Yani liste oluşturma kültürünün estetik ve etik varsayımlarına, kişiselleştirme adı altında çoğu zaman sınırsız vaatler de ekleniyor.

Homojenleşen şarkılar, pasif dinleme pratikleri

Pelly müzik kültürünün karşı safında gelişen ve playlist formatını doğuran “platform” (altyapı) kapitalizminin en büyük sembol şirketlerinden birinin tartışılmaz olarak Spotify olduğunu söylüyor. 2008’te kurulan Spotify, donanım satan bir şirket değil; ticari ürünleri müzik tavsiyeleri ve kişiselleştirilen playlistlerden oluşuyor ve aynı zamanda bir reklamcılık platformu. Buradaki reklam kısmını açmak anlamlı olur çünkü Spotify playlistlerden topladığı kişisel verilerle dinleyicisini çeşitli kesimlere ayırıyor ve kendi envanterinde anlaştığı şirketlerin satması beklenen reklamlarını yine aynı kullanıcılara satıyor. Küresel çapta streaming servislerini (Apple ve Amazon gibi) domine etmekle kalmaz aynı zamanda radyo ve podcast dinleme pratiklerini de kontrol eder. Böylece tüm “ses” ona ait kalır.

2008’de Spotify kurulduğunda sadece “arama” butonunun sunduğu arayüz olanaklarına sahipken 2013 itibariyle Spotify kişisel olarak hazırlanmış müzik tavsiyelerini dinleyicilerine sunmaya ve büyük plak şirketlerinin kataloğunda olan müziğin tanıtımını yapmaya başlar. Aynı zamanda kişisel verilerin toplanması kapsamında Spotify, kullanıcıların her bir şarkıyı durdurmasını, başlatmasını veya o şarkıyı bir playliste atmasını izlemeye başlar. Buna bağlı olarak Pelly, playlistlerin piyasaya yanıt verdiğini ve playlist oluşturmanın müzik akışının ekonomik boyutunda bir para değerine dönüştüğünü söylüyor. Playlist oluşturma fikrinin temelinde bir şarkının tekrar tekrar dinlenebilir oluşu veya fonda çalabilir olmasına dayandığını düşünen Pelly, tıklama ve takipçi sayılarının da şarkıların değerini belirlediği görüşünde. Peki Spotify gibi platformlarda “mutlu”, “üzgün”, “focus” ya da “chill” gibi duygusal klişelerin dışında kalan; daha nüanslı, katmanlı duygulara/duyulara hitap eden playlistler oluşturmak mümkün değil mi? Böyle listeler sürekli ödüllendirilen müziğin dışında öteki sanatçılara destek olamaz mı? Fonda dönüp durarak kaybolmayan, çalışma verimini artırma üzerine hazırlanmış olmayan (Pelly buna asansör müziği örneğini veriyor) ya da bir likör markasının adını taşıyarak onun reklamını yaparken parti müzikleri seçkisi sunmayan bir playlist kültürü oluşturmak mümkün mü? Ya da kısaca reklamcılık ve pazarlama stratejilerinin dışında kalan, dinleyicisini ve elbette sanatçıları pasifize etmeyen kataloglama/listeleme yöntemleri bulma hayali çok mu naif?

Elbette pasif dinleme hâlinin tek sorumlusu Spotify gibi şirketler değil; fakat anaakım müzik endüstrisinin bu dinleme pratiğini kendi monopolistik hedeflerini uygulamak için kullandığı da aşikâr. Pelly’nin de hatırlattığı gibi, gerçekten Spotify benzeri bir platformda başarılı olmak sadece çok üretmek, dinleyiciye iyi bir hikâye etrafında albüm sunmak ya da hayranlarıyla sürekli bir diyalog hâlinde olmaktan geçmiyor. Fonda iyi çalan müzik ve Spotify’ın mod playlistlerine uyumlu olan şarkılarla influencer tipinde içerik üreticileri her zaman orada daha çok kullanıcıların karşısına çıkarılan, yani reklamı yapılan şarkılar ve müzisyenler oluyor. Spotify’da yapılan bütün playlistler (içeriğinde hangi şarkılar olursa olsun) Spotify’ın ticari ürünleri. Sanatçıların ismini arama butonuna her yazdığımızda kullanıcının karşısına ilk çıkan sanatçının albümlerinden önce, Spotify’ın oluşturduğu playlistler. Pelly’nin hatırlattığı gibi aktif dinlemeye geçmenin önemli bir yolu da müziğin materyal gerçekliğini takdir ederken onu yaratan emeği de akılda tutmak. Buna şu örnekleri verebiliriz: Albümleri satın almak, bağımsız müziğin etrafında oluşan ekosistemleri desteklemek, müziği hakkıyla ve usulüyle kavramsallaştıran süreçlere katkı sağlamak ve post-streaming müzik dünyasının var olduğunu hatırlamak.

Müzik ve veri yığınları

Robert Prey müzik dinleme pratiklerinin nadir olarak şarkının kendisini merkeze aldığını ve dinlemenin şarkıların aranjmanından, belirli bir sekansta organize olmasından ve bu sıralamanın bir CD’de ya da bir streaming platformunda formunu bulmasından ibaret olmaya başladığını söylüyor. Fakat playlistler de tam olarak bunu, dinleyiciye buyurulan dinleme sırasını/düzenini kırabilen listeler olamazlar mı? Prey, streaming platformlarının kendi hazırladıkları playlistlerin programlanabilir ve veriye dönüşen kullanıcı geri bildirimlerinden oluştuğu için radyo playlistlerinden farklı olduğunun altını çiziyor. Bu veri yığını dünyasına kısa bir giriş yapalım. 

Spotify’ın küratörlüğünü kendi yaptığı listelerden (“Haftalık Keşif”, “Yaz Hitleri” gibi) bir kısmı algoritmalar tarafından oluşturulurken bir kısmı editöryel seçkilerden bir araya gelir. İki seçki için de kullanıcılardan toplanan veriler belirleyici olur. PUMA (Playlist Usage Monitoring and Analysis) Spotify’ın en sık kullandığı yazılımlardan biri ve PUMA rengârenk tablolarla Spotify’a kullanıcıların yaşları, cinsiyetleri, coğrafi bölgeleri, uygulamayı günün hangi saatinde kullandıkları, hangi şarkıyı geçtikleri, abonelik türleri gibi bir sürü veriyi sunar. PUMA’nın sunduğu bütün bu veri yığınları ise farklı veri analizi metotlarıyla işlenir. 

Bu metotlar kullanıcıların davranış paternlerinin takibinden (hangi şarkıyı hangi aralıklarla dinliyor gibi), kişilerin internet üzerinde hangi şarkıcı için hangi kelimeleri kullandıklarının taranmasına kadar genişleyen farklı analiz yöntemleri. Böylece Spotify kültürel bağlantıları haritalaştırır ve kişilerin çevrimiçi dünyada müziğe dair söyledikleri/yazdıkları her şeyi takip ederek playlistlerini sürekli yeniler. Peki çok popüler olmayan, kıyıda köşede sesini çıkarmaya uğraşan müzisyenlerin şarkıları algoritmalara nasıl girer? Bunun için de Spotify (“machine learning” prensiplerine benzeyen) “machine listening (makine dinleme)” diye bir teknik kullanır. Benzer akustik tekrarları arayarak sesleri dinleyen bu yazılımlar, aynı yüz tanıma teknolojilerinin pikselleri analiz etmesi gibi sessel veriyi (tempo, ölçü, dans edilebilirlik gibi) analiz eder. Bütün bu veri analizi yöntemleri üzerine daha birçok şey yazılabilir fakat benim bu yazıda daha çok ilgilendiğim dinleyen öznenin konumu, veriye dönüşmemenin imkânları veya dışarı itilen gürültülerin alameti.

Prey’e göre dinleyen öznenin artık müziğe yönelmesindense müzik (ya da daha ziyade streaming platformları) kendi dinleyicilerine uzanıyor. Bunu Spotify gibi platformların verilerini toplarken davranışçı yöntemlerle çalışan psikologların zamanında (Skinner gibi) veri topladıkları yöntemlere benzer bir biçimde, öznelerin davranışlarını yönetmek için çevrelerini değiştirmeleri gerektiği prensibine dayanarak çalıştıklarını anlatıyor. Kullanıcıların sadece görünür/sayısal veri toplanabilir davranışlarına odaklanmaları onların bilişsel taraflarını önemsememelerine sebep oluyor. (Oysa psikoloji camiası çoktan davranışçılığı geride bıraktı.) Böylece dinleyiciler bu gibi platformlar için hem her daim kullanıcı rolünde hem de içeriğin yaratılmasında, korunmasında, saklanmasında da ciddi oranda rol alıyorlar. Prey bazı odak grubu ve kullanıcı görüşmeleri kullanılarak yapılan araştırmalardan referansla[3] playlist tüketiminin sanatçıların kendisi hakkında bilgi sahibi olmaktan uzaklaştırdığını ve şarkıların fonda hızla akan listelerde kaybolmasına sebep olduğunu söylüyor. Daha da vurucusu, platformların kendilerinin küratörlük vasfını elinde tuttukça yaratıcı öznenin kendisine dönüştüklerinden; dinleyicilerin “kullanıcıya”, müziğin “içeriğe” ve müzisyenlerin “playlistlerin üretilmesi için var olan üretici vasıtalara” dönüştüklerini savunuyor.

Guffond’un geri dinleme pratiği ve umut

Sosyal antropoloji, yazılım çalışmaları ve medya endüstrilerinin kesişim alanlarında çalışan akademisyen Maria Eriksson’un bu yayın için söyleştiği sanatçı ve besteci Jasmine Guffond’un işi bana çevrimiçi gözetim mekanizmalarını geri dinleme olanağı üzerine oldukça zihin açıcı geldi. Guffond çalışmalarının ilham kaynaklarından birinin Almanya’da protestolar sırasında protestocuların yüzlerinin kapanmasının/örtülmesinin yasal olmadığından çünkü polisin yüz tanıma teknolojileri sayesinde kişileri tanıyabilme olanağının açık tutulmak istenmesinden geldiğini anlatıyor. Anonim kalma hakkının protestolar sırasında hükümet güçleri tarafından böylece gasp edildiğini söyleyen Guffond, yüz tanıma teknolojileri gibi “sessiz” teknolojilerin bir müzisyen olarak onu daha fazla gözetim teknolojileri hakkında sesli işler yapmaya ittiğini söylüyor. Bu yayında özellikle bahsettiği işi Listening Back (Geri Dinleme) internet cookielerini dinlemeye yönelik bir web tarayıcılarına eklenebilen (ve istediğinizde aktifleştirebildiğiniz) bir eklenti. Bu eklentiyi tarayıcınıza yerleştirdiğinizde cookieler gibi gizli izleme sistemlerini sesli bir yolla açığa çıkarabiliyorsunuz. Yani aslında onların sizi izlerken süregiden sessiz işleyişlerinin sesini duyuyorsunuz! Guffond’un bu işinin nasıl işlediğini şuradan izleyebilirsiniz ve denemek isterseniz kendi tarayıcılarınızda deneyebilirsiniz.

Guffond’a göre ses algoritmik yollarla çalışan gözetim teknolojilerine benzer biçimde sabit bir form değil, çok katmanlı. Ona göre bu yüzden de gözetim teknolojilerinin nasıl çalıştığını anlamak için sesin kendisini kullanmak ideal bir yol. Bir kompozisyon olarak kullanıcıların tarayıcılar arasında gezinmeleriyle oluşan cookie aktivitesinin sese dönüşümünde, Google ya da Mozilla gibi büyük teknoloji şirketlerinin de bestecilerden biri olduğu söylenebilir. Çünkü onlar da bu tarayıcı gezinme verilerine ulaşmak istiyor ve cookie aktivitelerine dâhil oluyorlar. Cookie aktivitelerinin çok arttığı YouTube, Google, Amazon gibi siteler için sesi çeşitlendirdiğini söyleyen Guffond, kullanıcılara da ayrıca oluşan sesi kendilerinin de ayarlamaları için seçenekler sunuyor ve özellikle bazı cookieleri nasıl bloklayabileceklerini de anlatıyor. Guffond’un işleri sesin ve dinleme pratiklerinin politik sorular etrafında nasıl yol alabileceğini ve özellikle çevrimiçi gözetim teknolojilerinin nasıl bir bilgi üretimi içinde olduklarını anlamak için bence çok kıymetli. Sanki umut da farklı anlama, dinleme, dikkat kesilme yolları bulmakta ve onları dönüştürmekte yatıyor. Gözetim teknolojilerinin içine yerleşik olan güç ilişkilerine karşıt konumlanmak yeni dinleme pratikleri geliştirmek ve şirketlerin veri toplama süreçlerini geri dinlemek umutlu yollardan biri gibi duruyor. Daha önce sorduğum “reklamcılık ve pazarlama stratejilerinin dışında kalan, dinleyicisini ve elbette sanatçıları pasifize etmeyen kataloglama/listeleme yöntemleri bulma hayali çok mu naif?” sorusuna sanki en güzel yanıtı Guffond gibi sanatçılar veriyor: Hayır, naif bir hayal değil ama gürültüyü duymaya cesaretin varsa!


[1] https://www.buzzfeed.com/anamariaglavan/if-youre-lazy-but-have-a-messy-house-these-32-products-are?origin=hpp
[2] Aynı kitap
[3] Sofia Johansson, Ann Werner, Patrik Åker, and Greg Goldenzwaig, Stream-ing Music: Practices, Media, Cultures. New York: Routledge, 2017, p. 49.

  1. Peter Kennard 50 yıldır fotoğraf bozuyor ve liderlerin tadını kaçırıyor

    Fotomontajlarıyla 50 küsur yıldır hem müzelerde hem eylemlerde olan meşhur sanatçı Peter Kennard’ın hâlâ üretmesi önemli olabilir. Ama kendini genç kuşağın yanında konumlandırması çok daha önemli. BM iklim zirvesi COP26 ile eş zamanlı göstereceği yeni enstalasyonuna hazırlanırken Kennard’la çevrimiçi ortamda karşılıklı bir çay içtik.

  2. 6 derece uzak teorisinden ilhamla 8 fotoğraf sanatçısı

    Cansu Yıldıran, Cemre Yeşil Gönenli, Devin Yalkın, Aino Väänänen, Civan Özkanoğlu, Ekaterina Solovieva, Ege Kanar ve Cemil Batur Gökçeer, görsel hikâyeleştirme diyarlarından bildiriyor.

  3. Deviantart’ın altın günlerinden hipertüketici algoritmalar devrine

    Meme’lere sadece mizah aracı olarak değil minik dijital bilgi paketçikleri olarak bakabilir miyiz? Şitposting sadece bir trollük yöntemi değil de neredeyse Dadaist bir post-internet tepkisi olabilir mi? Sanatçı Bora Akıncıtürk’le Mehmet Ekinci, internete özgü kültürel formlar ve akımlar üzerine bir muhabbete oturdu.

  4. Canlı müzik geri dönerken ekolojik kriz ve COVID bize neler söylüyor?

    Devasa miktarda karbon salımıyla küresel ısınmaya çanak tutan müzik sektörünü yeni normalimiz çerçevesinde nasıl iyileştirebiliriz? Venüler, festivaller ve turneler kapsamında “canlı” müziğin sürdürülebilir dönüşümü için yapılabileceklere bakıyoruz.

  5. Playlistlere yeniden kulak vermek ve dinlemeyi geri kazanmak

    Reklamcılık ve pazarlama stratejilerinin dışında kalan, dinleyicisini ve elbette sanatçıları pasifize etmeyen kataloglama/listeleme yöntemleri bulma hayali çok mu naif?

  6. Hissettirdikleri ve öğrettikleriyle The Velvet Underground

    Yeni Todd Haynes belgeseli sağ olsun, 2021 sonbaharına The Velvet Underground nostaljisi hâkim... Bugünlerde yeni albümlerini yayımlamış üç müzisyenden, grubun kendileri için ne ifade ettiğini kelimelere dökmelerini istedik. İşte Vanishing Twin, Anika ve Shannon Lay’den The Velvet Underground mektupları.

  7. Aklımdakiler: Islandman

    “Bizden önceki ve sonraki nesil arasında köprü görevindeyiz. Y kuşağı olarak görevimiz.”

  8. Anika’nın kendine tuttuğu aynada hepimizden yansımalar var

    Hem edebi hem sonik üslubuyla duyarlı ve her birimizle konuşmaya çalışan, beraber sorgulamaya çağıran “Change” albümünü irdelemek üzere Anika’ya bağlandık.

  9. Nene H hedonizmin değil, dürüstlüğün peşinde

    “Partilemeyi sadece hedonizm olarak görmeyen, bu ortamı kendileri için güvenli ve kendilerini ifade edebilecekleri bir alan olarak gören insanlar var. Ben de buna hizmet etmeye çalışıyorum açıkçası.”

  10. Bir piyanistin galaksi rehberi

    Ardı ardına yayınlar, tarzlar ötesi yaklaşım, rengârenk bir palet. Bize biraz anlatsana Çağrı Sertel.

  11. Müzik sayesinde yeniden bağ kuran iki kardeş ve Hermanos Gutiérrez ruhu

    Hermanos Gutiérrez şarkılarının; kronik uykusuzluğa deva olan çarkıfelek çiçeği çayından sıkı bir bardak içmişsiniz gibi bir etkisi var. Üretim pratikleri ve müzikal geçmişlerinin detaylarını Gutiérrez kardeşlerden dinleyelim.

  12. Fink ile “her ihtimale karşı” bir alternatif nostalji seansı

    Fink’in esas kişisi Fin Greenall, “IIUII” isimli nostalji atılımının ortaya çıkışını anlatıyor: “Ne zaman sahnede şarkı söylesem, şarkıyı söylediğim o orijinal yere gitmek zorunda kalıyorum. Bu yüzden derinlerde gezinen sanatçılar, seyirciyle hiç konuşmuyorlar veya onlara şakalar yapmıyorlar.”

  13. Tekel müziği

    Bugünün egemen sınıfları kültürün bütününe ya meta ya da eğlence muamelesinde bulunuyor. Bizler iki tanımlamayı da kabul etmemeliyiz.

  14. 8 görüntü yönetmeniyle konuştuk

    Üretim süreçleri nasıl işliyor? Yönetmen ile verimli bir iletişim süreci nasıl yürütülüyor? Ne gibi durumlarda inisiyatif kullanıyorlar? Teorik eğitimin gerekli olduğunu düşünüyorlar mı? Kalpleri pelikül mü dijital için mi atıyor?

  15. Céline Sciamma ile çocukluğun duygusal yoğunluğu ve “Petite Maman” üzerine

    “Ortaya çıkan işin çocukluk deneyimiyle uyumlu olduğunu umuyorum.” Hattın öbür ucunda, son filmi “Petite Maman”a dair sorularımızı yanıtlamak üzere Céline Sciamma var.

  16. A’dan Z’ye The Sopranos

    “The Many Saints of Newark” gündeminden hareketle: Katı senaryo kurallarından Emmy karnesine, “Sıkı Dostlar” ile görünmez bağlarından kendine has jargonuna, bir “The Sopranos” sözlüğü.

  17. Ozan Açıktan’ın 90’ları ve “Geçen Yaz” ile “Neyi unutmak istemezdin?” seansı

    Ozan Açıktan’la çok da bir şeyini özlemediğini söylediği 90’larda geçen son filmi “Geçen Yaz”ı konuştuk. Filmden 90’lara dair detayları sorduk ve bize kişisel tarihindeki yerlerinden bahsetmesini istedik.

  18. Nefretin büyüsü ve “hate-watching” dedikleri

    Seyir deneyiminizin aniden nefret duygusuyla yoğrulduğu, izlediklerinden kopamadığınız gibi duyduğunuz nefretten de istemsizce zevk almaya başladığınız oluyor mu? Evet, muhtemelen hate-watching’in büyüsü altındaydınız.

  19. 80’lerden bugüne video nasty: Neydi, ne oldu, ne olacak?

    Prano Bailey-Bond'un ses getiren “Censor”ını vizyonda izlemişken dünü, bugünü ve yarınıyla “Video nasty 101” dersi.

  20. Sinema alanında HIV anlatılarının seyri

    İhmalkârlık politikalarından ortak mücadelelere ve umutta kenetlenmelere.

  21. Sınırları belirsiz karakter müzesi “Cryptozoo”, artık “bizlerin”

    MUBI kataloğuna eklenen “Cryptozoo”nun yaratıcısı Dash Shaw’la, prodüksiyon süreci, karakterlerin ardındakiler ve güncel bağımsız animasyon sektörüne dair bir sohbet.

  22. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 1

    Başlangıç noktamız Frank Herbert'ı bu kült uzay sagasını yazmaya iten motivasyonlar: Uzay operası nedir? “Dune”, kahraman figürüne nasıl yaklaşıyor? Bir bilim kurgu sagası için ekoloji neden önemli? Arapça terminoloji nereden geliyor?

  23. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 2

    “Dune”un zaman çizelgesini anlamak için bir beyin fırtınası. Matematik dehası, zırh tasarımcısı Holtzman kimdir? Butleryan Cihadı neden önemli? Yapay zekâ olmayan bir evrende galaksiler arası yolculuk nasıl mümkün?

  24. “Dune” evreni hakkında sıkça sorulmayan sorular, bölüm 3

    “Dune”un politik yapısı evrende nasıl bir düzen yaratıyor? 3 büyük aile ne zaman kuruldu? Bene Gesseritler nasıl yeteneklere sahipler? Çöl solucanlarının baharat Melange ile alakaları ne?

  25. Künye

    yayın imtiyaz sahipleri ve etkinlik direktörleri Aylin Güngör [email protected] J. Hakan Dedeoğlu [email protected] yayın ve proje danışmanı Ekin Sanaç [email protected]